K A Z A N C I D E S T A N I
Köyüme olan sevgim, tutkudan bile öte,
Çocuk denecek yaşta, düşmüşüm ben gurbete,
Ne yapsam dindiremem, gönlümdeki sancıyı,
Hedef, anlatmak size, doğduğum Kazancı’yı.
Ermeneğe varıp da, karşıya bir bakınca,
Uzanır dağ yolları, beyaz, kıvrım ve ince,
Geçtiğimiz köprümüz, Alaköprü, asırlık,
Karşılar hemen bizi, çam kokulu Masırlık.
Temiz hava geldikce, acıkır herkesin karnı,
İlk işaret yerimiz, bilin, Piladan Burnu,
Ağlar yolda bir çocuk, attan düşmüş palanı,
Son kornamızı çaldık, ora Eşekalanı..
Dağların her yerinde, nice çiçek dermişiz,
Bir de bakar ki insan, hemen köye varmışız,
Bitiverir çabucak, altımızda tozlu yol,
Uzaklardan sallanır, sevgi dolu nice kol,
Tatlı sulu Aybaham, kükreyen Kazanpınar,
Azaldıkca yeşillik, derinden içim yanar,
Lale, sümbül nerede, nergis görünmez oldu,
Şimdi, tavşan, sincaplar, keklikler hep kayboldu,
Kurumuş dudaklara, tozlu Toros çeşmesi,
Çok tatlı gelir bana, elimle su içmesi,
Öter dalda bir serçe, ince, narin, nazlıca,
Uzakdaki yaylamız, soğuk sulu Buzluca.
Gezip görmek istersek, çoktur özellikleri,
Sevgi, saygı, iyilik, seçip güzellikleri,
Sevelim her canlıyı, kalbden kalbe akalım,
Geçmişden ders alarak, geleceğe bakalım.
Su akar, kuşlar öter, sütler helkeden taşar,
Erik ceviz olursa , yörükler buna şaşar,
Açık olsun bahtımız, kader neyler görelim,
Batırmayı yiyelim, bir de ekmek dürelim.
Derekahve, demli çay, eserse akşam yeli,
Küsüp dağılmayalım, sürsün bu sevgi seli,
Dert bitsin, elem gitsin, olmayalım sancılı,
Geleceğin aydınlık, mutlu ol Kazancılı.
Avukat Naci SÖZEN
Ankara – 26 Haziran 1992
29 Ağustos 2007 Çarşamba
Mankurtlaşmak Nedir ?
SAYIN DOSTLARIM ;
Her ortamda, her zaman ve her olayda olduğu gibi, Devletimizin varlığı ve Milletimizin birliği konusunda haince eylemlere destek verenler yanı başımızda ve biz onları katkılarımızla büyütüyoruz.. Kimi sanatcı, kimi yazar, kimi gazeteci-dusunur, kimi entel ve kemik yalayicisi olan bunlar büyüdükçe daha fazla zarar verme olanaklarına kavuşuyorlar.. Neticede, bizler kendi ayaklarımıza kurşun sıkmış oluyoruz.. Geçenlerde, sozde eski Ermeni iddiaları konusunda tazminat ödemeyi kabul eden sigortanın AXA (Fransız) olduğu ortaya çıkmiştı. Şimdi de yerel banka sloganıyla içimize giren bankanın marifetlerini izliyoruz..
Bu benzer olayları izledikçe, son günlerde gündeme getirilen " "TÜRK HALKININ MANKURTLAŞTIRILMIŞ OLDUĞU" iddialarının doğru olabileceği ihtimali akılları karıştırıyor..
Bu MAHKURTLAŞMA ne demektir?
Bu kavram gündeme ATO Başkanı Sayın Sinan AYGÜN tarafından yazılan " Avrupa Tuzağında Mankurtlaşan Türkiye " isimli kitap piyasaya çıkınca geldi..
Bir televizyon proğramındaki açıklamalar ve Sayın Rahmi TURAN'ın yazısında açıkladığı üzere, bu MANKURT kavramı ilk kez Kırgız Yazar Cengiz AYMATOV'un yazdığı ve “Gün Olur Asra Bedel” adıyla ülkemizde yayınlanan kitabında geçer.. Bu kitabta, Nayman Ana söylencesinde bu kavram şöyle anlatılır;
" Mankurt, efendisine sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yaratık.. Açlıktan ölmemek için yiyecek, donmamak için eskide olsa giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemez.. Ve bu mankurt, efendisinin emriyle, kendisinden, aslına dönmesini isteyen öz annesini bile öldürecek kadar kimliğinden ve kişiliğinden uzaklaşır...
Sinan AYGÜN, kitabında ve söyleşisinde bu bilgileri vererek, özetle; " bu söylence, bugün ki Türkiye'nin bir gerçeğidir " dedikten sonra şu değerlendirmeleri yapmaktadır;
" emperyalizmin Türkiye'yi mankurtlaştırma süreci hemen, hemen tamamlandı.. Ülkemiz, beyinleri dumura uğrayan, ulusuna tarihine, kültürüne, dinine, bütün öz değerlerine yabancılaşmış kalabalıklarla dolu..
Yabancılaşmanın ötesinde, köleleşme olgusu ile karşı karşıyayız. Beynini ve vicdanını batı değerlerine göre biçimlendiren satılık ve kiralık ruhlar ülkesine döndük..
İhanet koalisyonlarının oluşturduğu korodan çıkan sesler, vatansever çığlıkları tamamen bastırdı. Emperyalist dayatmalarına itirazın adı PARAYONAKLIK oldu.. Bu ne cürettir ki, duvarlarımızdan Mustafa Kemal'i indirmemiz bile istendi.. Çünkü, mankurtlaştırdılar bizi..
Sonuç, cinnet geçiren bir toplum, suç cenneti bir ülke, dilini, dinini, tarihini unutan gençlik, işsizlik, yoksulluk, cahillik..." diyerek sözlerini tamamladı.
Açıklamalar böyle devam edip gidiyor. Bu arada ATATÜRK'ün kendi ocağı ve yuvası olan Kara Kuvvetleri Komutanlığı, bürövesinden Atatürk’ün nasıl ve kimlerce çıkartıldığı sorunu da tam açıklanmadı diyebiliriz..
Ülkemizin dış güçler ve dahili hainlerce tezgahlanan, planlı, sistemli ve sürekli uygulanmakta olan bir çok OYUN sahası haline gelmiş olduğunu hala anlayamadık.. Hatta, bu oyunlarla yetinmeyenler, belli konu ve yörelerle ilgili başka sinsi planları uygulayarak " OYUN İÇİNDE OYUN " sistemine bile çoktan başvurmuşlar da bizlerin haberi yok, haberi olanlar da mankurtlaşdıkları için bilmiyorlarmış gibi davranıyorlar veya aldırmıyorlar.. Bazen de, çok küçük bir menfaat uğruna, ülkesel menfaatleri göz ardı edebiliyorlar...Bunun örneklerini vereceğiz. Oyun içinde oyunlardan biri olan " Günümüzde KÜRTLEŞTİRME sürecinin son aşamasına gelinen ilimiz neresidir ? " sorusuna cevap vereceğiz..
Sağlık ve mutluluk dileklerimizle,
YAZAN : Av. Naci SÖZEN Mayıs 2006 - ANKARA
Her ortamda, her zaman ve her olayda olduğu gibi, Devletimizin varlığı ve Milletimizin birliği konusunda haince eylemlere destek verenler yanı başımızda ve biz onları katkılarımızla büyütüyoruz.. Kimi sanatcı, kimi yazar, kimi gazeteci-dusunur, kimi entel ve kemik yalayicisi olan bunlar büyüdükçe daha fazla zarar verme olanaklarına kavuşuyorlar.. Neticede, bizler kendi ayaklarımıza kurşun sıkmış oluyoruz.. Geçenlerde, sozde eski Ermeni iddiaları konusunda tazminat ödemeyi kabul eden sigortanın AXA (Fransız) olduğu ortaya çıkmiştı. Şimdi de yerel banka sloganıyla içimize giren bankanın marifetlerini izliyoruz..
Bu benzer olayları izledikçe, son günlerde gündeme getirilen " "TÜRK HALKININ MANKURTLAŞTIRILMIŞ OLDUĞU" iddialarının doğru olabileceği ihtimali akılları karıştırıyor..
Bu MAHKURTLAŞMA ne demektir?
Bu kavram gündeme ATO Başkanı Sayın Sinan AYGÜN tarafından yazılan " Avrupa Tuzağında Mankurtlaşan Türkiye " isimli kitap piyasaya çıkınca geldi..
Bir televizyon proğramındaki açıklamalar ve Sayın Rahmi TURAN'ın yazısında açıkladığı üzere, bu MANKURT kavramı ilk kez Kırgız Yazar Cengiz AYMATOV'un yazdığı ve “Gün Olur Asra Bedel” adıyla ülkemizde yayınlanan kitabında geçer.. Bu kitabta, Nayman Ana söylencesinde bu kavram şöyle anlatılır;
" Mankurt, efendisine sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yaratık.. Açlıktan ölmemek için yiyecek, donmamak için eskide olsa giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemez.. Ve bu mankurt, efendisinin emriyle, kendisinden, aslına dönmesini isteyen öz annesini bile öldürecek kadar kimliğinden ve kişiliğinden uzaklaşır...
Sinan AYGÜN, kitabında ve söyleşisinde bu bilgileri vererek, özetle; " bu söylence, bugün ki Türkiye'nin bir gerçeğidir " dedikten sonra şu değerlendirmeleri yapmaktadır;
" emperyalizmin Türkiye'yi mankurtlaştırma süreci hemen, hemen tamamlandı.. Ülkemiz, beyinleri dumura uğrayan, ulusuna tarihine, kültürüne, dinine, bütün öz değerlerine yabancılaşmış kalabalıklarla dolu..
Yabancılaşmanın ötesinde, köleleşme olgusu ile karşı karşıyayız. Beynini ve vicdanını batı değerlerine göre biçimlendiren satılık ve kiralık ruhlar ülkesine döndük..
İhanet koalisyonlarının oluşturduğu korodan çıkan sesler, vatansever çığlıkları tamamen bastırdı. Emperyalist dayatmalarına itirazın adı PARAYONAKLIK oldu.. Bu ne cürettir ki, duvarlarımızdan Mustafa Kemal'i indirmemiz bile istendi.. Çünkü, mankurtlaştırdılar bizi..
Sonuç, cinnet geçiren bir toplum, suç cenneti bir ülke, dilini, dinini, tarihini unutan gençlik, işsizlik, yoksulluk, cahillik..." diyerek sözlerini tamamladı.
Açıklamalar böyle devam edip gidiyor. Bu arada ATATÜRK'ün kendi ocağı ve yuvası olan Kara Kuvvetleri Komutanlığı, bürövesinden Atatürk’ün nasıl ve kimlerce çıkartıldığı sorunu da tam açıklanmadı diyebiliriz..
Ülkemizin dış güçler ve dahili hainlerce tezgahlanan, planlı, sistemli ve sürekli uygulanmakta olan bir çok OYUN sahası haline gelmiş olduğunu hala anlayamadık.. Hatta, bu oyunlarla yetinmeyenler, belli konu ve yörelerle ilgili başka sinsi planları uygulayarak " OYUN İÇİNDE OYUN " sistemine bile çoktan başvurmuşlar da bizlerin haberi yok, haberi olanlar da mankurtlaşdıkları için bilmiyorlarmış gibi davranıyorlar veya aldırmıyorlar.. Bazen de, çok küçük bir menfaat uğruna, ülkesel menfaatleri göz ardı edebiliyorlar...Bunun örneklerini vereceğiz. Oyun içinde oyunlardan biri olan " Günümüzde KÜRTLEŞTİRME sürecinin son aşamasına gelinen ilimiz neresidir ? " sorusuna cevap vereceğiz..
Sağlık ve mutluluk dileklerimizle,
YAZAN : Av. Naci SÖZEN Mayıs 2006 - ANKARA
Kürtleştirme Süreci
DEĞERLİ DOSTLARIM,
Geçenlerde, " Kürtleştirme sürecinin son aşamasına gelindiği söylenen ilimiz neresi ?" diye bir soru sormuş ve yakında bu konuda bir mail göndereceğimi belirtmiştim. Bu gün (04 Haziran 2006) gazetelerde şu başlığı görünce yazımı beklemeden yayınlamaya karar verdim. Gazetelerin hepsinde yer alan haber başlığı " Mersin'de PKK'lı hainlerin bir büfe önüne koydukları bombanın patlamasıyla ortalık bir anda cehenneme döndü. İMDAT seslerinin birbirine karıştığı korkunç patlamada, biri kadın polis 12 kişi yaralandı" şeklindeydi.. Mersin ilimizde 5-6 yıldan buyana hızlandırılan " KÜRTLEŞTİRME " sürecinde son aşamaya gelindiği ve Türk Bayrağına yapılan ilk hain saldırının bu ilde yaşanmış olmasının bir tesadüf olmadığı uzman bilim adamlarınca dile getirilmektedir. Aslında, bu sürecin, 1970'li yılların ortalarında, siyasi hatalar silsilesi sonunda, Hilmi İŞGÜZAR ve diğer bazı milletvekillerinin topluca bakan yapılması ile başlatıldığı bir gerçektir. Bu dönemde, Mersin'de bulunan tüm devlet kuruluşlarının başına aşırı solcu ve bölücü özelliklere sahip olduklarına inanılan Kürt kökenli Doğulu insanlar atandırılmıştır. Daha sonra Belediye çalışanlarının Kürt asıllılardan seçilmesi ile hızlandırılan süreçte civarda suç işlemiş olan teröristlerin bu şehirdeki kamu kuruluşları misafirhanelerinde saklandığı, yakalananlara cesurca hak ettikleri cezayı vermeye başlayan bir ağır ceza hakiminin evi basılarak aile fertleri önünde katledilmesi sunucu, yargı mensuplarının baskı - korku altına alındıkları, terör suçlularının davalarının sonuçlandırılamadığı bir aşama sayılmalıdır. Bölücü terörün hortlamasıyla birlikte, Mersin başta olma üzere, Adana, İskenderun ve diğer kıyı şehirlerine Güneydoğu'dan toplu göçler yaşanmış ve terör eylemleri bu bölgelerde sergilenmiştir. Amaç, ileri aşamalarda, Güneydoğu ile Kuzey Irak bölgesinin denize açılan (Akdeniz) liman bağlantılarını hazırlamaktı. Bu limanları, İngilizler ve diğer batılı ülkeler de tarih içinde ele geçirmeyi defalarca denemişlerdir.
