Ortadoğu’nun sorunlu bölgesinde bulunan İsrail’e, Aralık 1998 ayı içinde resmi bir ekip ziyareti yapmıştık. Çalışmaların dışında planlanan geziler için ekibimize, İstanbul Şişli doğumlu bir bayan (Bayan Bahar) rehber olarak görevlendirilmişti. Resmi koordinatörümüz emekli büyükelçi Şükran Bey’de 1948 yılında Türkiye’den göç etmiş bir İsrail vatandaşı olduğundan tüm çalışmalar ve gezilerde Türkce konuşuluyordu. Bu kişiler kendilerini bizden sayıyorlar ve bazan kendi vatandaşlarının zaaf ve hatalarını bize şikayet ediyorlardı.
Gezi proğramında yer alan Kudüs Yahudi Soykırım Müzesi önünde durduk. Müzenin 2. Dünya Savaşı sırasında, Avrupa’nın muhtelif yerlerinde öldürülen 6 milyon Yahudi anısına yapıldığı anlatıldı. Müzenin ilk salonuna girdik, yarı karanlık bir loşluk, çevre tamamen kristal kaplanmış, etrafa yerleştirilen ışıklarla, bu kristallerden zincirleme yansıma yoluyla boşlukta tam 6 milyon yıldızcık oluşturulmuştu. Büyük bir makaralı teyp bandına bu 6 milyon Yahudi’nin , isimleri, öldürüldüğü şehir ve öldüğü zamanki yaşı kaydedilmiş, bant 24 saat hiç durmadan dönüyor ve ölenlere ait bu bilgileri anons ediyordu. Bandın bitince başa döndüğünü ve bu okumanın sonsuza kadar devam edeceğini söylüyorlardı. Biz oradayken, Zağrep’te, 10 yaşında öldürülen bir çocuk anons edildi.
Müzenin diğer bölümlerine geçtik. İnsanların kafalarının kesildiği giyotinler, kopan kellelerin toplandığı torbalar, gövdelerin yakıldığı fırınlar ve daha bir çok ürferti verici aygıt ve resimler sergileniyordu. Bu boğucu manzaraları geçip müzenin arka bahçesine çıktık ve rahat bir nefes aldık. Bu sırada, rehber “ işte bu bahçe, bizim minnattarlık duyduğumuz , iyilerin iyisi kişiler kabul ettiğimiz insanlar anısına düzenlenmiş bir yerdir, bu gördüğünüz 38 ağaç 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yardım eden ve bazılarının hayatını kurtaran insanlar için dikilmiştir” dedi.
Bahçenin ortasında tek sıra halinde dikilmiş , aynı büyüklükte 38 adet kauçuk benzeri , aynı cinsten ağaç vardı. Her ağacın toprak seviyesinde gövdesine madeni bir plaket takılmış olup, üzerine anısına ağaç dikilen kişinin adı yazıyordu. Bu plaketleri tek tek okuduk ve her milletten insanlar olduğunu gördük. Fakat, bizi ilgilendiren ve gururlandıran ağaçlardan 3 adedinin 3 Türk anısına dikilmiş ve plakalarda bu kişlerin adının yazıyor olmasıydı.
Yahudilerin şükranla andıkları bu 3 Türk, savaş sırasında Paris Büyükelçisi olan ve Türk pasaportu vererek binlerce Yahudiyi ölümden kurtaran Sayın Namık Kemal YOLGA, Madrid Büyükelçisi olan ve 300 Yahudinin hayatını kurtaran Sayın Necdet KENT ve Rodos Konsolosu olan ve 1727 Yahudinin hayatını kurtaran Sayın Selahattin ÜLKÜMEN idiler. Daha sonra bu muhterem kişilere Dışişleri Bakanlığı ve İsrail Büyükelçiliği tarafından Türkiye’de plaketler verildiğini gazetelerden okudum.