Mersin ilinde kürt asıllı nüfusun yoğunlaşması bir plan içinde sürdürülmüştür. Bu arada, resmi görevliler dışında, seyyar satıcılar, büfeciler, komisyoncular dahil bir çok ticari ve kontrol alanının ele geçirilmesine önem verilmiştir. Son yıllarda, liman ve sebze hali kontrolü ile besin maddeleri toptancıları ile ihracatçıları da çoğunlukla Kürtlerin eline geçmiştir. Civar illerden ve üreticilerden toplanan maddelerin satışının yerli tüccarların yapması olanağı ortadankaldırılmıştır. Bu gelişmeleri dinlediğimde, bundan 10 yıl kadar önce Ermenek ve Kazancı yöresinden nohutları toplayan hemşehrilerimizin Erdemli de bulunan bir toptancıya taşıdıkları, son kamyon boşaltıldıktan sonra toptancı tüccarın " şimdi otelinize gidin ve uyuyun, yarın saat dokuzda dükkanda buluşalım, size ödeme yapacağız " diyerek Ermeneklileri dağıttığı, sabah geldiklerinde, toptancı dükkanının kapalı, içeride kimselerin ve malların olmadığının görüldüğü, bu durum karşısında dolandırıldıklarını anlayan hemşehrilerimizin krizler geçirip yerlerde yuvarlandıkları, günlerce, polis, savcılık, mahkeme ve icra müdürlüklerinde dolaştıkları, toptancıların Malatya asıllı oldukları, şehri geceden terk ettikleri olayları aklıma geldi. Bu olayda dolandırılanlardan Mustafa KURULAR'ın bana anlattıklarından öğrendiğime göre, adamlar bulunamadı, mallar elden gitti, borçları ve diğer masraflar üzerlerinde kaldı, dolandırıcıları bulmak için Malatya'ya gitmek isteyenlere " sakın gitmeyin, sizi oralarda öldürürler, canınızdan olmayın" diye tavsiyelerde bulunulduğu, resmi evrakların zaman aşımına uğramış şekilde Erdemli Adliyesinin tozlu mahsen (arşiv) raflarında bekledikleri de bilgim dahilindedir. Bu olayda, doğulu dolandırıcı tüm mallara bedelsiz el koyarak zengin olmuş, yerli tüccar ve üreticiler mallarını kaybederek fakirleşmişler, üzüntülerden sağlıkları ve psikolojileri bozulmuş ve ekonomik yaşantıları sona ermiştir. Son iki yıldan beri, Mersin içinde yöre insanına ait olan işletmeler, dükkanlar, büfeler ve diğer ticari faaliyet yerleri, ölü fiyatına satın alınmak istenmekte, satmak istemeyenler tehdit edilmekte, dövülmekte, direnenler kurşunlanmakta, bu durumlara karşı koyan görevliler vurulmakta, hatta, öldürülmektedir. Yakın geçmişte, bu faaliyetler kapsamında bir belde belediye başkanı hunharca öldürülmüştür. Geçen ay içinde bir büfe önünde duranlar kurşun yağmuruna tutulmuş, 3 kişi ölmüş, çok kişi yaralanmış ve olaylar basında yer almamıştır. Mersin şehir merkezi dışında kalan ve Silifke-Tarsus arasını kapsayan bölgede bulunan yaklaşık 430 civarındaki şehir, kasaba ve köylerde yapılan araştırmalarda, halkın yarınlardan umudunu kestikleri, yetiştirdikleri ürünleri asla satamadıkları (sattırılmadığı) , sürekli zarar içinde oldukları, dirençlerinin kırılmış olduğu, umutsuzluk içinde arazilerini satarak başka bölgelere göç etmeyi düşündüklerini ortaya çıkarılmıştır. Hatırlarsanız, Türk Bayrağı, Mersin'de yerlerde sürüklenip çiğnendiği ve yırtılmak istendiğinde, ülke çapında öfkeye neden olmuştu. Mersin içinde bu konuda hiç bir tepki ortaya konamadı. Bu duruma kızan bazı parti merkezlerinin, kendi Mersin örgütlerini arayarak tepki gösterilmemesine kızdıkları konusundaki haberler medyada yayınlandı. Bölge halkı inanılmaz bir yılgınlığa düşürülmüşler ki kimsenin bir şeyler yapmasının imkanı yoktu. Şehirde, son zamanlarda yapılan bayrak mitinginin diğer illerden gelenlerce organize edilip yapılabildiğini biliyor musunuz? Bu yürüyüşü organize edenler için Ankara'dan gözaltına alınmaları talimatı verilmiş ve polis onları hava alanında karşılayıp karakola götürmüştür. Cesur bir savcının salıverilme kararı ile yürüyüşte bulunabilen bu kişiler bile olup bitenleri anlayamamışlar, yürüyüş sonrası ziyaret ettikleri köy ve kasabalardaki halkın durumuna inananmamışlardır. İlk planda, Mersin ilinde uygulanan bu oyunun, yakın gelecekte, Antalya, İzmir, Bodrum ve Marmaris dahil bir çok batı yerleşim yerinde de uygulanmaya konulacağı ihtimalini göz ardı etmemeliyiz. Bazı sözde Kürt aydını ve bölücülük lideri kişilerin konuşmalarında " biz Güneydoğu'da değil, İstanbul, İzmir, Bodrum ve Marmaris gibi batı şehirlerinde yaşamak istiyoruz " diye açıklama yaptıklarını çabuk unuttuk. Devletimiz, Vatanımız ve Milletimiz üzerinde, çok organize, çok yünlü ve çok unsurlu oyunlar oynanmaktadır. Türkiye için " dost kuşatmasında, hainlerin sarmalında, düşman kıskacında, küresel sermayenin işgalinde " gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Bu millet için " hain kontenjanı bitmez, ne kadar hainimiz varmış " gibi sözleri de düşünürlerimiz söylemiştir. Bunların sonunda ise, merhum Atlla İLHAN'ın bir söyleşisinde " şartlar ve olumsuzluklar ne kadar aleyhimize olursa olsun, unutmayınız ki, Türklerin kalbindeki çevher hiç bitmez " sözünü de hatırlatmak isterim. Yarınlara umutla bakabileceğimiz ortama kavuşmak dileğiyle selamlar sınarım..
Yazan :Av. Naci SÖZEN, 04 Haziran 2006
Geçenlerde, " Kürtleştirme sürecinin son aşamasına gelindiği söylenen ilimiz neresi ?" diye bir soru sormuş ve yakında bu konuda bir mail göndereceğimi belirtmiştim. Bu gün (04 Haziran 2006) gazetelerde şu başlığı görünce yazımı beklemeden yayınlamaya karar verdim. Gazetelerin hepsinde yer alan haber başlığı " Mersin'de PKK'lı hainlerin bir büfe önüne koydukları bombanın patlamasıyla ortalık bir anda cehenneme döndü. İMDAT seslerinin birbirine karıştığı korkunç patlamada, biri kadın polis 12 kişi yaralandı" şeklindeydi.. Mersin ilimizde 5-6 yıldan buyana hızlandırılan " KÜRTLEŞTİRME " sürecinde son aşamaya gelindiği ve Türk Bayrağına yapılan ilk hain saldırının bu ilde yaşanmış olmasının bir tesadüf olmadığı uzman bilim adamlarınca dile getirilmektedir. Aslında, bu sürecin, 1970'li yılların ortalarında, siyasi hatalar silsilesi sonunda, Hilmi İŞGÜZAR ve diğer bazı milletvekillerinin topluca bakan yapılması ile başlatıldığı bir gerçektir. Bu dönemde, Mersin'de bulunan tüm devlet kuruluşlarının başına aşırı solcu ve bölücü özelliklere sahip olduklarına inanılan Kürt kökenli Doğulu insanlar atandırılmıştır. Daha sonra Belediye çalışanlarının Kürt asıllılardan seçilmesi ile hızlandırılan süreçte civarda suç işlemiş olan teröristlerin bu şehirdeki kamu kuruluşları misafirhanelerinde saklandığı, yakalananlara cesurca hak ettikleri cezayı vermeye başlayan bir ağır ceza hakiminin evi basılarak aile fertleri önünde katledilmesi sunucu, yargı mensuplarının baskı - korku altına alındıkları, terör suçlularının davalarının sonuçlandırılamadığı bir aşama sayılmalıdır. Bölücü terörün hortlamasıyla birlikte, Mersin başta olma üzere, Adana, İskenderun ve diğer kıyı şehirlerine Güneydoğu'dan toplu göçler yaşanmış ve terör eylemleri bu bölgelerde sergilenmiştir. Amaç, ileri aşamalarda, Güneydoğu ile Kuzey Irak bölgesinin denize açılan (Akdeniz) liman bağlantılarını hazırlamaktı. Bu limanları, İngilizler ve diğer batılı ülkeler de tarih içinde ele geçirmeyi defalarca denemişlerdir.
Mersin ilinde kürt asıllı nüfusun yoğunlaşması bir plan içinde sürdürülmüştür. Bu arada, resmi görevliler dışında, seyyar satıcılar, büfeciler, komisyoncular dahil bir çok ticari ve kontrol alanının ele geçirilmesine önem verilmiştir. Son yıllarda, liman ve sebze hali kontrolü ile besin maddeleri toptancıları ile ihracatçıları da çoğunlukla Kürtlerin eline geçmiştir. Civar illerden ve üreticilerden toplanan maddelerin satışının yerli tüccarların yapması olanağı ortadankaldırılmıştır. Bu gelişmeleri dinlediğimde, bundan 10 yıl kadar önce Ermenek ve Kazancı yöresinden nohutları toplayan hemşehrilerimizin Erdemli de bulunan bir toptancıya taşıdıkları, son kamyon boşaltıldıktan sonra toptancı tüccarın " şimdi otelinize gidin ve uyuyun, yarın saat dokuzda dükkanda buluşalım, size ödeme yapacağız " diyerek Ermeneklileri dağıttığı, sabah geldiklerinde, toptancı dükkanının kapalı, içeride kimselerin ve malların olmadığının görüldüğü, bu durum karşısında dolandırıldıklarını anlayan hemşehrilerimizin krizler geçirip yerlerde yuvarlandıkları, günlerce, polis, savcılık, mahkeme ve icra müdürlüklerinde dolaştıkları, toptancıların Malatya asıllı oldukları, şehri geceden terk ettikleri olayları aklıma geldi. Bu olayda dolandırılanlardan Mustafa KURULAR'ın bana anlattıklarından öğrendiğime göre, adamlar bulunamadı, mallar elden gitti, borçları ve diğer masraflar üzerlerinde kaldı, dolandırıcıları bulmak için Malatya'ya gitmek isteyenlere " sakın gitmeyin, sizi oralarda öldürürler, canınızdan olmayın" diye tavsiyelerde bulunulduğu, resmi evrakların zaman aşımına uğramış şekilde Erdemli Adliyesinin tozlu mahsen (arşiv) raflarında bekledikleri de bilgim dahilindedir. Bu olayda, doğulu dolandırıcı tüm mallara bedelsiz el koyarak zengin olmuş, yerli tüccar ve üreticiler mallarını kaybederek fakirleşmişler, üzüntülerden sağlıkları ve psikolojileri bozulmuş ve ekonomik yaşantıları sona ermiştir. Son iki yıldan beri, Mersin içinde yöre insanına ait olan işletmeler, dükkanlar, büfeler ve diğer ticari faaliyet yerleri, ölü fiyatına satın alınmak istenmekte, satmak istemeyenler tehdit edilmekte, dövülmekte, direnenler kurşunlanmakta, bu durumlara karşı koyan görevliler vurulmakta, hatta, öldürülmektedir. Yakın geçmişte, bu faaliyetler kapsamında bir belde belediye başkanı hunharca öldürülmüştür. Geçen ay içinde bir büfe önünde duranlar kurşun yağmuruna tutulmuş, 3 kişi ölmüş, çok kişi yaralanmış ve olaylar basında yer almamıştır. Mersin şehir merkezi dışında kalan ve Silifke-Tarsus arasını kapsayan bölgede bulunan yaklaşık 430 civarındaki şehir, kasaba ve köylerde yapılan araştırmalarda, halkın yarınlardan umudunu kestikleri, yetiştirdikleri ürünleri asla satamadıkları (sattırılmadığı) , sürekli zarar içinde oldukları, dirençlerinin kırılmış olduğu, umutsuzluk içinde arazilerini satarak başka bölgelere göç etmeyi düşündüklerini ortaya çıkarılmıştır. Hatırlarsanız, Türk Bayrağı, Mersin'de yerlerde sürüklenip çiğnendiği ve yırtılmak istendiğinde, ülke çapında öfkeye neden olmuştu. Mersin içinde bu konuda hiç bir tepki ortaya konamadı. Bu duruma kızan bazı parti merkezlerinin, kendi Mersin örgütlerini arayarak tepki gösterilmemesine kızdıkları konusundaki haberler medyada yayınlandı. Bölge halkı inanılmaz bir yılgınlığa düşürülmüşler ki kimsenin bir şeyler yapmasının imkanı yoktu. Şehirde, son zamanlarda yapılan bayrak mitinginin diğer illerden gelenlerce organize edilip yapılabildiğini biliyor musunuz? Bu yürüyüşü organize edenler için Ankara'dan gözaltına alınmaları talimatı verilmiş ve polis onları hava alanında karşılayıp karakola götürmüştür. Cesur bir savcının salıverilme kararı ile yürüyüşte bulunabilen bu kişiler bile olup bitenleri anlayamamışlar, yürüyüş sonrası ziyaret ettikleri köy ve kasabalardaki halkın durumuna inananmamışlardır. İlk planda, Mersin ilinde uygulanan bu oyunun, yakın gelecekte, Antalya, İzmir, Bodrum ve Marmaris dahil bir çok batı yerleşim yerinde de uygulanmaya konulacağı ihtimalini göz ardı etmemeliyiz. Bazı sözde Kürt aydını ve bölücülük lideri kişilerin konuşmalarında " biz Güneydoğu'da değil, İstanbul, İzmir, Bodrum ve Marmaris gibi batı şehirlerinde yaşamak istiyoruz " diye açıklama yaptıklarını çabuk unuttuk. Devletimiz, Vatanımız ve Milletimiz üzerinde, çok organize, çok yünlü ve çok unsurlu oyunlar oynanmaktadır. Türkiye için " dost kuşatmasında, hainlerin sarmalında, düşman kıskacında, küresel sermayenin işgalinde " gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Bu millet için " hain kontenjanı bitmez, ne kadar hainimiz varmış " gibi sözleri de düşünürlerimiz söylemiştir. Bunların sonunda ise, merhum Atlla İLHAN'ın bir söyleşisinde " şartlar ve olumsuzluklar ne kadar aleyhimize olursa olsun, unutmayınız ki, Türklerin kalbindeki çevher hiç bitmez " sözünü de hatırlatmak isterim. Yarınlara umutla bakabileceğimiz ortama kavuşmak dileğiyle selamlar sınarım..
Yazan :Av. Naci SÖZEN, 04 Haziran 2006
26 Ağustos 2007 Pazar
Kazancı ve Kazancılılar Hakkında Bilmek İstediklerimiz -(1)
KAZANCI VE KAZANCILILAR HAKKINDA BİLMEK İSTEDİKLERİMİZ
Okuluna ulaşabilmek için 15 gün boyunca yürüyen Kazancılı öğrencileriler kimlerdi?
Konya İli Ereğli İlçesi yakınlarında 1940 yılında eğitime başlayan İvriz İlköğretmen Okulu (Köy Enstitüsü) ilk mezunlarını 1946 yılında vermiştir. Bu okulun eğitime başladığı 1940 yılında öğrencileri arasında Kazancılı Mehmet GÜZEL’de (Emekli Sağlık Memuru) vardı. İvriz’de 3 yıl okuduktan sonra Sağlık sınıfına seçilmiş ve Eskişehir ili Çifteler ilçesinde bulunan Sağlık Okulu’na intikal ederek, burada da 3 yıl okuyup 1946 yılında mezun olmuştur. Kendisi halen Kazancı’da yaşamakta olup, Cumhuriyet kurulduktan sonra açılan okullarda (Kazancı dışında ) okuyarak memur olan ilk Kazancılıdır. Emekli Öğretmen (Şair) Sayın Sami TUNCA’nın anlatımlarıyla, bu okula Kazancı’dan Sami TUNCA, Dede OĞUZ ve İbrahim TÜRKER 1941 yılında girmişler ve 1947 yılında ikinci mezunlarla birlikte öğretmen olmuşlardır.
Bu devirlerde, ilk okulu bitiren çocuklar, yanlarında babaları veya yakın bir akrabaları olduğu halde, yayan olarak yola çıkarlar ve birinci günün akşamı Ermenek’e ulaşırlardı. Ermenek’te, çevre köylerden gelen kafile toplu olarak (yolcu kafilesi denirdi) Yellibel-Bucakkışla hattındaki yayla yolundan Karaman’a doğru yola çıkarlardı. Kafileyi götüren katırcılar olur ve valizler 5 lira karşılığı katırlara yüklenirdi. Çocuklar da nöbetleşe katırlara binerlerdi.
Yolcu kafilesi, dağları aşar, dereler ve vadileri geçer, iki köyde camide yatar ve dördüncü günün akşamı Karaman Kervansaray hanına ulaşırlardı. Bir gün daha yolculukla İvriz’e ulaşılır, böylece Kazancıdan çıkışın beşinci günü akşamı okula varılırdı. Mevsimlere ve havalara göre bu süre uzayabilirdi. Okuldan köye dönüş yolculuğu ise, gidişin tersi şeklinde gerçekleşirdi. Yolculuk o kadar güç şartlarda geçermiş ki, iki yolculukta, kafilede bulunanlardan birer kişinin muhtelif yerlerde öldüğünü de anlatmıştır.
İkinci dönem olarak gidenler o kadar başarılı ve aktif öğrencilermiş ki, ikinci sınıftan itibaren, Sami TUNCA, okulun Kütüphane Kolu Başkanı, (Merhum) Dede OĞUZ, Kooperatif Kolu Başkanı, (Emekli Öğretmen /Müfettiş) İbrahim TÜRKER, Ahlak Kolu Başkanı olmuşlardır. Bu dönem, okulda toplam 43 Ermenekli öğrenci varmış ve hepsi için bir konu olduğunda “ Ermenekli “ diye söylenirmiş. Fakat, sadece Kazancılı öğrenciler için Ermenekli değil “ Kazancılı “ denirmiş.
Tabi olarak, bu okula sonraki yıllarda da bir çok Kazancılı gitmiş ve başarılarla mezun olmuşlardır. Ne yazıktır ki, 1950’li yılların sonlarına gelindiğinde, hala, Ermenek Ortaokuluna Kazancılı bir öğrenci gönderilememiştir. Sayın Sami TUNCA, 1958 yılında okullar tatil olduğunda izine gelirken, Ermenek’te zamanın Ortaokul Müdürü Yahya BAYAR, kendisine “ hocam, Kazancıdan hiç öğrencimiz yok, gelecek yıl öğrenci bekliyoruz, lütfen yardımcı olun “ diye adeta yalvarmıştır. Hocamız da köye gelince, bu konuyu gündeme getirmiş ve ileri gelenlerle konuşmuş, sonuçta, ilk okulu yıllar önce bitirmiş olan Sinan ÇELEBİ ( Maliyeci Emekli Gelirler Müdürü ) Ermenek Ortaokulu’na kaydettirilerek okula başlaması sağlanmıştır.
Bu başlangıç sonrası bir çok öğrenci ortaokula başlamış olup, 1963 yılana gelindiğinde okul koridorlarında asılı olan 16 kişilik “ İftihara Geçenler Panosu “ üzerinde 4 kişi Kazancılıydı. Bunlar, üçüncü sınıflarda, Mustafa ÇETİN, İbrahim ZENGİN, ikinci sınıflarda Nurullah (Dede) AKTAŞ, birinci sınıflarda Naci SÖZEN idi. Bu dönemde, Okul Başkanı, Öğrenci Yurt Başkanı ve 3 adet sınıfın başkanı da Kazancılıydı. Daha çoğaltabileceğimiz örnekleriyle söyleyeceğimiz, Kazancılıların bulunduğu her yerde ve görevde, başarılı ve saygın kişiler olmaları hususu, kendileri için önemli olmakla birlikte, aslında tüm Kazancılılar için de önemli ve gerekli sayılmalıdır.
KAZANCI’DA KURUMLAR ;
- Kazancı Jandarma Karakolu , 1930 yılında hizmete girmiştir.
- Elektrik Kazancı’ya , Kasım 1984 yılında hizmete girmiştir. Daha önce birkaç kez direkler dikilmiş, fakat elektrik gelmediği için bu direkler göçmüştür. Bazı devlet görevlileri ve Valiler ziyaretlerinde köylüye hitaben “ oyunuzu şimdiki hükümet eden partiye verirseniz gelecek yıl bu elektrik yanar “ demişler, adeta şantaj yapmışlardır. Kazancılılar da “ biz oyumuzu pazarlık yapmayız, elektriksiz yaşarız ve şantaja boyun eğmeyiz “ demişler ve oy vermemişlerdir. Ermenek’te elektrik 01.09.1934 yılında yandığı düşünülürse Kazancılıların bu medeniyet vasıtasına ne kadar geç kavuştuğu anlaşılacaktır.
- Kazancı ve Kazancılıların, halen Türkmenistan devleti, Balkan Balkan vilayetine bağlı Kazancı (Gazancy) ilçesinde yaşamakta olduğu, bu ilçeden olup halen A.Ü. DTC Fakültesinde misafir öğretmen olarak görev yapan Prof. Bedri SARIYEV ile tanıştığımızda öğrenilmiştir. Kazancı Belediyesi tarafından Bedri Bey Fahri Hemşeri ilan edilmiş ve beratı Ankara’da törenle verilmiştir. Hocanın resmi ve pasaportunun sureti maillerle gönderilecektir.
- Kazancının deniz seviyesinden yüksekliği (Belediye binasının önü) 1173 metredir.
- Kazancı Nahiye Müdürlüğü 1931 yılında ilk müdür Fikri Bey tarafından kurulmuştur. Akif Müdür Göksu’da boğulmuştur.
- Belediye 1972 yılında kurulmuştur. (Ermenek’te 1871 yılında kurulmuştur)
- PTT 1974 yılında faaliyete geçmiştir. (Ermenek’te 1888 yılında kurulmuştur)
- Sağlık Ocağı 1975 yılında kurulmuştur. (Ermenek’te 1959 yılında kurulmuştur)
- Ortaokul 1969 yılında, lise 1989 yılında eğitime başlamıştır. (Ermenek’te Ortaokul 1949 yılında, lise 1968 yılında açılmıştır)
- İlk motorlu araç Müdür Fikri Bey zamanında gelmiştir. (Ermenek’e 1929 yılında Silifke-Gülnar üzerinden getirilmiştir)
- Kazancı’da ilk eğitim 1923 yılında Arapça olarak Merhum Öğretmen Sami ÖZTAŞ zamanında başlatılmıştır. 1928 yılında Türkçe eğitime 3 yıllık olarak başlanmış, 1940 yıllarında 5 yıllık olmuştur. Sami Bey 1948 yılına kadar öğretmenlik yapmış olup, ilk okuttuğu çocukların çocuklarını da okutmuştur.
- İnternet Cafe 2004 yılında açılmıştır.
BAZI BİLGİLER :
- Ermenek’ten 1931-1967 yılları arasında İl Genel Meclisi üyelerinin tamamına yakını Ermenek merkezden seçilmiş olup, sadece, 1939-1942 dönemi üyeleri olarak Hasan ERDEM ve Emin Hami KOÇAŞ listede yer almıştır. Hasan ERDEM, Hacı Muhtar adıyla bilinen ve uzun yıllar Kazancı Muhtarlığı yapmış bölgede tanınan bir saygın kişiydi. Kendisi 1946 yılında Ermenek’te bir siyasi partinin mitinginde, bir anda yerinden fırlamış ve kürsüye çıkarak, konuşmuş olan siyasetçilerin yalanlarını ve tutarsızlıklarını kürsüden dinleyiciler nutuk olarak anlatmıştır. Alanda toplananlar bir birine “ bu konuşan adam kimdir? “ diye sormuşlar ve Kazancı Muhtarı olduğunu öğrenmişlerdir. Yakın zamana kadar Cenne, Boyalık ve Güzve gibi köylerde işler aksadığı zaman köylüler “ bizim köye Kazancı Muhtarı gibi bir adam lazım “ diyerek bizim Hacı Muhtarı anarlarmış.
- Bölgenin Gülnarlılar hakimiyetinde olduğu dönemlerde, Gülnarlı Mollalıoğulları sülalesi Yenicesu, Güğül ve Akkuyu yöresinde tarla açmaya başlarlar, İrnebollular ve Anamurlular da toprak ister ve kavga çıkar. Kavga esnasında birisi EZAN okumaya başlayınca kavga durur. Kazancılı Muhtar Mehmet “ anlaşmazlığım mahkemede çözülmesini “ önerir. Bu öneri kabul edilir ve Ermenek Kadılığına başvurulur. Taraflar Kadılık duruşmasında kendilerini savunurlar. Kadılık “ arazinin suyu hangi köy tarafına akarsa, arazi o köyün olur “ şeklinde karar vermiş ve bu araziler Kazancının olmuştur. Gülnarlılar 1890 yıllarında Kırkkuyu yaylasına 3 köy halinde yazlığa gelirlermiş. Ellerinde padişah tarafından verilmiş 40 günlük otlakiye koçanı (ferman veya tapu da denir) varmış.
- Kazancı arazileri ( bölgeye Türkler geldikten sonra ) ilk devirlerde Gülnarlılar elindedir. Daha sonra, Padişah Fermanı ile çaydan itibaren arazi Anamurlu Beylerin eline geçer. İstiklal Savaşı yıllarında da arazileri çoğu Ermenekli Ağaların eline geçmiştir. Zaman içinde bu araziler Kazancılılar tarafından tekrar satın alınmıştır. Kazancı Belediye binasının olduğu yer dahil, mahalleler ve arazilerin tapuları halen Anamurluların elinde, zilyetliği ise Ermeneklileri elindeydi. Son tapulama – kadastro uygulamasıyla arazilerin tapuları Kazancılı sahipleri üzerine tescil edilmiştir.
DERLEYEN ;
NACİ SÖZEN (Kazancı ve Kazancılılar isimli kitap notlarından
Okuluna ulaşabilmek için 15 gün boyunca yürüyen Kazancılı öğrencileriler kimlerdi?
Konya İli Ereğli İlçesi yakınlarında 1940 yılında eğitime başlayan İvriz İlköğretmen Okulu (Köy Enstitüsü) ilk mezunlarını 1946 yılında vermiştir. Bu okulun eğitime başladığı 1940 yılında öğrencileri arasında Kazancılı Mehmet GÜZEL’de (Emekli Sağlık Memuru) vardı. İvriz’de 3 yıl okuduktan sonra Sağlık sınıfına seçilmiş ve Eskişehir ili Çifteler ilçesinde bulunan Sağlık Okulu’na intikal ederek, burada da 3 yıl okuyup 1946 yılında mezun olmuştur. Kendisi halen Kazancı’da yaşamakta olup, Cumhuriyet kurulduktan sonra açılan okullarda (Kazancı dışında ) okuyarak memur olan ilk Kazancılıdır. Emekli Öğretmen (Şair) Sayın Sami TUNCA’nın anlatımlarıyla, bu okula Kazancı’dan Sami TUNCA, Dede OĞUZ ve İbrahim TÜRKER 1941 yılında girmişler ve 1947 yılında ikinci mezunlarla birlikte öğretmen olmuşlardır.
Bu devirlerde, ilk okulu bitiren çocuklar, yanlarında babaları veya yakın bir akrabaları olduğu halde, yayan olarak yola çıkarlar ve birinci günün akşamı Ermenek’e ulaşırlardı. Ermenek’te, çevre köylerden gelen kafile toplu olarak (yolcu kafilesi denirdi) Yellibel-Bucakkışla hattındaki yayla yolundan Karaman’a doğru yola çıkarlardı. Kafileyi götüren katırcılar olur ve valizler 5 lira karşılığı katırlara yüklenirdi. Çocuklar da nöbetleşe katırlara binerlerdi.
Yolcu kafilesi, dağları aşar, dereler ve vadileri geçer, iki köyde camide yatar ve dördüncü günün akşamı Karaman Kervansaray hanına ulaşırlardı. Bir gün daha yolculukla İvriz’e ulaşılır, böylece Kazancıdan çıkışın beşinci günü akşamı okula varılırdı. Mevsimlere ve havalara göre bu süre uzayabilirdi. Okuldan köye dönüş yolculuğu ise, gidişin tersi şeklinde gerçekleşirdi. Yolculuk o kadar güç şartlarda geçermiş ki, iki yolculukta, kafilede bulunanlardan birer kişinin muhtelif yerlerde öldüğünü de anlatmıştır.
İkinci dönem olarak gidenler o kadar başarılı ve aktif öğrencilermiş ki, ikinci sınıftan itibaren, Sami TUNCA, okulun Kütüphane Kolu Başkanı, (Merhum) Dede OĞUZ, Kooperatif Kolu Başkanı, (Emekli Öğretmen /Müfettiş) İbrahim TÜRKER, Ahlak Kolu Başkanı olmuşlardır. Bu dönem, okulda toplam 43 Ermenekli öğrenci varmış ve hepsi için bir konu olduğunda “ Ermenekli “ diye söylenirmiş. Fakat, sadece Kazancılı öğrenciler için Ermenekli değil “ Kazancılı “ denirmiş.
Tabi olarak, bu okula sonraki yıllarda da bir çok Kazancılı gitmiş ve başarılarla mezun olmuşlardır. Ne yazıktır ki, 1950’li yılların sonlarına gelindiğinde, hala, Ermenek Ortaokuluna Kazancılı bir öğrenci gönderilememiştir. Sayın Sami TUNCA, 1958 yılında okullar tatil olduğunda izine gelirken, Ermenek’te zamanın Ortaokul Müdürü Yahya BAYAR, kendisine “ hocam, Kazancıdan hiç öğrencimiz yok, gelecek yıl öğrenci bekliyoruz, lütfen yardımcı olun “ diye adeta yalvarmıştır. Hocamız da köye gelince, bu konuyu gündeme getirmiş ve ileri gelenlerle konuşmuş, sonuçta, ilk okulu yıllar önce bitirmiş olan Sinan ÇELEBİ ( Maliyeci Emekli Gelirler Müdürü ) Ermenek Ortaokulu’na kaydettirilerek okula başlaması sağlanmıştır.
Bu başlangıç sonrası bir çok öğrenci ortaokula başlamış olup, 1963 yılana gelindiğinde okul koridorlarında asılı olan 16 kişilik “ İftihara Geçenler Panosu “ üzerinde 4 kişi Kazancılıydı. Bunlar, üçüncü sınıflarda, Mustafa ÇETİN, İbrahim ZENGİN, ikinci sınıflarda Nurullah (Dede) AKTAŞ, birinci sınıflarda Naci SÖZEN idi. Bu dönemde, Okul Başkanı, Öğrenci Yurt Başkanı ve 3 adet sınıfın başkanı da Kazancılıydı. Daha çoğaltabileceğimiz örnekleriyle söyleyeceğimiz, Kazancılıların bulunduğu her yerde ve görevde, başarılı ve saygın kişiler olmaları hususu, kendileri için önemli olmakla birlikte, aslında tüm Kazancılılar için de önemli ve gerekli sayılmalıdır.
KAZANCI’DA KURUMLAR ;
- Kazancı Jandarma Karakolu , 1930 yılında hizmete girmiştir.
- Elektrik Kazancı’ya , Kasım 1984 yılında hizmete girmiştir. Daha önce birkaç kez direkler dikilmiş, fakat elektrik gelmediği için bu direkler göçmüştür. Bazı devlet görevlileri ve Valiler ziyaretlerinde köylüye hitaben “ oyunuzu şimdiki hükümet eden partiye verirseniz gelecek yıl bu elektrik yanar “ demişler, adeta şantaj yapmışlardır. Kazancılılar da “ biz oyumuzu pazarlık yapmayız, elektriksiz yaşarız ve şantaja boyun eğmeyiz “ demişler ve oy vermemişlerdir. Ermenek’te elektrik 01.09.1934 yılında yandığı düşünülürse Kazancılıların bu medeniyet vasıtasına ne kadar geç kavuştuğu anlaşılacaktır.
- Kazancı ve Kazancılıların, halen Türkmenistan devleti, Balkan Balkan vilayetine bağlı Kazancı (Gazancy) ilçesinde yaşamakta olduğu, bu ilçeden olup halen A.Ü. DTC Fakültesinde misafir öğretmen olarak görev yapan Prof. Bedri SARIYEV ile tanıştığımızda öğrenilmiştir. Kazancı Belediyesi tarafından Bedri Bey Fahri Hemşeri ilan edilmiş ve beratı Ankara’da törenle verilmiştir. Hocanın resmi ve pasaportunun sureti maillerle gönderilecektir.
- Kazancının deniz seviyesinden yüksekliği (Belediye binasının önü) 1173 metredir.
- Kazancı Nahiye Müdürlüğü 1931 yılında ilk müdür Fikri Bey tarafından kurulmuştur. Akif Müdür Göksu’da boğulmuştur.
- Belediye 1972 yılında kurulmuştur. (Ermenek’te 1871 yılında kurulmuştur)
- PTT 1974 yılında faaliyete geçmiştir. (Ermenek’te 1888 yılında kurulmuştur)
- Sağlık Ocağı 1975 yılında kurulmuştur. (Ermenek’te 1959 yılında kurulmuştur)
- Ortaokul 1969 yılında, lise 1989 yılında eğitime başlamıştır. (Ermenek’te Ortaokul 1949 yılında, lise 1968 yılında açılmıştır)
- İlk motorlu araç Müdür Fikri Bey zamanında gelmiştir. (Ermenek’e 1929 yılında Silifke-Gülnar üzerinden getirilmiştir)
- Kazancı’da ilk eğitim 1923 yılında Arapça olarak Merhum Öğretmen Sami ÖZTAŞ zamanında başlatılmıştır. 1928 yılında Türkçe eğitime 3 yıllık olarak başlanmış, 1940 yıllarında 5 yıllık olmuştur. Sami Bey 1948 yılına kadar öğretmenlik yapmış olup, ilk okuttuğu çocukların çocuklarını da okutmuştur.
- İnternet Cafe 2004 yılında açılmıştır.
BAZI BİLGİLER :
- Ermenek’ten 1931-1967 yılları arasında İl Genel Meclisi üyelerinin tamamına yakını Ermenek merkezden seçilmiş olup, sadece, 1939-1942 dönemi üyeleri olarak Hasan ERDEM ve Emin Hami KOÇAŞ listede yer almıştır. Hasan ERDEM, Hacı Muhtar adıyla bilinen ve uzun yıllar Kazancı Muhtarlığı yapmış bölgede tanınan bir saygın kişiydi. Kendisi 1946 yılında Ermenek’te bir siyasi partinin mitinginde, bir anda yerinden fırlamış ve kürsüye çıkarak, konuşmuş olan siyasetçilerin yalanlarını ve tutarsızlıklarını kürsüden dinleyiciler nutuk olarak anlatmıştır. Alanda toplananlar bir birine “ bu konuşan adam kimdir? “ diye sormuşlar ve Kazancı Muhtarı olduğunu öğrenmişlerdir. Yakın zamana kadar Cenne, Boyalık ve Güzve gibi köylerde işler aksadığı zaman köylüler “ bizim köye Kazancı Muhtarı gibi bir adam lazım “ diyerek bizim Hacı Muhtarı anarlarmış.
- Bölgenin Gülnarlılar hakimiyetinde olduğu dönemlerde, Gülnarlı Mollalıoğulları sülalesi Yenicesu, Güğül ve Akkuyu yöresinde tarla açmaya başlarlar, İrnebollular ve Anamurlular da toprak ister ve kavga çıkar. Kavga esnasında birisi EZAN okumaya başlayınca kavga durur. Kazancılı Muhtar Mehmet “ anlaşmazlığım mahkemede çözülmesini “ önerir. Bu öneri kabul edilir ve Ermenek Kadılığına başvurulur. Taraflar Kadılık duruşmasında kendilerini savunurlar. Kadılık “ arazinin suyu hangi köy tarafına akarsa, arazi o köyün olur “ şeklinde karar vermiş ve bu araziler Kazancının olmuştur. Gülnarlılar 1890 yıllarında Kırkkuyu yaylasına 3 köy halinde yazlığa gelirlermiş. Ellerinde padişah tarafından verilmiş 40 günlük otlakiye koçanı (ferman veya tapu da denir) varmış.
- Kazancı arazileri ( bölgeye Türkler geldikten sonra ) ilk devirlerde Gülnarlılar elindedir. Daha sonra, Padişah Fermanı ile çaydan itibaren arazi Anamurlu Beylerin eline geçer. İstiklal Savaşı yıllarında da arazileri çoğu Ermenekli Ağaların eline geçmiştir. Zaman içinde bu araziler Kazancılılar tarafından tekrar satın alınmıştır. Kazancı Belediye binasının olduğu yer dahil, mahalleler ve arazilerin tapuları halen Anamurluların elinde, zilyetliği ise Ermeneklileri elindeydi. Son tapulama – kadastro uygulamasıyla arazilerin tapuları Kazancılı sahipleri üzerine tescil edilmiştir.
DERLEYEN ;
NACİ SÖZEN (Kazancı ve Kazancılılar isimli kitap notlarından
Kazancı ve Kazancılılar Hakkında Bilmek İstediklerimiz -(2)
KAZANCI VE KAZANCILILAR HAKKINDA BİLMEK İSTEDİKLERİMİZ
Kazancıya ilk yerleşen kişinin Gülnar yöresinden gelen Donrulu Mehmet ve 12 evlik ailesi olduğu bilinir. Aile, Aşağı Mahallede, Odanın Önü (eski caminin olduğu yer) denilen yere yerleşmiş ve Mehmet uzun yıllar muhtarlık yapmıştır. Hatta, ölümünden sonra, oğlu Abdullah muhtar olur, oda ölünce de karısı muhtarlık yapmıştır. Konya’da medrese eğitimi gören diğer oğlu ise, muhtarlık ve Ermenek’te kadılık yapmıştır. Bu ailenin şimdiki Kahyaların soyları olduğu sanılmaktadır.
Şimdiki Köyönü denilen muhitte büyük bir köy varmış, kuruluş öyküsü, Ayhatun isminde güzel bir kız varmış ve zengin biri olan Aybeyim’e istemişler. Anlaşma olmayınca şimdiki Ciritalanı mevkiinde savaş olmuş ve kız esir alınmış. Sonrasında bu köy kurulmuş. Ciritalanı, şimdilerde Artbeleni denilen yerdir. Esas adı “Atbeleni” olup, Türk kültüründe önemli bir spor olan ve Orta Asya’da halen oynana bir atlı spor (Cirit) oyunudur. Bu alandaki ardıçların sıralar halinde dikilerek büyütüldüğü düşünülmektedir. Bu konuda bir hikaye de şu; Kasım Alisi, Yemen’de esirken, bir ihtiyarla karşılaşıyor. İhtiyar, esirin Ermenek-Kazancılı olduğunu öğrenince, “ Ciritalanı duruyormu? diye sormuş ve “Ah yukarıdaki koca ardıç ah…” diyerek hasret gidermiştir.
Ayyanı, aslında “ Ağayanı “ olan kelimenin değişmesiyle bu şekle dönüşmüş. Pınar üzerinde zengin bir adam yaşarmış. Ağanın komşularına Ağayanında derlermiş, zamanla Ayanı olmuş. Bu pınarın biraz ilerisinde Körhana vardır. Bu yerin kenarında saray yıkıntıları 80-90 yıl önceleri duruyormuş. Çolak Hasan Amcanın anlatımına göre, kendisi 5-6 yaşında bir çocukken bu saray yıkıntısında oyunlar oynarlarmış.
Derecikköy denilen yerde bir köy varmış. Şimdilerde bu bahçelik bölgeye Dereciköy denmektedir. Köy zamanla terk edilmiş olup, halen sağ olduğunu tahmin ettiğimiz Uluköy’den Armutlunun Topal bir görüşmemizde anlattığına göre, kendisi 7 yaşındayken evleri Derecikköydeymiş ve o sıralar son ev kaldıklarından Uluköy’e göçmüşler ve köy zamanla tamamen yok olmuş.. Şimdiki aşağı mezarlık eskiden köylerin ortasındaymış ve altındaki İmarat denilen arazide fakirler için kazanların kaynadığı bir kurum bulunurmuş. Bu hayır kurumunun bir çok arazisi varmış ve bunlara Vakıf malı denirmiş..
Muslu Dede diye biri Kazancıya gelmiş ve insanlara vaaz vermiş. Mezarlıkta bir kulübede yaşarmış. Ölümünden sonra, Aşağı mezarlıkta halen harap halde bulunan Muslu Dede Türbesi, Karamanoğulları Beyliği tarafından anısına yaptırılmış..
Asar Beleni tepesinde bir kale varmış, bu ismi suçluları hemen idam eden bir beyden almış, kalenin altında birbirine koridorla bağlı erzak depoları halen durmaktadır. Defineciler bu depoları çok kazmışlar, küçük oyuklardan kavrulmuş veya kömürleşmiş ceviz, buğday, kuru üzüm, püse (katran) ve güpler çıkarmış. Depoların taban tahtalarının halen sağlam olduğunu yıllarını buralarda define aramakla geçiren birisi anlattı.. Bucak Mahallesinin üzerindeki bir çok inden kemikler çıkmıştır. Taşlarda uzun yazılar varmış. Hatta,” çata- pata “ şeklinde başlayan bu yazılardan bir kısmını yazanlar, tercüme edilmesi için İstanbul’a bile göndermişler.
Kazancıdaki kaleler ve inler şunlardır ; Masırlık kalesi, Oduncu kalesi (Piladanburnu üzerinde), Asar kalesi, Kilise kalesi (İvriz kalesi), Kürtlü kalesi, Kartaltepesi kalesi, Dinek kalesi, Kazancıda inler ise, Hocini, Alain, Karin, Çömlekçi İni, Karakovanlığın in, Yavşanın in, Öküz ini, Avlağı ini, Körüstanın in, Otlukoyak ini, Kürtlünün in, İnönünün in, Buzlucanın in, Davulcu ini ve daha niceleri…
Kazancıda arazilerin geneli bir zamanlar Anamurlulara aitti. Halen birkaç arazi onlarındır. Bu arazi sahiplerinde en önemlileri, Karabey, Sarıbey, Haci Ali Bey ve Kerim Beylermiş. Bu beylerden biri Kazancıda bulunduğu sırada ölmüş ve aşağı Mezarlığa defnedilmiştir. Mezarı, mezarlığın köy tarafında hemen giriştedir. Mezarın başında süslü bir mezar taşı durmakta, fakat yazıları görünmez olmuş, ağalığını hatırlayan kalmamıştır. Bu mezar taşını Dunbul Mehmet Efendi yapmış olduğundan biz de bu vesileyle öğrendik. Merak edenler mezarlığa yolları düştüğünde bir sanat harikası gibi işlemeli bu taşı görebilirler..
Tozlu yakınlarındaki Kanlısay diye bilinen düz kayalığın da bir öyküsü var. Tozluda sürüsünü sulayan 3 Gülnarlı çoban, pınarda su dolduran bir kıza laf atarlar ve sürüsünü sulatmazlar. Kız tepeye gelip bağırarak olayı kardeşine söyler.. Keyvanlardan “ Keyvan Yusuf” diye bilinen bir delikanlı, sinirle koşarak dağı tırmanır ve bu sayın üzerinde oturmakta olan 3 çobanı öldürür. Bu say üzerindeki kan lekelerinin siyan renkleri yakın zamanlara kadar belliymiş. Merhum Çanlı Hasan Goca’nın bana 40 yıl önce anlattıklarına göre, bu olayın yargılanması Gülnar Kestelli’de yapılmış ve tüm Kazancı büyük bir kan bedeli ve diyet ödemeye mahkum olmuştur. Birkaç yıl tüm ürünler bu bedele karşılık olarak verilmiş ve halk büyük bir kıtlık yaşamıştır.
Ayıoluğu denen yerde Ceren Goyağı mevkisi vardır. Ceren “Yaban koyunu “ demekmiş. Bu yerde Anamurluların yazın göçüp geldiği bir köy varmış. Hala kalıntılarının görülebildiği belirtiliyor.
Şimdiki Balduvar mevkisinde bir köy varmış. Köylünün hepsi sıtma, tifo ve veba hastalığından ölmüş. Son kalan aile, önce Akmanastır, sonra Kazancı yukarı mahalleye yerleşmiş.
Kahyalardan Süleymanoğlu Derviş Yusuf, Konya’da medrese okumuştur. Köye döner ve bir zaman sonra Konya’da Kuran okuma yarışması yapılacağı ilan edilmiştir. Yusuf bu yarışmaya katılmak için yola çıkar ve 20 gün yolculuktan sonra Konya’ya ulaşır. Diğer yarışmacılar bunu görünce alay ederler ve bunca yolu boşuna tepmişsin derler. Fakat, yarışma sonunda genç Yusuf birinci olur ve herkes af dileyerek pişman olur. Yusuf köye 20 gün yolculuktan sonra döner, fakat hemen hastalanır ve ölür. Bu ölümün nazardan olduğuna inanılır.
Almanların 2. Dünya savaşında kullandıkları silahlarla Kazancının ne ilgisi olabilir ? Kazancıda bulunan ulu ceviz ağaçları 1930’lu yıllardan itibaren Alman ve İtalyan tüccarlarca satın alınır. Bu ağaçlardan en büyüğü olanlar, şimdiki Derekahve uzantısındaki derenin aşağılarından kesilmiştir. Bu kütükler 4’lü camuzlar tarafından çekilerek yola taşınır ve o zamanın imkanlarıyla Taşucu ve Anamur’a götürülür. İşte, bu ceviz ağaçları Almanya’ya taşınmış ve mavzerlerin kundaklarında kullanılmıştır.
Gurd Gocanın kafatası tosbağı kemiği mi? Bu soru hep sorulmuştur. 1940’lı yıllar ve Gurdlar ile kavgalıyız. Bizim çobanlar onların sürüsünü toplar ve Garain civarında Yörükler yetişir. Kavga köye duyrulur ve tüm Kazancı halkı çocuk, yaşlı ve kadınlar dahil yollara düşüp Garain’e çıkarlar. Kargaşa sürerken olaylardan habersiz ve Kazancıda değirmenden un götüren Gurd Goca oraya gelir. Ne olup bittiğini sorar. Bu sırada yol üstünde duran kadınlardan bir “ köpeğin yörüğü daha konuşurmusun ? “ diye bağırarak bir taş fırlatır. Taş adamın kafatasını parçalar. Herkse kavgayı bırakır ve bir ağaç sal yapılarak önce köye, sonra Ermenek ve Mersin’e götürülür. Gurd Goca kurtulur ve kafatası kemiği parçalandığı için bir tosbağının kemiği kafasına yerleştirilmiş diye söylenir. Bu olayın sonrası ve Silifke yargılamaları öykü olarak yayınlanacaktır.
Kazancı kasabası kurulduktan sonra, bölgedeki Hristiyanlarla bir müddet birlikte yaşadıkları bilinmektedir. Bu dönemde, Müslüman olmayan bu ahalinin ölüleri Maşat olarak bilinen yere gömülürmüş. Maşat, Müslüman olmayanların gömüldüğü yerin adıdır. Halen Maşatındere diye bilinen yerdeki çalılıklarda çok sayında mezar kalıntıları varmış. Bu insanlar sonradan Anamur’a intikal etmişler ve varlıklarını Kurtuluş savaşına kadar sürdürmüşler. Hatta, bunların içinde Uzun Konstantin diye bir taş duvar ustası varmış. Kazancıda çok ev yapmış ve halen yaptığı birkaç eski evin duvarının durduğu söylenmektedir.
Popasın kuyu, aslında Papazın kuyusu’dur. Hayırsever bir papaz burada su olduğunu duyunca bu kuyuyu açtırmış ve geçenlere su dağıtmıştır. Popasın ilerisinde Yüksekeğrik tepesi vardır. Bu bölge Gülnarlıların kontrolünde iken, çobanlar erzakları bittiğinde bu tepenin ucunda ateş yakarlar ve Gülnar’a erzaklarının bittiğini haber verirlermiş. Eğrik, azık, erzak demekmiş… Gülnarlılar, en son Kırkkuyu’ya çıkarlarmış. Buradaki Bazaralanı denilen düzlükte Pazar kurulurmuş. Son olarak Halil Ağa diye biri Gülnar’dan buraya göçer olmuş. Onu artık gelmemesi için Anamurlular ve Kazancılılar uyarmışlar. Adam ailesiyle bahara tekrar gelmiş. Kavga çıkmış ve Halil Ağa yaralanmış. Elindeki tüfeği söküp alamamışlar. Öldürmeyeceklerini söyleyince tüfeği bırakmış ve toparlanıp gitmiş. Bu olayı ve sonrasını öykü olarak yazmayı düşünüyoruz.
Toros (Toras) yaylasının en tepesinde Sakat Dedesi diye bir yer var. Burada bilge bir kişi yatarmış. Eskiden sakat olan çocukları mutlaka buraya götürürlermiş ve iyileşirmiş. Şimdilerde bu mezar defineciler tarafında delik deşik edilmiş şekilde, harap ve bakımsız.. Popas ilerisinde de ermiş bir kişi olan Hemid Seydi mezarı vardır. Zaman zaman, İstanbul ve İzmir de ziyaretciler gelirmiş. Bu mezarın öyküsü de çok uzun, ilerde belki yazarız..
Kırkkuyu yolunda, Karagovanlık vadisinde Gelin Mezarı diye bilinen bir yer var. Buraya bir gelin gömülmüş, hatta, mücevherleriyle birlikte gömüşmüş diye bilindiğinden defineciler sürekli burayı kazmaktadırlar. Bu olayda öyküleştirilecektir.
Aslan Mehmet adındaki isyancı adamlarıyla Ermenek ilçesini kuşatıp ablukaya aldığında Kazancıdan başta Çanlı Hasan (Hasan Goca) olmak üzere eli silah tutan kişiler toplanmış ve hükümete ait binaları korumuşladır. Bu ekipte, Arnava köyünden Mehmet Ali, Eskice köyünden den Deli Mehmet isimli kişilerde nam salmış muhafızlarmış.
Bir zamanlar, Kazancı çevresinde kuduz bir kurt yaşamış. Gözleri de iyi görmediği tahmin edilen bu kurt sık sık köye girmeye çalışırmış. Yine bir kış gecesi kar yağışı devam ederken, Kum yakadan hırıltılarla dereye doğru indiğini aşağı mahalledeki evinin damında duran Conbat Durmuş duymuş ve arkadaşı Molla Veli’ye bağırarak “kuduz kurt dereye iniyor, hemen davran, bende geliyorum, kurt köye girmeden karşılayalım “ der. Molla Veli elinde sopasıyla koşar ve Konaktaş denilen yerde kurtla karşılaşır ve boğuşmaya başlarlar. Conbat Durmuş da elinde sopa ile yetişir ve boğuşmalar sonunda kurdu öldürürler. Bu olaydan sonra uzun süre halk kuduz kutrun yavruları intikam peşindeler diye bir söylenti dolaşmıştır.
Halk inancına göre, Toras tepelerinden bir katır uçmuş ve Sivricebelen üzerine konmuş. Bu olay “Katır Uçtuğu” diye halen kullanılan bir isimdir. Sivricebelen’in doğu ucunda bir kaya üzerinde katır ayağı izi (kayaya oyulmuş şekilde) halen durmaktadır. Merak edenler gidip görebilirler.
Bilindiğine göre uzun yıllar önce yaz mevsimlerinde Yenicesu Yaylası (Alankuyu) başında eğlenceler ve sonunda güreş yarışmaları yapılırmış, Yarışmalara çevre köyler ve Anamurlular da katılır, birinci gelene verilmesi için koç veya teke konurmuş. Son yarışların birinde Yukarı Mahalleden Padişah lakaplı (Halilhocalar) aileden birisinin birinci olduğu söylenegelmiştir.
Bir zamanlar Kazancılılar ile Anamurlular arasında İlabadınındüz için anlaşmazlık çıkmıştır. Kazancıda ne kadar insan varsa bu düzlüğe toplanmış, bir çok kişi çift koşmuş ve alanı sürmeye başlamış, bunu gören Yörükler de tepelerden mavzerlerle ortalığa ateş etmeye başlamışlardır. Mermiler ortalığa düşmeye başlayınca çift öküzleri delirmiş ve zapt edilemez hale gelmiştir. Yaşlı ihtiyarlar gençleri cesaretlendirmek için ön saflarda yürümüş ve “ çifte devam, yılmayın çocuklar “ diye bağırarak eyleme devam edilmiştir.
Bozdağ, Payamlıtepe, İlabadı, Kızılalan ve diğer bazı yerler için Yörüklerle anlaşmazlıklar, kavgalar ve silahlı çatışmalar çokca yaşanmıştır. Yörüklerin karşısına çıkabilmek için para toplanmış ve köy adına 6 adet uzun menzilli silah alınmıştır. Bu silahları kuşanan ve adlarına “Dağ Korumacısı” denilen Seçilmiş nişancı kişiler yıllarca bu dağları ve ovaları korumuştur. Bu konuda geniş bilgi notu ayrıca yazılacaktır.
(devam edecek )
DERLEYEN: NACİ SÖZEN (Kazancı ve Kazancılılar isimli kitap notlarından
Kazancıya ilk yerleşen kişinin Gülnar yöresinden gelen Donrulu Mehmet ve 12 evlik ailesi olduğu bilinir. Aile, Aşağı Mahallede, Odanın Önü (eski caminin olduğu yer) denilen yere yerleşmiş ve Mehmet uzun yıllar muhtarlık yapmıştır. Hatta, ölümünden sonra, oğlu Abdullah muhtar olur, oda ölünce de karısı muhtarlık yapmıştır. Konya’da medrese eğitimi gören diğer oğlu ise, muhtarlık ve Ermenek’te kadılık yapmıştır. Bu ailenin şimdiki Kahyaların soyları olduğu sanılmaktadır.
Şimdiki Köyönü denilen muhitte büyük bir köy varmış, kuruluş öyküsü, Ayhatun isminde güzel bir kız varmış ve zengin biri olan Aybeyim’e istemişler. Anlaşma olmayınca şimdiki Ciritalanı mevkiinde savaş olmuş ve kız esir alınmış. Sonrasında bu köy kurulmuş. Ciritalanı, şimdilerde Artbeleni denilen yerdir. Esas adı “Atbeleni” olup, Türk kültüründe önemli bir spor olan ve Orta Asya’da halen oynana bir atlı spor (Cirit) oyunudur. Bu alandaki ardıçların sıralar halinde dikilerek büyütüldüğü düşünülmektedir. Bu konuda bir hikaye de şu; Kasım Alisi, Yemen’de esirken, bir ihtiyarla karşılaşıyor. İhtiyar, esirin Ermenek-Kazancılı olduğunu öğrenince, “ Ciritalanı duruyormu? diye sormuş ve “Ah yukarıdaki koca ardıç ah…” diyerek hasret gidermiştir.
Ayyanı, aslında “ Ağayanı “ olan kelimenin değişmesiyle bu şekle dönüşmüş. Pınar üzerinde zengin bir adam yaşarmış. Ağanın komşularına Ağayanında derlermiş, zamanla Ayanı olmuş. Bu pınarın biraz ilerisinde Körhana vardır. Bu yerin kenarında saray yıkıntıları 80-90 yıl önceleri duruyormuş. Çolak Hasan Amcanın anlatımına göre, kendisi 5-6 yaşında bir çocukken bu saray yıkıntısında oyunlar oynarlarmış.
Derecikköy denilen yerde bir köy varmış. Şimdilerde bu bahçelik bölgeye Dereciköy denmektedir. Köy zamanla terk edilmiş olup, halen sağ olduğunu tahmin ettiğimiz Uluköy’den Armutlunun Topal bir görüşmemizde anlattığına göre, kendisi 7 yaşındayken evleri Derecikköydeymiş ve o sıralar son ev kaldıklarından Uluköy’e göçmüşler ve köy zamanla tamamen yok olmuş.. Şimdiki aşağı mezarlık eskiden köylerin ortasındaymış ve altındaki İmarat denilen arazide fakirler için kazanların kaynadığı bir kurum bulunurmuş. Bu hayır kurumunun bir çok arazisi varmış ve bunlara Vakıf malı denirmiş..
Muslu Dede diye biri Kazancıya gelmiş ve insanlara vaaz vermiş. Mezarlıkta bir kulübede yaşarmış. Ölümünden sonra, Aşağı mezarlıkta halen harap halde bulunan Muslu Dede Türbesi, Karamanoğulları Beyliği tarafından anısına yaptırılmış..
Asar Beleni tepesinde bir kale varmış, bu ismi suçluları hemen idam eden bir beyden almış, kalenin altında birbirine koridorla bağlı erzak depoları halen durmaktadır. Defineciler bu depoları çok kazmışlar, küçük oyuklardan kavrulmuş veya kömürleşmiş ceviz, buğday, kuru üzüm, püse (katran) ve güpler çıkarmış. Depoların taban tahtalarının halen sağlam olduğunu yıllarını buralarda define aramakla geçiren birisi anlattı.. Bucak Mahallesinin üzerindeki bir çok inden kemikler çıkmıştır. Taşlarda uzun yazılar varmış. Hatta,” çata- pata “ şeklinde başlayan bu yazılardan bir kısmını yazanlar, tercüme edilmesi için İstanbul’a bile göndermişler.
Kazancıdaki kaleler ve inler şunlardır ; Masırlık kalesi, Oduncu kalesi (Piladanburnu üzerinde), Asar kalesi, Kilise kalesi (İvriz kalesi), Kürtlü kalesi, Kartaltepesi kalesi, Dinek kalesi, Kazancıda inler ise, Hocini, Alain, Karin, Çömlekçi İni, Karakovanlığın in, Yavşanın in, Öküz ini, Avlağı ini, Körüstanın in, Otlukoyak ini, Kürtlünün in, İnönünün in, Buzlucanın in, Davulcu ini ve daha niceleri…
Kazancıda arazilerin geneli bir zamanlar Anamurlulara aitti. Halen birkaç arazi onlarındır. Bu arazi sahiplerinde en önemlileri, Karabey, Sarıbey, Haci Ali Bey ve Kerim Beylermiş. Bu beylerden biri Kazancıda bulunduğu sırada ölmüş ve aşağı Mezarlığa defnedilmiştir. Mezarı, mezarlığın köy tarafında hemen giriştedir. Mezarın başında süslü bir mezar taşı durmakta, fakat yazıları görünmez olmuş, ağalığını hatırlayan kalmamıştır. Bu mezar taşını Dunbul Mehmet Efendi yapmış olduğundan biz de bu vesileyle öğrendik. Merak edenler mezarlığa yolları düştüğünde bir sanat harikası gibi işlemeli bu taşı görebilirler..
Tozlu yakınlarındaki Kanlısay diye bilinen düz kayalığın da bir öyküsü var. Tozluda sürüsünü sulayan 3 Gülnarlı çoban, pınarda su dolduran bir kıza laf atarlar ve sürüsünü sulatmazlar. Kız tepeye gelip bağırarak olayı kardeşine söyler.. Keyvanlardan “ Keyvan Yusuf” diye bilinen bir delikanlı, sinirle koşarak dağı tırmanır ve bu sayın üzerinde oturmakta olan 3 çobanı öldürür. Bu say üzerindeki kan lekelerinin siyan renkleri yakın zamanlara kadar belliymiş. Merhum Çanlı Hasan Goca’nın bana 40 yıl önce anlattıklarına göre, bu olayın yargılanması Gülnar Kestelli’de yapılmış ve tüm Kazancı büyük bir kan bedeli ve diyet ödemeye mahkum olmuştur. Birkaç yıl tüm ürünler bu bedele karşılık olarak verilmiş ve halk büyük bir kıtlık yaşamıştır.
Ayıoluğu denen yerde Ceren Goyağı mevkisi vardır. Ceren “Yaban koyunu “ demekmiş. Bu yerde Anamurluların yazın göçüp geldiği bir köy varmış. Hala kalıntılarının görülebildiği belirtiliyor.
Şimdiki Balduvar mevkisinde bir köy varmış. Köylünün hepsi sıtma, tifo ve veba hastalığından ölmüş. Son kalan aile, önce Akmanastır, sonra Kazancı yukarı mahalleye yerleşmiş.
Kahyalardan Süleymanoğlu Derviş Yusuf, Konya’da medrese okumuştur. Köye döner ve bir zaman sonra Konya’da Kuran okuma yarışması yapılacağı ilan edilmiştir. Yusuf bu yarışmaya katılmak için yola çıkar ve 20 gün yolculuktan sonra Konya’ya ulaşır. Diğer yarışmacılar bunu görünce alay ederler ve bunca yolu boşuna tepmişsin derler. Fakat, yarışma sonunda genç Yusuf birinci olur ve herkes af dileyerek pişman olur. Yusuf köye 20 gün yolculuktan sonra döner, fakat hemen hastalanır ve ölür. Bu ölümün nazardan olduğuna inanılır.
Almanların 2. Dünya savaşında kullandıkları silahlarla Kazancının ne ilgisi olabilir ? Kazancıda bulunan ulu ceviz ağaçları 1930’lu yıllardan itibaren Alman ve İtalyan tüccarlarca satın alınır. Bu ağaçlardan en büyüğü olanlar, şimdiki Derekahve uzantısındaki derenin aşağılarından kesilmiştir. Bu kütükler 4’lü camuzlar tarafından çekilerek yola taşınır ve o zamanın imkanlarıyla Taşucu ve Anamur’a götürülür. İşte, bu ceviz ağaçları Almanya’ya taşınmış ve mavzerlerin kundaklarında kullanılmıştır.
Gurd Gocanın kafatası tosbağı kemiği mi? Bu soru hep sorulmuştur. 1940’lı yıllar ve Gurdlar ile kavgalıyız. Bizim çobanlar onların sürüsünü toplar ve Garain civarında Yörükler yetişir. Kavga köye duyrulur ve tüm Kazancı halkı çocuk, yaşlı ve kadınlar dahil yollara düşüp Garain’e çıkarlar. Kargaşa sürerken olaylardan habersiz ve Kazancıda değirmenden un götüren Gurd Goca oraya gelir. Ne olup bittiğini sorar. Bu sırada yol üstünde duran kadınlardan bir “ köpeğin yörüğü daha konuşurmusun ? “ diye bağırarak bir taş fırlatır. Taş adamın kafatasını parçalar. Herkse kavgayı bırakır ve bir ağaç sal yapılarak önce köye, sonra Ermenek ve Mersin’e götürülür. Gurd Goca kurtulur ve kafatası kemiği parçalandığı için bir tosbağının kemiği kafasına yerleştirilmiş diye söylenir. Bu olayın sonrası ve Silifke yargılamaları öykü olarak yayınlanacaktır.
Kazancı kasabası kurulduktan sonra, bölgedeki Hristiyanlarla bir müddet birlikte yaşadıkları bilinmektedir. Bu dönemde, Müslüman olmayan bu ahalinin ölüleri Maşat olarak bilinen yere gömülürmüş. Maşat, Müslüman olmayanların gömüldüğü yerin adıdır. Halen Maşatındere diye bilinen yerdeki çalılıklarda çok sayında mezar kalıntıları varmış. Bu insanlar sonradan Anamur’a intikal etmişler ve varlıklarını Kurtuluş savaşına kadar sürdürmüşler. Hatta, bunların içinde Uzun Konstantin diye bir taş duvar ustası varmış. Kazancıda çok ev yapmış ve halen yaptığı birkaç eski evin duvarının durduğu söylenmektedir.
Popasın kuyu, aslında Papazın kuyusu’dur. Hayırsever bir papaz burada su olduğunu duyunca bu kuyuyu açtırmış ve geçenlere su dağıtmıştır. Popasın ilerisinde Yüksekeğrik tepesi vardır. Bu bölge Gülnarlıların kontrolünde iken, çobanlar erzakları bittiğinde bu tepenin ucunda ateş yakarlar ve Gülnar’a erzaklarının bittiğini haber verirlermiş. Eğrik, azık, erzak demekmiş… Gülnarlılar, en son Kırkkuyu’ya çıkarlarmış. Buradaki Bazaralanı denilen düzlükte Pazar kurulurmuş. Son olarak Halil Ağa diye biri Gülnar’dan buraya göçer olmuş. Onu artık gelmemesi için Anamurlular ve Kazancılılar uyarmışlar. Adam ailesiyle bahara tekrar gelmiş. Kavga çıkmış ve Halil Ağa yaralanmış. Elindeki tüfeği söküp alamamışlar. Öldürmeyeceklerini söyleyince tüfeği bırakmış ve toparlanıp gitmiş. Bu olayı ve sonrasını öykü olarak yazmayı düşünüyoruz.
Toros (Toras) yaylasının en tepesinde Sakat Dedesi diye bir yer var. Burada bilge bir kişi yatarmış. Eskiden sakat olan çocukları mutlaka buraya götürürlermiş ve iyileşirmiş. Şimdilerde bu mezar defineciler tarafında delik deşik edilmiş şekilde, harap ve bakımsız.. Popas ilerisinde de ermiş bir kişi olan Hemid Seydi mezarı vardır. Zaman zaman, İstanbul ve İzmir de ziyaretciler gelirmiş. Bu mezarın öyküsü de çok uzun, ilerde belki yazarız..
Kırkkuyu yolunda, Karagovanlık vadisinde Gelin Mezarı diye bilinen bir yer var. Buraya bir gelin gömülmüş, hatta, mücevherleriyle birlikte gömüşmüş diye bilindiğinden defineciler sürekli burayı kazmaktadırlar. Bu olayda öyküleştirilecektir.
Aslan Mehmet adındaki isyancı adamlarıyla Ermenek ilçesini kuşatıp ablukaya aldığında Kazancıdan başta Çanlı Hasan (Hasan Goca) olmak üzere eli silah tutan kişiler toplanmış ve hükümete ait binaları korumuşladır. Bu ekipte, Arnava köyünden Mehmet Ali, Eskice köyünden den Deli Mehmet isimli kişilerde nam salmış muhafızlarmış.
Bir zamanlar, Kazancı çevresinde kuduz bir kurt yaşamış. Gözleri de iyi görmediği tahmin edilen bu kurt sık sık köye girmeye çalışırmış. Yine bir kış gecesi kar yağışı devam ederken, Kum yakadan hırıltılarla dereye doğru indiğini aşağı mahalledeki evinin damında duran Conbat Durmuş duymuş ve arkadaşı Molla Veli’ye bağırarak “kuduz kurt dereye iniyor, hemen davran, bende geliyorum, kurt köye girmeden karşılayalım “ der. Molla Veli elinde sopasıyla koşar ve Konaktaş denilen yerde kurtla karşılaşır ve boğuşmaya başlarlar. Conbat Durmuş da elinde sopa ile yetişir ve boğuşmalar sonunda kurdu öldürürler. Bu olaydan sonra uzun süre halk kuduz kutrun yavruları intikam peşindeler diye bir söylenti dolaşmıştır.
Halk inancına göre, Toras tepelerinden bir katır uçmuş ve Sivricebelen üzerine konmuş. Bu olay “Katır Uçtuğu” diye halen kullanılan bir isimdir. Sivricebelen’in doğu ucunda bir kaya üzerinde katır ayağı izi (kayaya oyulmuş şekilde) halen durmaktadır. Merak edenler gidip görebilirler.
Bilindiğine göre uzun yıllar önce yaz mevsimlerinde Yenicesu Yaylası (Alankuyu) başında eğlenceler ve sonunda güreş yarışmaları yapılırmış, Yarışmalara çevre köyler ve Anamurlular da katılır, birinci gelene verilmesi için koç veya teke konurmuş. Son yarışların birinde Yukarı Mahalleden Padişah lakaplı (Halilhocalar) aileden birisinin birinci olduğu söylenegelmiştir.
Bir zamanlar Kazancılılar ile Anamurlular arasında İlabadınındüz için anlaşmazlık çıkmıştır. Kazancıda ne kadar insan varsa bu düzlüğe toplanmış, bir çok kişi çift koşmuş ve alanı sürmeye başlamış, bunu gören Yörükler de tepelerden mavzerlerle ortalığa ateş etmeye başlamışlardır. Mermiler ortalığa düşmeye başlayınca çift öküzleri delirmiş ve zapt edilemez hale gelmiştir. Yaşlı ihtiyarlar gençleri cesaretlendirmek için ön saflarda yürümüş ve “ çifte devam, yılmayın çocuklar “ diye bağırarak eyleme devam edilmiştir.
Bozdağ, Payamlıtepe, İlabadı, Kızılalan ve diğer bazı yerler için Yörüklerle anlaşmazlıklar, kavgalar ve silahlı çatışmalar çokca yaşanmıştır. Yörüklerin karşısına çıkabilmek için para toplanmış ve köy adına 6 adet uzun menzilli silah alınmıştır. Bu silahları kuşanan ve adlarına “Dağ Korumacısı” denilen Seçilmiş nişancı kişiler yıllarca bu dağları ve ovaları korumuştur. Bu konuda geniş bilgi notu ayrıca yazılacaktır.
(devam edecek )
DERLEYEN: NACİ SÖZEN (Kazancı ve Kazancılılar isimli kitap notlarından
Kazancı ve Kazancılılar Hakkında Bilmek İstediklerimiz-(3)
KAZANCI VE KAZANCILILAR HAKKINDA BİLMEK İSTEDİKLERİMİZ
Kazancı ve Kazancılılar için zaman içinde hizmet yürütmüş, tehlikeleri ve zorlukları göğüslemiş nice insanlarımız gelip geçmiş bu fani dünyadan. Fakat, bu gün için bu insanları ve hizmetlerini bilen veya hatırlayan var mı? diye soracak olursanız cevap olumlu değildir. Halbuki, toplumlar kendisine hizmet edenleri asla unutmamalıdır. Unutmak bir vefasızlıktır. Biz bu insanların bir kaçını ve yapılan işleri nostalji olsun diye derledik. Konu ve rakamlara dikkat ederek izleyelim ;
1. Kazancı Muhtarı M. Ali GÜZEL ve ihtiyar heyeti tarafından alınan 23.03.1941 günlü ve 8 sıra numaralı karar şöyledir ,
“ 1940 ve 1941 yıllarına ait gazete abone bedeli olan 10 liranın sarfına karar verildi “ Görüldüğü üzere, o yıllarda köy muhtarlığı gazete abonesidir.
2. Muhtar Hasan ERDEM ve Azalar Hamdi BÜLBÜL, Tahir TUNCEL, Yusuf GÜRBÜZ, Mehmet TOMBUL, Mustafa ÇETİN imzalarıyla alınan 13.07.1942 günlü ve 17 sayılı karar şöyledir.
“ köyümüz eski muhtarı Hüseyin GÜZEL’in mart ayına ait istihkakı olan 2 lira 20 kuruşun senet mukabilinde varislerine verilmesine karar verildi”
3. Muhtar M. Ali GÜZEL ve heyeti tarafından 28.01.1941 günlü ve 51 sayılı karar ;
“ 1941 yılı imamı Abdurrahman SÖZEN’e, 2nci Kanuni, Şubat, Mart, Nisan, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül aylarına ait 9 aylık ücreti tutarı olan 26 lira 25 kuruşun senet mukabilinde verilmesine iştirakla karar verildi”
4. Muhtar M. Ali GÜZEL ve heyeti tarafından alınan 02.05.1941 günlü ve 14 sayılı karar şöyledir.
“ 1941 yılında köy odası inşaatında 01.05.1941 Cuma günü kendisine tebligat yapıldığı halde çalışmaya gelmeyen Hasan KÖKSOY’dan, Köy Kanunu 56. maddesine göre 2 lira ceza alınmasına karar verildi.”
5. Muhtar Hasan ERDEM ve heyeti tarafından alınan 22.01.1941 günlü ve 13 saylı karar şöyledir.
“ Köyümüzden askere gidenlerin ailelerine müsavi olmak üzere, üçer liranın İbrahim karısı….., Mehmet karısı …, Bayram karısı …, Durmuş karısı …., Kerim karısı …., na verilmesine karar verildi.”
6. Belediye başkanı İsmet POLAT ve Encümen üyeleri tarafından 02.02.1973 gün ve 2 sayılı karar şöyledir.
“ Belediye bütçesinin belirlenmesine ve su arıklarının yapılmasına ve kasabada temizlik işlerinin yürütülmesine karar verildi.”
7. Belediye başkanı Ramazan TÜRKER ve Encümen üyeleri tarafından alınan 10.10.1978 tarihli ve 21 sayılı karar ;
“ Belediyenin banka hesabından 100.000 TL (yüzbin) para ayrılarak tanzim satış mağazası açılmasına karar verildi.”
8. belediye başkanı Durmuş ÇETİN ve heyeti tarafından alınan 27.09.1988 günlü ve 79 sayılı karar ;
“ Belediye başkanının 1989 yılı maaşı aylık 400.000 Tl olarak ve yıllık 4.800.000 Tl olarak kabul edilmiştir.”
9. Belediye Başkanı Hüsamettin ERDEM ve heyeti tarafından alınan 19.10.1992 günlü ve 7 sayılı karar ,
“ Belediyede çalışan zabıta memurlarına ayda 200.000 TL fazla çalışma ücreti ödenmesine karar verilmiş olup, meclisin oyuna sunularak 6 oyla kabul edilmiştir.”
Derleyen ; Naci SÖZEN
Kazancı ve Kazancılılar için zaman içinde hizmet yürütmüş, tehlikeleri ve zorlukları göğüslemiş nice insanlarımız gelip geçmiş bu fani dünyadan. Fakat, bu gün için bu insanları ve hizmetlerini bilen veya hatırlayan var mı? diye soracak olursanız cevap olumlu değildir. Halbuki, toplumlar kendisine hizmet edenleri asla unutmamalıdır. Unutmak bir vefasızlıktır. Biz bu insanların bir kaçını ve yapılan işleri nostalji olsun diye derledik. Konu ve rakamlara dikkat ederek izleyelim ;
1. Kazancı Muhtarı M. Ali GÜZEL ve ihtiyar heyeti tarafından alınan 23.03.1941 günlü ve 8 sıra numaralı karar şöyledir ,
“ 1940 ve 1941 yıllarına ait gazete abone bedeli olan 10 liranın sarfına karar verildi “ Görüldüğü üzere, o yıllarda köy muhtarlığı gazete abonesidir.
2. Muhtar Hasan ERDEM ve Azalar Hamdi BÜLBÜL, Tahir TUNCEL, Yusuf GÜRBÜZ, Mehmet TOMBUL, Mustafa ÇETİN imzalarıyla alınan 13.07.1942 günlü ve 17 sayılı karar şöyledir.
“ köyümüz eski muhtarı Hüseyin GÜZEL’in mart ayına ait istihkakı olan 2 lira 20 kuruşun senet mukabilinde varislerine verilmesine karar verildi”
3. Muhtar M. Ali GÜZEL ve heyeti tarafından 28.01.1941 günlü ve 51 sayılı karar ;
“ 1941 yılı imamı Abdurrahman SÖZEN’e, 2nci Kanuni, Şubat, Mart, Nisan, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül aylarına ait 9 aylık ücreti tutarı olan 26 lira 25 kuruşun senet mukabilinde verilmesine iştirakla karar verildi”
4. Muhtar M. Ali GÜZEL ve heyeti tarafından alınan 02.05.1941 günlü ve 14 sayılı karar şöyledir.
“ 1941 yılında köy odası inşaatında 01.05.1941 Cuma günü kendisine tebligat yapıldığı halde çalışmaya gelmeyen Hasan KÖKSOY’dan, Köy Kanunu 56. maddesine göre 2 lira ceza alınmasına karar verildi.”
5. Muhtar Hasan ERDEM ve heyeti tarafından alınan 22.01.1941 günlü ve 13 saylı karar şöyledir.
“ Köyümüzden askere gidenlerin ailelerine müsavi olmak üzere, üçer liranın İbrahim karısı….., Mehmet karısı …, Bayram karısı …, Durmuş karısı …., Kerim karısı …., na verilmesine karar verildi.”
6. Belediye başkanı İsmet POLAT ve Encümen üyeleri tarafından 02.02.1973 gün ve 2 sayılı karar şöyledir.
“ Belediye bütçesinin belirlenmesine ve su arıklarının yapılmasına ve kasabada temizlik işlerinin yürütülmesine karar verildi.”
7. Belediye başkanı Ramazan TÜRKER ve Encümen üyeleri tarafından alınan 10.10.1978 tarihli ve 21 sayılı karar ;
“ Belediyenin banka hesabından 100.000 TL (yüzbin) para ayrılarak tanzim satış mağazası açılmasına karar verildi.”
8. belediye başkanı Durmuş ÇETİN ve heyeti tarafından alınan 27.09.1988 günlü ve 79 sayılı karar ;
“ Belediye başkanının 1989 yılı maaşı aylık 400.000 Tl olarak ve yıllık 4.800.000 Tl olarak kabul edilmiştir.”
9. Belediye Başkanı Hüsamettin ERDEM ve heyeti tarafından alınan 19.10.1992 günlü ve 7 sayılı karar ,
“ Belediyede çalışan zabıta memurlarına ayda 200.000 TL fazla çalışma ücreti ödenmesine karar verilmiş olup, meclisin oyuna sunularak 6 oyla kabul edilmiştir.”
Derleyen ; Naci SÖZEN
Taşeli'ne Uçak Düştü - (2)
TAŞELİ YÖRESİNE UÇAK DÜŞTÜ – (2)
Ermenek bağları üzerine, 1943 yılının Ekim ayında bir Alman uçağının düştüğünü yazımızın birinci bölümünde anlatmış ve “ Taşeli bölgesine başka uçak düştü mü ? “ diye sormuştuk. Elbette, geçen zaman içinde bölgeye başka uçaklar da düşmüştü. Bu olayları araştırarak ulaştığımız özet sayılabilecek bilgileri aşağıda sunuyoruz.
Ermenek ortaokuluna yeni başladığımız 1963 yılı sonbaharında, bir hafta sonu şehirde arkadaşlarla gezerken, bir jet uçağının Ermenek üzerinden alçak uçuşla geçip, Gargara (Güneyyurt) yönüne doğru daha da alçalarak gözden kayboluşunu izledik. Kısa bir süre sonra, Serper deresine/köprünün yanına bir askeri uçak düştüğü haber yayıldı. Arkadaşlarla, kaza yerine gidip durumu görmek istedik. Meydan mahallesinden geçip yaya yolundan olay yerinin göründüğü yere kadar gittik. Uzaktan duman yükseliyordu. Bu sırada bir helikopter olay yerinden şehre doğru üzerimizden geçti. Kaza yeri çok uzak gözüküyordu. Fikir değiştirdik ve şehre dönüp hiç olmazsa helikopteri görelim dedik ve geri döndük.
Ermenek’e ulaştığımızda, helikopterin Tekke’deki futbol sahasına indiğini, yaralı kurtulan pilotu alıp götürdüğünü öğrendik. Her iki olayı ve uçakları da yakından görememiştik. Uçağın, Konya 3. Hava Üssünden kalkan bir F-100 savaş (Av-Bombarduman) uçağı olduğunu, pilot Yüzbaşının yaralı kurtulduğunu, uçak parçalarının askeri araçlarla taşındığını sonradan duyduk. İşte, yöremizde yaşanan ikinci uçak kazası olayına tanıklığımız bu şekildedir.
İkinci uçak kazasından uzun yıllar sonra, 1983 yılı kış mevsiminde, akşam haberlerine “ Kıbrıs’tan kalkan bir askeri nakliye uçağının Anamur yaylaları üzerine geldiğinde radardan kaybolduğu, telsiz temasının kesildiği, durumun araştırıldığı” haberi düşmüştü. Bizim yöremiz olduğundan olayın gelişmesini takip etmiştik. Kıbrıs Ercan meydanından kalkan C-47 tipi askeri nakliye uçağı, iki pilot ve bir teknisyenle, Kaş yaylasını geçtiğinde irtibat kesilmişti. Karlı bir gündü ve yaylalar tamamen karla kaplıydı. Tesadüf olacak ki, aynı gün, Kazancı kasabası yukarı mahalleden bir gurup “geven” sökmek için Çandır yaylasının yukarısındaki belenlere gitmişlerdi.
Geven bitkisi, uçları dikenli, kalın kökleri olan, her tarafı yağlı bir bitki olup, kökleriyle birlikte sökülür, dikenleri ateşte ütülür (yakılır) evlere getirilince keserle dövülerek yumuşatılır ve kıyıldıktan sonra öküzlerin samanları üzerine yem olarak birer parça serpilirdi. Kazancılıların arasında Gıldır Halil (Yılmaz) da vardı. Gevenleri ütmeye başladıklarında, bulutlar etrafı sarmış ve kar atıştırmaya başlamıştı. Tecrübeli olan Rahmetli Halil Yılamaz, diğer arkadaşlarına seslenerek “ acele edin, hemen yola çıkalım, geç kalırsak tipiye tutulacağız “ diye ikazlar yapıyordu.
Geven ekibi, akşam saatlerinde kasabaya döndüler ve uçak kaybolması olayını duyunca Jandarma Karakoluna giderek duydukları ses ve yeri hakkında bilgi verdiler. Gece vakti yapılacak bir şey yoktu. Sabahın ilk saatlerinde, Anamur Radar Komutanı Alb. Metin KIVIRCIK ve yanındaki heyet Kazancı karakolundaydı. Gevenciler başta olmak üzere kalabalık bir halk topluluğu ile Çandır yaylasının üst kısımlarına gidildi. Her taraf kar altındaydı. Çevredeki tüm tepeler, koyaklar ve dereler arandı. Hiçbir işaret bulunamadı. Umutların tükenmeye başladığı sırada bir Kazancılı, bulunduğu yerden bakmakta olduğu karşı tepelerin birinde parlayan bir şey gördü. Yakınlarda bulunanlara tarifler yaparak bu parlayan cismin yakınlarına gidilmesini sağladı. Parlayan şey uçağın bir parçasıydı.
Nihayet uçak enkazı bulundu. Tepelerden bir kişinin yetişin uçak buraya düşmüş diye bağırması üzerine herkes o tarafa koştu. Nakliye uçağı, ağaçları kırarak bir kayalığa düşmüş ve gece yağan kar her şeyi kaplamıştı. Geniş bir alana dağılan enkaz arasından 2 pilot ve bir teknisyenin cesetleri bulundu. Uçak parçaları ve uçakta bulunan hediyelik eşyalar, çay, kahve, sigara ve mutfak eşyaları tahrip olmuştu. Olay yerine gelen resmi kişiler, gerekli çalışmaları yaparak şehit olan personel ve kıymetli uçak parçalarını köylülerin de yardımıyla kamyonlara ve araçlara taşıdılar. Çevrede kalan diğer parçalar ise baharda bölgeye gelen çobanların meraklı incelemelerine konu oldu. Böylece yöremize düşmüş olan bir uçak kazası da mazideki yeri almıştı. Gelecek sayıda başka bir uçak kazasını işlemek üzere…..
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ağustos 2007 / Kazancı /ERMENEK
Ermenek bağları üzerine, 1943 yılının Ekim ayında bir Alman uçağının düştüğünü yazımızın birinci bölümünde anlatmış ve “ Taşeli bölgesine başka uçak düştü mü ? “ diye sormuştuk. Elbette, geçen zaman içinde bölgeye başka uçaklar da düşmüştü. Bu olayları araştırarak ulaştığımız özet sayılabilecek bilgileri aşağıda sunuyoruz.
Ermenek ortaokuluna yeni başladığımız 1963 yılı sonbaharında, bir hafta sonu şehirde arkadaşlarla gezerken, bir jet uçağının Ermenek üzerinden alçak uçuşla geçip, Gargara (Güneyyurt) yönüne doğru daha da alçalarak gözden kayboluşunu izledik. Kısa bir süre sonra, Serper deresine/köprünün yanına bir askeri uçak düştüğü haber yayıldı. Arkadaşlarla, kaza yerine gidip durumu görmek istedik. Meydan mahallesinden geçip yaya yolundan olay yerinin göründüğü yere kadar gittik. Uzaktan duman yükseliyordu. Bu sırada bir helikopter olay yerinden şehre doğru üzerimizden geçti. Kaza yeri çok uzak gözüküyordu. Fikir değiştirdik ve şehre dönüp hiç olmazsa helikopteri görelim dedik ve geri döndük.
Ermenek’e ulaştığımızda, helikopterin Tekke’deki futbol sahasına indiğini, yaralı kurtulan pilotu alıp götürdüğünü öğrendik. Her iki olayı ve uçakları da yakından görememiştik. Uçağın, Konya 3. Hava Üssünden kalkan bir F-100 savaş (Av-Bombarduman) uçağı olduğunu, pilot Yüzbaşının yaralı kurtulduğunu, uçak parçalarının askeri araçlarla taşındığını sonradan duyduk. İşte, yöremizde yaşanan ikinci uçak kazası olayına tanıklığımız bu şekildedir.
İkinci uçak kazasından uzun yıllar sonra, 1983 yılı kış mevsiminde, akşam haberlerine “ Kıbrıs’tan kalkan bir askeri nakliye uçağının Anamur yaylaları üzerine geldiğinde radardan kaybolduğu, telsiz temasının kesildiği, durumun araştırıldığı” haberi düşmüştü. Bizim yöremiz olduğundan olayın gelişmesini takip etmiştik. Kıbrıs Ercan meydanından kalkan C-47 tipi askeri nakliye uçağı, iki pilot ve bir teknisyenle, Kaş yaylasını geçtiğinde irtibat kesilmişti. Karlı bir gündü ve yaylalar tamamen karla kaplıydı. Tesadüf olacak ki, aynı gün, Kazancı kasabası yukarı mahalleden bir gurup “geven” sökmek için Çandır yaylasının yukarısındaki belenlere gitmişlerdi.
Geven bitkisi, uçları dikenli, kalın kökleri olan, her tarafı yağlı bir bitki olup, kökleriyle birlikte sökülür, dikenleri ateşte ütülür (yakılır) evlere getirilince keserle dövülerek yumuşatılır ve kıyıldıktan sonra öküzlerin samanları üzerine yem olarak birer parça serpilirdi. Kazancılıların arasında Gıldır Halil (Yılmaz) da vardı. Gevenleri ütmeye başladıklarında, bulutlar etrafı sarmış ve kar atıştırmaya başlamıştı. Tecrübeli olan Rahmetli Halil Yılamaz, diğer arkadaşlarına seslenerek “ acele edin, hemen yola çıkalım, geç kalırsak tipiye tutulacağız “ diye ikazlar yapıyordu.
Geven ekibi, akşam saatlerinde kasabaya döndüler ve uçak kaybolması olayını duyunca Jandarma Karakoluna giderek duydukları ses ve yeri hakkında bilgi verdiler. Gece vakti yapılacak bir şey yoktu. Sabahın ilk saatlerinde, Anamur Radar Komutanı Alb. Metin KIVIRCIK ve yanındaki heyet Kazancı karakolundaydı. Gevenciler başta olmak üzere kalabalık bir halk topluluğu ile Çandır yaylasının üst kısımlarına gidildi. Her taraf kar altındaydı. Çevredeki tüm tepeler, koyaklar ve dereler arandı. Hiçbir işaret bulunamadı. Umutların tükenmeye başladığı sırada bir Kazancılı, bulunduğu yerden bakmakta olduğu karşı tepelerin birinde parlayan bir şey gördü. Yakınlarda bulunanlara tarifler yaparak bu parlayan cismin yakınlarına gidilmesini sağladı. Parlayan şey uçağın bir parçasıydı.
Nihayet uçak enkazı bulundu. Tepelerden bir kişinin yetişin uçak buraya düşmüş diye bağırması üzerine herkes o tarafa koştu. Nakliye uçağı, ağaçları kırarak bir kayalığa düşmüş ve gece yağan kar her şeyi kaplamıştı. Geniş bir alana dağılan enkaz arasından 2 pilot ve bir teknisyenin cesetleri bulundu. Uçak parçaları ve uçakta bulunan hediyelik eşyalar, çay, kahve, sigara ve mutfak eşyaları tahrip olmuştu. Olay yerine gelen resmi kişiler, gerekli çalışmaları yaparak şehit olan personel ve kıymetli uçak parçalarını köylülerin de yardımıyla kamyonlara ve araçlara taşıdılar. Çevrede kalan diğer parçalar ise baharda bölgeye gelen çobanların meraklı incelemelerine konu oldu. Böylece yöremize düşmüş olan bir uçak kazası da mazideki yeri almıştı. Gelecek sayıda başka bir uçak kazasını işlemek üzere…..
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ağustos 2007 / Kazancı /ERMENEK
Ermenek'e Uçak Düştü
ERMENEK’E BİR UÇAK DÜŞTÜ
Bir zamanlar, insanlar, her vesile ile ve bir çok olayı anlatırken veya bazı zaman dilimini belirtirken, “ Ermenek’ uçak düştüğü zaman, uçak düşmeden evvel, sonra “ gibi cümleler kullanırdı. Ben bu olayı, daha 7-8 yaşındayken, evimizde kışın kullandığımız beyaz renkli “ kaşağı “ denilen ve sığırlarla atları kaşımakta kullanılan alet sayesinde duymuştum. Beyaz renkli ve puntolarla birleştirilmiş hafif bir saçtan yapılmış olan bu el aletinin Ermenek’e düşen uçağın parçalarından yapılmış olduğu söylenirdi. Zaman içinde bu olayı incelemek istedim. Ermenek’e başka uçak düştü mü? sorusuna da cevap aradım.
Ermenek’e düşen uçak hakkında ayrıntılı bilgi içeren bir kayıt veya rapora ulaşamadım. Bilgiler, hep kulaktan kulağa aktarılan hususlardı. Kazancılı Ali Çavuş (Gımış Ali /AKADOĞAN)’ın anılarını dinledim. İkinci Dünya Savaşının tüm şiddeti ile devam ettiği 1940’lı yılların başı. Almak kuvvetleri, Yunanistan ve Bulgaristan’ı işgal ederek Edirne’de sınırlarımıza dayanmış durumda. Müttefik devletler, Türkiye’nin Almanlara karşı, yanlarında savaşa katılması için yoğun baskı yapıyorlar. Zamanın Cumhurbaşkanı Merhum İsmet İNÖNÜ ise savaşa girilmemesi için olağanüstü bir çaba harcamaktadır.
Bu savaş ve ekonomik kriz ortamı sürerken, 1943 yılının Ekim ayı başlarında bir akşam üstü, Ermenek şehri üzerinde bir uçak dönerek uçmaya başlar. Halk, bağ evlerine göçmüş, fırınlarda üzüm kaynatılmakta, şehir sınırlı da olsa elektrikle aydınlatılmaktadır. Zaten, uçak bu şehir ışıkları ve fırın alevlerini gördüğü için Ermenek üzerine gelmiştir. Uçağın gürültüsü yerden duyulmakta, ışıkları yanıp sönmektedir. Yöneticiler ve halk paniğe kapılır. Bir düşman uçağının bomba atmak için şehir üzerinde uçtuğu düşünülür. Uçak daireler çizerek havada dönmektedir. Şehir yöneticileri, karartma tedbiri olarak, hemen ışıkların söndürülmesine karar verir ve elektrik kesilir. Bahçelerdeki fırınların alevli yanışı sürmektedir.
Havada dolaşan esrarengiz uçak, gece yarısına doğru alçalmaya başlar ve büyük bir gürültü ile, Ermenek bağlarının alt kısımlarında olan, şimdiki, Yarase köprüsü yakınındaki bir tarlaya düşer. Bu çevrede bulunan insanlar merakla uçağın düştüğü yere koşarlar. İlk varanlardan Çolak Emin, uçak malzemelerini karıştırırken bir bomba patlar ve kolu kopar. Uçakta cephane olduğu anlaşıldığından, diğer insanlar korku içinde uzağa kaçarlar. Nihayet, şehirden jandarma gelir ve çevre emniyetini alarak gerekli araştırma başlatılır. Bu sıralarda, bahçelerden birindeki fırının yanına, paraşütle bir insan iner. Aslında, tam yere inemez ve bir ceviz ağacına asılı kalır. Bir başka bahçe duvara üzerine de bir kişi düşer. Meraklı ve korkulu kalabalık toplanırken, yetkililere de haber salınır. Düşen kişilerden biri ağır yaralı olduğundan, kısa süre sonra ölmüştür, Diğer yabancı, yaralı olarak kurtulur ve yetkililere teslim edilir.
Yere düşenlerin üzerinde, tabanca, bıçak ve ilave aletler ve gıdalar vardır. Muhtemelen, inikleri yerde düşman, vahşi hayvan ve tabiat ile mücadele etmek ve hayatlarına devam edebilmek için donatılmışlardır. Fakat, bu malzemelerden hiç birine ihtiyaç duymamışlardır. Sonradan anlaşılır ki, bir Alman uçağı, yolunu şaşırarak bölgeye gelmiş veya bölgeden geçerken arızalanmıştır. Uçaktakiler, nerede olduklarını bilmediklerinden, hiç olmazsa ışık olan yere inelim, belki, bizi bulup kurtarırlar diye Ermenek üzerine gelmişlerdir. Uçağın yakıtını bitirene kadar uçmuşlar ve sonunda paraşütle atlamışlardır.
Uçak enkazındaki silahlar, cephane ve cihazlar yetkililerce teslim alınarak şehre götürülür. Ölü ve yaralılar da şehirdedir. Üst makamlara haber verilir ve yaralı tedaviye alınır. Daha sonra, Karaman üzerinden Konya’ya gönderilir. Uçağın gövde enkazı yerinde kalmış olduğundan, çevreden gelenler tarafından paylaşılır. Özel alaşımlardan yapılmış olan, hafif ve dayanıklı gövde saçları Ermenek demirci ve saç ustalarına ulaşır. Böylece, uçağın parçaları, çevredeki bir çok köylünün evine ev ve el aletleri olarak dağılmış olur.
Ermenek ve çevresine başka uçak düştü mü ? sorusunun cevabı elbette “ düştü “ olacaktır. Hem de 3 uçak daha düşmüştür. Bu uçakların ne zaman ve nereye düştükleri konusunu gelecek sayımızda aktaralım…..
DERLEYEN : Av. Naci SÖZEN / Ağustos 2007 – KAZANCI / ERMENEK
Bir zamanlar, insanlar, her vesile ile ve bir çok olayı anlatırken veya bazı zaman dilimini belirtirken, “ Ermenek’ uçak düştüğü zaman, uçak düşmeden evvel, sonra “ gibi cümleler kullanırdı. Ben bu olayı, daha 7-8 yaşındayken, evimizde kışın kullandığımız beyaz renkli “ kaşağı “ denilen ve sığırlarla atları kaşımakta kullanılan alet sayesinde duymuştum. Beyaz renkli ve puntolarla birleştirilmiş hafif bir saçtan yapılmış olan bu el aletinin Ermenek’e düşen uçağın parçalarından yapılmış olduğu söylenirdi. Zaman içinde bu olayı incelemek istedim. Ermenek’e başka uçak düştü mü? sorusuna da cevap aradım.
Ermenek’e düşen uçak hakkında ayrıntılı bilgi içeren bir kayıt veya rapora ulaşamadım. Bilgiler, hep kulaktan kulağa aktarılan hususlardı. Kazancılı Ali Çavuş (Gımış Ali /AKADOĞAN)’ın anılarını dinledim. İkinci Dünya Savaşının tüm şiddeti ile devam ettiği 1940’lı yılların başı. Almak kuvvetleri, Yunanistan ve Bulgaristan’ı işgal ederek Edirne’de sınırlarımıza dayanmış durumda. Müttefik devletler, Türkiye’nin Almanlara karşı, yanlarında savaşa katılması için yoğun baskı yapıyorlar. Zamanın Cumhurbaşkanı Merhum İsmet İNÖNÜ ise savaşa girilmemesi için olağanüstü bir çaba harcamaktadır.
Bu savaş ve ekonomik kriz ortamı sürerken, 1943 yılının Ekim ayı başlarında bir akşam üstü, Ermenek şehri üzerinde bir uçak dönerek uçmaya başlar. Halk, bağ evlerine göçmüş, fırınlarda üzüm kaynatılmakta, şehir sınırlı da olsa elektrikle aydınlatılmaktadır. Zaten, uçak bu şehir ışıkları ve fırın alevlerini gördüğü için Ermenek üzerine gelmiştir. Uçağın gürültüsü yerden duyulmakta, ışıkları yanıp sönmektedir. Yöneticiler ve halk paniğe kapılır. Bir düşman uçağının bomba atmak için şehir üzerinde uçtuğu düşünülür. Uçak daireler çizerek havada dönmektedir. Şehir yöneticileri, karartma tedbiri olarak, hemen ışıkların söndürülmesine karar verir ve elektrik kesilir. Bahçelerdeki fırınların alevli yanışı sürmektedir.
Havada dolaşan esrarengiz uçak, gece yarısına doğru alçalmaya başlar ve büyük bir gürültü ile, Ermenek bağlarının alt kısımlarında olan, şimdiki, Yarase köprüsü yakınındaki bir tarlaya düşer. Bu çevrede bulunan insanlar merakla uçağın düştüğü yere koşarlar. İlk varanlardan Çolak Emin, uçak malzemelerini karıştırırken bir bomba patlar ve kolu kopar. Uçakta cephane olduğu anlaşıldığından, diğer insanlar korku içinde uzağa kaçarlar. Nihayet, şehirden jandarma gelir ve çevre emniyetini alarak gerekli araştırma başlatılır. Bu sıralarda, bahçelerden birindeki fırının yanına, paraşütle bir insan iner. Aslında, tam yere inemez ve bir ceviz ağacına asılı kalır. Bir başka bahçe duvara üzerine de bir kişi düşer. Meraklı ve korkulu kalabalık toplanırken, yetkililere de haber salınır. Düşen kişilerden biri ağır yaralı olduğundan, kısa süre sonra ölmüştür, Diğer yabancı, yaralı olarak kurtulur ve yetkililere teslim edilir.
Yere düşenlerin üzerinde, tabanca, bıçak ve ilave aletler ve gıdalar vardır. Muhtemelen, inikleri yerde düşman, vahşi hayvan ve tabiat ile mücadele etmek ve hayatlarına devam edebilmek için donatılmışlardır. Fakat, bu malzemelerden hiç birine ihtiyaç duymamışlardır. Sonradan anlaşılır ki, bir Alman uçağı, yolunu şaşırarak bölgeye gelmiş veya bölgeden geçerken arızalanmıştır. Uçaktakiler, nerede olduklarını bilmediklerinden, hiç olmazsa ışık olan yere inelim, belki, bizi bulup kurtarırlar diye Ermenek üzerine gelmişlerdir. Uçağın yakıtını bitirene kadar uçmuşlar ve sonunda paraşütle atlamışlardır.
Uçak enkazındaki silahlar, cephane ve cihazlar yetkililerce teslim alınarak şehre götürülür. Ölü ve yaralılar da şehirdedir. Üst makamlara haber verilir ve yaralı tedaviye alınır. Daha sonra, Karaman üzerinden Konya’ya gönderilir. Uçağın gövde enkazı yerinde kalmış olduğundan, çevreden gelenler tarafından paylaşılır. Özel alaşımlardan yapılmış olan, hafif ve dayanıklı gövde saçları Ermenek demirci ve saç ustalarına ulaşır. Böylece, uçağın parçaları, çevredeki bir çok köylünün evine ev ve el aletleri olarak dağılmış olur.
Ermenek ve çevresine başka uçak düştü mü ? sorusunun cevabı elbette “ düştü “ olacaktır. Hem de 3 uçak daha düşmüştür. Bu uçakların ne zaman ve nereye düştükleri konusunu gelecek sayımızda aktaralım…..
DERLEYEN : Av. Naci SÖZEN / Ağustos 2007 – KAZANCI / ERMENEK
Ermenek Savunma Gücündeki Köylüler
ERMENEK SAVUNMA GÜCÜNDE BİR ARNAVALI
Ermenek ilçesi 1920 yılı sonbaharında, Aslan Mehmet adında bir eşkıya tarafından kuşatılarak ablukaya alınmıştır. Bu ekşiye Sarıveliler köyünden itibaren çevresine topladığı yandaşlarıyla birlikte, en önemli adamları Efe Dayı ve Hüsnü Çavuş lakaplarındaki kişilerle birlikte şehrin kuzey tarafındaki (Delikkaya tepesi) tepelerden kurşun yağdırmış ve şehrin kendilerine teslim edilmesini, sarı lira, altın ve gümüş paraların meydana toplanması isteyip yöneticilere süre vermiştir.
Bu durum karşısında paniğe kapılan şehir yöneticileri, bir taraftan Karaman, Mut, Gülnar ve Silifke merkezlerine teller çekerek takviye kuvvet isterken, diğer yandan, Karşıyaka köyleri muhtarlarından, eli silah tutan cesur kişilerin ve avcıların silahlarıyla birlikte Ermenek şehrini savunmaya gönderilmesini emrederler. Tellere gelen cevaplarda, silahlı askerlerin yola çıktığı bildirilmekte, eldeki güçlerle saldırganların oyalanması ve şehre sokulmaması istenmektedir. İşte, bu olay sonrası Ermenek’e takviye kuvvet olarak gönderilenler arasında Kazancılı Çanlı Hasan ile Arnava köyünden Mehmet Ali ve Eskice köyünden Deli Mehmet adındaki kişiler de vardır.
Köylerden gelen bu silahlı kişiler, belli bir sırayla, Belediye, Kaymakamlık, PTT, hastane gibi devlete ait görev binaları önünde gece-gündüz devriye görevine başlamışlardır. Eşkıyaların şehre girmesini engellemek ve onları oyalamak için, müftü ve öğretmenlerden oluşan gönüllü elçi (arabulucu) heyeti bile gönderilmiştir. Aslan Mehmet şehirdeki silahlı gücü bilmediğinden işgale karar verememekte ve bilgi toplamaya çalışmaktadır. Bu amaçla, bir adamını kadın kıyafetiyle gece yarısı şehre gönderir. Aslında halk ve yöneticiler tedirgin ve stres içinde, akşam olmadan herkes evine girmektedir.
Şehre batıdan, Meydan tarafından giren eşkıya, Sipas camii önünden geçerken orada devriye gezen Arnavalı Mehmet Ali, kadına nereye gittiğini? sorar. Kadın, yavaşca “değirmene una gederin” diye cevap verir. Arnavalı, içinden, “ vah zavallı kadın, çocukları evde aç olmasa bu vaziyette dışarı çıkar mı? “ diye düşünür ve kadının geçmesine müsaade eder. Kadın, biraz ilerdeki PTT önüne gelince, Eskiceli Deli Mehmet durdurur. Kadın bir şeyler söyler, fakat, inandırıcı cevap veremez. Birazda bocalamış olacak ki, Deli Mehmet, kadının yüzünü açmasını söyler. Kadın, “namahremdir efendi, yüzümü açamam” diye söylenmektedir.
Kazancılı Çanlı Hasan Goca Kaymakamlık çevresinde devriye gezmektedir. Uzaktan gelen sesleri duyunca, neler olduğunu anlamak için yaklaşır. Kadın yüzünü açmamakta ısrar etmektedir. Deli Mehmet ise günah olur veya ayıp olur diye çekindiğinden kendisi açmamaktadır. Uzaktan gelen Çanlı Goca, “durun, ben Kaymakamlığı koruyorum, bana namahrem olmaz “ diyerek kadının yüzündeki örtüyü bir hamlede çeker. Örtünün altında bir erkek olduğu anlaşılınca, adam sokak arasına koşmaya başlar. Düdük sesleri ve silah atışlarıyla ajan şaki yakalanır.
Kaymakam ve Jandarma adamı sorgular, eşkıyalar kaç kişi, kimler, silahları, amaçları gibi konularda bilgi alırlar. Eşkiyayı yakalayanlara “aferin” dedikten sonra Arnavalı Mehmet Ali sorguya alınır. Tanımadığı kişiye niçin yol verdiği, Eskicelinin doğru hareket ederek yol vermediği, hareketi sorulur. Arnavalı “ Deli Mehmet bir delilik yapmış kadını durdurmuş “ diye cevap verir. Bunu dinleyenler şaşırmıştır. Adam görevini yapıyor, sen buna delilik diyorsun, bu nasıl iştir, diye bağırırlar.. Arnavalı ise, “gece vakti yalnız bir kadını durdurmak ve yüzünü açmak akıllı adam işi olamaz “ diye ısrar eder.
Tartışmalar devam edip gider, şakiler şehre giremez ve dışardan yola çıkan takviyeler yetişir. Silahlı çatışmalar iki gün sürer. Bozguna uğrayan eşkıyalar kaçmaya başlar. Aslan Mehmet yaralı yakalanır. Yargılanır ve idam hükmü Ankara da onaylandığından eski cezaevi bahçesinde idam edilir. Bizim muhafızlara armağan ve takdir belgeleri verilir. Hepsi “ biz, Ermenek Kaymakamını ve Ermenek Şehrini eşkıyadan koruduk, Aslan Mehmet’in icabina baktık “ diye övünerek köylerine dönerler.. Bir ayaklanma, işgal ve savunma hadisesi de böylece, anılardaki ve tarihteki yerini alır….
Gelecek Sayıda “ Aslan Mehmet’in Oğulları Kimleri Arıyor ? “ bölümü …
Ermenek ilçesi 1920 yılı sonbaharında, Aslan Mehmet adında bir eşkıya tarafından kuşatılarak ablukaya alınmıştır. Bu ekşiye Sarıveliler köyünden itibaren çevresine topladığı yandaşlarıyla birlikte, en önemli adamları Efe Dayı ve Hüsnü Çavuş lakaplarındaki kişilerle birlikte şehrin kuzey tarafındaki (Delikkaya tepesi) tepelerden kurşun yağdırmış ve şehrin kendilerine teslim edilmesini, sarı lira, altın ve gümüş paraların meydana toplanması isteyip yöneticilere süre vermiştir.
Bu durum karşısında paniğe kapılan şehir yöneticileri, bir taraftan Karaman, Mut, Gülnar ve Silifke merkezlerine teller çekerek takviye kuvvet isterken, diğer yandan, Karşıyaka köyleri muhtarlarından, eli silah tutan cesur kişilerin ve avcıların silahlarıyla birlikte Ermenek şehrini savunmaya gönderilmesini emrederler. Tellere gelen cevaplarda, silahlı askerlerin yola çıktığı bildirilmekte, eldeki güçlerle saldırganların oyalanması ve şehre sokulmaması istenmektedir. İşte, bu olay sonrası Ermenek’e takviye kuvvet olarak gönderilenler arasında Kazancılı Çanlı Hasan ile Arnava köyünden Mehmet Ali ve Eskice köyünden Deli Mehmet adındaki kişiler de vardır.
Köylerden gelen bu silahlı kişiler, belli bir sırayla, Belediye, Kaymakamlık, PTT, hastane gibi devlete ait görev binaları önünde gece-gündüz devriye görevine başlamışlardır. Eşkıyaların şehre girmesini engellemek ve onları oyalamak için, müftü ve öğretmenlerden oluşan gönüllü elçi (arabulucu) heyeti bile gönderilmiştir. Aslan Mehmet şehirdeki silahlı gücü bilmediğinden işgale karar verememekte ve bilgi toplamaya çalışmaktadır. Bu amaçla, bir adamını kadın kıyafetiyle gece yarısı şehre gönderir. Aslında halk ve yöneticiler tedirgin ve stres içinde, akşam olmadan herkes evine girmektedir.
Şehre batıdan, Meydan tarafından giren eşkıya, Sipas camii önünden geçerken orada devriye gezen Arnavalı Mehmet Ali, kadına nereye gittiğini? sorar. Kadın, yavaşca “değirmene una gederin” diye cevap verir. Arnavalı, içinden, “ vah zavallı kadın, çocukları evde aç olmasa bu vaziyette dışarı çıkar mı? “ diye düşünür ve kadının geçmesine müsaade eder. Kadın, biraz ilerdeki PTT önüne gelince, Eskiceli Deli Mehmet durdurur. Kadın bir şeyler söyler, fakat, inandırıcı cevap veremez. Birazda bocalamış olacak ki, Deli Mehmet, kadının yüzünü açmasını söyler. Kadın, “namahremdir efendi, yüzümü açamam” diye söylenmektedir.
Kazancılı Çanlı Hasan Goca Kaymakamlık çevresinde devriye gezmektedir. Uzaktan gelen sesleri duyunca, neler olduğunu anlamak için yaklaşır. Kadın yüzünü açmamakta ısrar etmektedir. Deli Mehmet ise günah olur veya ayıp olur diye çekindiğinden kendisi açmamaktadır. Uzaktan gelen Çanlı Goca, “durun, ben Kaymakamlığı koruyorum, bana namahrem olmaz “ diyerek kadının yüzündeki örtüyü bir hamlede çeker. Örtünün altında bir erkek olduğu anlaşılınca, adam sokak arasına koşmaya başlar. Düdük sesleri ve silah atışlarıyla ajan şaki yakalanır.
Kaymakam ve Jandarma adamı sorgular, eşkıyalar kaç kişi, kimler, silahları, amaçları gibi konularda bilgi alırlar. Eşkiyayı yakalayanlara “aferin” dedikten sonra Arnavalı Mehmet Ali sorguya alınır. Tanımadığı kişiye niçin yol verdiği, Eskicelinin doğru hareket ederek yol vermediği, hareketi sorulur. Arnavalı “ Deli Mehmet bir delilik yapmış kadını durdurmuş “ diye cevap verir. Bunu dinleyenler şaşırmıştır. Adam görevini yapıyor, sen buna delilik diyorsun, bu nasıl iştir, diye bağırırlar.. Arnavalı ise, “gece vakti yalnız bir kadını durdurmak ve yüzünü açmak akıllı adam işi olamaz “ diye ısrar eder.
Tartışmalar devam edip gider, şakiler şehre giremez ve dışardan yola çıkan takviyeler yetişir. Silahlı çatışmalar iki gün sürer. Bozguna uğrayan eşkıyalar kaçmaya başlar. Aslan Mehmet yaralı yakalanır. Yargılanır ve idam hükmü Ankara da onaylandığından eski cezaevi bahçesinde idam edilir. Bizim muhafızlara armağan ve takdir belgeleri verilir. Hepsi “ biz, Ermenek Kaymakamını ve Ermenek Şehrini eşkıyadan koruduk, Aslan Mehmet’in icabina baktık “ diye övünerek köylerine dönerler.. Bir ayaklanma, işgal ve savunma hadisesi de böylece, anılardaki ve tarihteki yerini alır….
Gelecek Sayıda “ Aslan Mehmet’in Oğulları Kimleri Arıyor ? “ bölümü …
Sevgi Mezarı - ( 1)
SEVGİ MEZARI VE SONSUZ BİR AŞKIN ÖYKÜSÜ – (1)
SANA DERİM, SANA, ZEYVE’NİN BÜKÜ !!!
Bu yazı dizimizde, Taşeli bölgesi de denilen Orta Toroslar üzerinde, uzun yıllar önce yaşanmış ve günümüze kadar dilden dile aktarılarak ölümsüzleştirilmiş, hatta, destanlara, ağıtlara ve öykülere konu edilmiş bir aşkın hikayesini okuyuculara anlatmaya çalışacağız. Bu aşkın hikayesini 20 yıl önce araştırmış ve TRT’nin 40. yıl yarışmalarına bir film senaryosu şeklinde katılmıştım. Geçen zaman içinde, hikayenin bu güne yansıyan uzantılarını da öğrenmek kısmet oldu. Aslında, bu öykü ve destanı, Araştırmacı – Yazar /Şairlerimiz, Muhterem büyüklerimiz Halit BARDAKCI ve Mustafa ERTAŞ tarafından yazılmış olan kitaplarda yer almıştır.
Hikayemizin en hazin ve dönümsüz - sonsuzluk yolculuğunun, Zeyve deresinde (Bükü) yaşanmış olduğunu öğrendiğimde, bu yörede bulunduğu söylenen “ Sevgi Mezarını” araştırmakla işe başladım. Şairinin Ozan Muslu olduğu bilinen Tuna-Suna aşkının destanında yer alan şu dörtlük ilk dikkatimi çeken husus oldu. Şöyle ki;
.Doku ey sevdiğim, halılar doku..
.Erkenden yüklemiş Sunam bu yükü,
.Sana derim, sana, Zeyve’nin Bükü,
.Gök öncekli Bahşiş kızı geçti mi?...
Destan ve öykü beni çok etkilemiş olacak ki, sevda öyküsünü yazmak istedim, mezarın sırrını çözmek istedim. Hikayenin kahramanları, Anamur Gercebahşiş köyünde yaşayan bir Türkmen (Yörük) aşireti mensuplarıdır.. Yüzyıllardır, kışı köylerinde geçiren aşiret, ilkbahar ile birlikte, develeri, sürüleri ve insanlarıyla birlikte bir göç katarı oluşturup, Mernek alanı,Anamur çalı, Zinhar yokuşu, Zeyve deresi (Bükü) Alaköprü, Ermenek şehri ve Keben yokuşunu takip ederek Barçın yaylasına ulaşırlar ve yazı bu bölgede geçirerek, sonbaharda aynı yoldan Anamur’a dönerlerdi.
Bu göç şekli ve göç yolu, son yıllarda oldukça değişikliğe uğramış olup, sadece sürüler bu yolu takip etmekte, diğer hayvanlar, yükler ve insanlar kamyonlara yüklenerek, Kazancı üzerinden gidiş-dönüş yolu izlenmektedir. Bir asır öncesi, bu aşirette doğan Tuna adında oğlan ve Suna adında kız çocuğu, aileleri tarafından, “ beşik kertmesi ” olarak bebekliklerinde sözlendirilir. Gençler evlenecek yaşa geldiklerinde, aşiret reisinin oğlu Zeynel de Suna’ya aşıktır. İşte, bu hazin öykümüz, Tuna ile Sunanın ölümsüz aşkını anlatır.
Sevgi Mezarını bulmak için gittiğim Zeyve köyünde, yaptığım görüşmelerde, köylülerin böyle bir olayı duyduklarını, fakat, mezarın yerini bilmediklerini öğrenince bir an umutsuzluğa kapıldım. Köyün en yaşlısı olan Gökmehmet oğlu Celil oğlu, 1922 doğumlu Osman GÖK ile görüşmeye karar verdim. Kendisiyle uzun uzun konuştum. Mezarın, şimdiki Zeyve Pazarının alt kısımlarında dere kenarına rastlayan çalılık içinde bir yerde olduğunu söyleyince oraya gittik. Küçük bir çocuğun kuzularını otlattığı, yıllardır ekilip biçilmemiş, çevresini çalıların kapladığı bir düzlüğe ulaştık.
Mezarın o düzlükte olacağını belirten Osman amca ile birlikte, çevremizi araştırmaya başladık. Nihayet, çalıların arasında kalmış, taşları bile kaybolmuş şekildeki mezarı bulabilmiştik. Kalbimizi anlatılmaz bir hüzün kaplarken, gözlerimizde de mezarı