Bu gurur verici sahnelerden sonra, Kudüs kalesini gezdik. Kalenin son bölümlerinde duvar dibinde iki adet mezar vardı. Bu mezarların, kale savunmasında şehit düşen Osmanlı (Türk) askerlerine ait olduğunu söylediler. Mezarlar ve çevresi çok bakımsız ve pislik içindeydi. Bu görüntü bizi çok üzdü. Durumu Büyükelçilik ve Askeri Ateşeliğe bildirdik. Kusüs’ün orta kesimlerinde her cemaat için etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş, tek giriş kapısı olan ve nöbetcisi bulunan mahalleler vardı. Bunlar, Yahudi Mah. Ermeni Mah. Rum Mah. Hiristiyan ( Ortadoks, Protestan ) Mahalleleri ve diğerleriydi. Ermeni mahallesinin girişine kadar gidebileceğimizi söylediler. İstemediğimiz halde merak edip gittik ve kapıdaki görevli ile konuştuk. Arkadaşlarım konuşurken ben etrafa baktım. Duvarda duran bir tabelada, Memlük Sultanı tarafından yayınlanmış ve Ermenilerin korunup, kollanması, bazı ayrıcalık tanınmasına ilişkin bir ferman vardı. Fakat, Ermenilere görülmemiş derecede değer veren, birçok bölgeden İstanbul ve Bursa’ya yerleştirilmelerini sağlayan, ilk defa kiliselerini kurmalarına izin veren, yayınladığı fermanlarla bunların meslekte ve yaşantıda yükselmelerini sağlayan Osmanlı Padişahları ve özellikle Fatih Sultan Mehmet ve fermanlarından hiç söz edilmiyordu. Karşı duvarda asılı olan bir haritada ise, Ağrı dağı başta olmak üzere bir kaç doğu vilayetimiz Ermenistan sınırları içinde gösteriliyordu. Daha fazla durup sinirlerimizi bozmamak için oradan ayrıldık. Tarihi gerçeklerin nasıl çirkin oyunlarla çarpıtıldığını, biraz ilerdeki iyiler iyisi Türkleri görmemezlikten geldiklerini gördük.
Doğu Kudüs’te, tarihi ve dini bir özellik taşıyan Zeytin Dağına çıktık. Karşımızda Yahudi Ağlama Duvarı, İslam dini için çok önemli olan Mescid-i Aksa Camii ve Hareti Ömer Camii duruyordu. Rehberimiz, Hazreti Ömer Camiinin kubbesinin Osmanlılar zamanında altınla kaplattırıldığını, halılarının da Türklere ait olduğunu söyledi. Bir başka tarihi kent kalıntısını gezerken, hamam ve han kalıntılarının Osmanlı eserleri olduğunu gördük. Hatta, şehir dışı gezimizde, yeşillik bir alan gösterilerek, “ zengin bir Amerikalı Yahudi, 18. Yüzyıl ortalarında, bu alanda büyük bir çiftlik arazisini Osmanlı İmparatorluğundan para ile satın almış ve bir kaç Yahudi ailesini getirip yerleştirmiş. İşte bu günki İsrail’in ilk temelleri bu yerleşimle atılmıştır. Bunlar ve benzeri nedenlerle biz Yahudilerin dünyada şükran duydukları ilk millet Türk Milletidir” dediler.
Zeytindağı’nın doğu yamaçlarına baktığımızda, bir kıl çadır, çevresinde develer ve diğer hayvanlar, girip çıkan insanlar gördük. Rehberimiz bu çadırı göstererek, “ işte Bedevi arapların çadırı, 5 bin yıldır hiç değişmeyen yaşantı, elektrik ve diğer teknik medeniyet imkanlarından hiç birisi yok, ev yok, yurt yok, ilkel ve göçebe yaşantısı asırlardır aynı seviyede devam edip gidiyor” dedi. Müslümanların medeniyete ve modern yaşantıya karşı bu duyarsızlığı ve ilkellikte ısrarı bizi üzdü.
Kudüs’ün iç kesimlerini dolaşıyorduk. Rehberimiz bir borda kapısına yönelerek, “gelin size bir süprizim var” dedi. Takip ederk ilerledik. Uzun koridorları geçip bir havluda durduk. Duvarlar hediyelik taşlar, işlemeler ve çinilerle kaplıydı. Rebher, Türkçe olarak ev sahibini çağırdı. Üst kattan 50 yaşlarında bir kişi indi. Bizim Türk olduğumuzu duyunca Türkçe hoşgeldiniz dedi. Karşılıklı konuşmaya başladık. Eşinin komşulara misafirliğe gittiğini söyledi. Kendisi ve eşi dahil tüm aile Türk gibi giyinir ve yaşarlarmış. Giyim kuşamları, evlerinin döşemesi de bizimkinin aynıydı. Hemen aslının nereli olduğunu sordum. Babasının Kütahya’dan Kudüse göçedip geldiğini, kendisinin Kudüs’de doğduğunu söyledi. Kudüs’te doğan birinin Türkçe konuşması, Türk gibi yaşaması, ailesinin de aynı tarzı benimsemiş olması inanılmaz bir durumdu. Bütün bunları ve çiniciliği babası öğretmiş ve sürdürülmesini vasiyet etmiş. Anadolu’da yaşayan her insanın, dünyanın neresine giderse gitsin bu topraklardan kopamadığını, sevgilerini yeni kuşaklara aktardığını çok duymuştum. Hatta, bir belgeselde, ABD Şikago şehrinde ihtiyar bir kadının Türkçe şiir okuduktan sonra “ benim kim olduğumu sorarsanız Balıkesirli Anik Bezirciyan” dediğini hatırladım. Bu toprakların kıymetini bizlerin ve gelecek kuşakların da bilmesi dileğiyle..
Gezi proğramında yer alan Kudüs Yahudi Soykırım Müzesi önünde durduk. Müzenin 2. Dünya Savaşı sırasında, Avrupa’nın muhtelif yerlerinde öldürülen 6 milyon Yahudi anısına yapıldığı anlatıldı. Müzenin ilk salonuna girdik, yarı karanlık bir loşluk, çevre tamamen kristal kaplanmış, etrafa yerleştirilen ışıklarla, bu kristallerden zincirleme yansıma yoluyla boşlukta tam 6 milyon yıldızcık oluşturulmuştu. Büyük bir makaralı teyp bandına bu 6 milyon Yahudi’nin , isimleri, öldürüldüğü şehir ve öldüğü zamanki yaşı kaydedilmiş, bant 24 saat hiç durmadan dönüyor ve ölenlere ait bu bilgileri anons ediyordu. Bandın bitince başa döndüğünü ve bu okumanın sonsuza kadar devam edeceğini söylüyorlardı. Biz oradayken, Zağrep’te, 10 yaşında öldürülen bir çocuk anons edildi.
Müzenin diğer bölümlerine geçtik. İnsanların kafalarının kesildiği giyotinler, kopan kellelerin toplandığı torbalar, gövdelerin yakıldığı fırınlar ve daha bir çok ürferti verici aygıt ve resimler sergileniyordu. Bu boğucu manzaraları geçip müzenin arka bahçesine çıktık ve rahat bir nefes aldık. Bu sırada, rehber “ işte bu bahçe, bizim minnattarlık duyduğumuz , iyilerin iyisi kişiler kabul ettiğimiz insanlar anısına düzenlenmiş bir yerdir, bu gördüğünüz 38 ağaç 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yardım eden ve bazılarının hayatını kurtaran insanlar için dikilmiştir” dedi.
Bahçenin ortasında tek sıra halinde dikilmiş , aynı büyüklükte 38 adet kauçuk benzeri , aynı cinsten ağaç vardı. Her ağacın toprak seviyesinde gövdesine madeni bir plaket takılmış olup, üzerine anısına ağaç dikilen kişinin adı yazıyordu. Bu plaketleri tek tek okuduk ve her milletten insanlar olduğunu gördük. Fakat, bizi ilgilendiren ve gururlandıran ağaçlardan 3 adedinin 3 Türk anısına dikilmiş ve plakalarda bu kişlerin adının yazıyor olmasıydı.
Yahudilerin şükranla andıkları bu 3 Türk, savaş sırasında Paris Büyükelçisi olan ve Türk pasaportu vererek binlerce Yahudiyi ölümden kurtaran Sayın Namık Kemal YOLGA, Madrid Büyükelçisi olan ve 300 Yahudinin hayatını kurtaran Sayın Necdet KENT ve Rodos Konsolosu olan ve 1727 Yahudinin hayatını kurtaran Sayın Selahattin ÜLKÜMEN idiler. Daha sonra bu muhterem kişilere Dışişleri Bakanlığı ve İsrail Büyükelçiliği tarafından Türkiye’de plaketler verildiğini gazetelerden okudum.
Bu gurur verici sahnelerden sonra, Kudüs kalesini gezdik. Kalenin son bölümlerinde duvar dibinde iki adet mezar vardı. Bu mezarların, kale savunmasında şehit düşen Osmanlı (Türk) askerlerine ait olduğunu söylediler. Mezarlar ve çevresi çok bakımsız ve pislik içindeydi. Bu görüntü bizi çok üzdü. Durumu Büyükelçilik ve Askeri Ateşeliğe bildirdik. Kusüs’ün orta kesimlerinde her cemaat için etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş, tek giriş kapısı olan ve nöbetcisi bulunan mahalleler vardı. Bunlar, Yahudi Mah. Ermeni Mah. Rum Mah. Hiristiyan ( Ortadoks, Protestan ) Mahalleleri ve diğerleriydi. Ermeni mahallesinin girişine kadar gidebileceğimizi söylediler. İstemediğimiz halde merak edip gittik ve kapıdaki görevli ile konuştuk. Arkadaşlarım konuşurken ben etrafa baktım. Duvarda duran bir tabelada, Memlük Sultanı tarafından yayınlanmış ve Ermenilerin korunup, kollanması, bazı ayrıcalık tanınmasına ilişkin bir ferman vardı. Fakat, Ermenilere görülmemiş derecede değer veren, birçok bölgeden İstanbul ve Bursa’ya yerleştirilmelerini sağlayan, ilk defa kiliselerini kurmalarına izin veren, yayınladığı fermanlarla bunların meslekte ve yaşantıda yükselmelerini sağlayan Osmanlı Padişahları ve özellikle Fatih Sultan Mehmet ve fermanlarından hiç söz edilmiyordu. Karşı duvarda asılı olan bir haritada ise, Ağrı dağı başta olmak üzere bir kaç doğu vilayetimiz Ermenistan sınırları içinde gösteriliyordu. Daha fazla durup sinirlerimizi bozmamak için oradan ayrıldık. Tarihi gerçeklerin nasıl çirkin oyunlarla çarpıtıldığını, biraz ilerdeki iyiler iyisi Türkleri görmemezlikten geldiklerini gördük.
Doğu Kudüs’te, tarihi ve dini bir özellik taşıyan Zeytin Dağına çıktık. Karşımızda Yahudi Ağlama Duvarı, İslam dini için çok önemli olan Mescid-i Aksa Camii ve Hareti Ömer Camii duruyordu. Rehberimiz, Hazreti Ömer Camiinin kubbesinin Osmanlılar zamanında altınla kaplattırıldığını, halılarının da Türklere ait olduğunu söyledi. Bir başka tarihi kent kalıntısını gezerken, hamam ve han kalıntılarının Osmanlı eserleri olduğunu gördük. Hatta, şehir dışı gezimizde, yeşillik bir alan gösterilerek, “ zengin bir Amerikalı Yahudi, 18. Yüzyıl ortalarında, bu alanda büyük bir çiftlik arazisini Osmanlı İmparatorluğundan para ile satın almış ve bir kaç Yahudi ailesini getirip yerleştirmiş. İşte bu günki İsrail’in ilk temelleri bu yerleşimle atılmıştır. Bunlar ve benzeri nedenlerle biz Yahudilerin dünyada şükran duydukları ilk millet Türk Milletidir” dediler.
Zeytindağı’nın doğu yamaçlarına baktığımızda, bir kıl çadır, çevresinde develer ve diğer hayvanlar, girip çıkan insanlar gördük. Rehberimiz bu çadırı göstererek, “ işte Bedevi arapların çadırı, 5 bin yıldır hiç değişmeyen yaşantı, elektrik ve diğer teknik medeniyet imkanlarından hiç birisi yok, ev yok, yurt yok, ilkel ve göçebe yaşantısı asırlardır aynı seviyede devam edip gidiyor” dedi. Müslümanların medeniyete ve modern yaşantıya karşı bu duyarsızlığı ve ilkellikte ısrarı bizi üzdü.
Kudüs’ün iç kesimlerini dolaşıyorduk. Rehberimiz bir borda kapısına yönelerek, “gelin size bir süprizim var” dedi. Takip ederk ilerledik. Uzun koridorları geçip bir havluda durduk. Duvarlar hediyelik taşlar, işlemeler ve çinilerle kaplıydı. Rebher, Türkçe olarak ev sahibini çağırdı. Üst kattan 50 yaşlarında bir kişi indi. Bizim Türk olduğumuzu duyunca Türkçe hoşgeldiniz dedi. Karşılıklı konuşmaya başladık. Eşinin komşulara misafirliğe gittiğini söyledi. Kendisi ve eşi dahil tüm aile Türk gibi giyinir ve yaşarlarmış. Giyim kuşamları, evlerinin döşemesi de bizimkinin aynıydı. Hemen aslının nereli olduğunu sordum. Babasının Kütahya’dan Kudüse göçedip geldiğini, kendisinin Kudüs’de doğduğunu söyledi. Kudüs’te doğan birinin Türkçe konuşması, Türk gibi yaşaması, ailesinin de aynı tarzı benimsemiş olması inanılmaz bir durumdu. Bütün bunları ve çiniciliği babası öğretmiş ve sürdürülmesini vasiyet etmiş. Anadolu’da yaşayan her insanın, dünyanın neresine giderse gitsin bu topraklardan kopamadığını, sevgilerini yeni kuşaklara aktardığını çok duymuştum. Hatta, bir belgeselde, ABD Şikago şehrinde ihtiyar bir kadının Türkçe şiir okuduktan sonra “ benim kim olduğumu sorarsanız Balıkesirli Anik Bezirciyan” dediğini hatırladım. Bu toprakların kıymetini bizlerin ve gelecek kuşakların da bilmesi dileğiyle..
Avukat Naci SÖZEN /ANKARA
(Em. Mu. Kd. Alb. )
(Em. Mu. Kd. Alb. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder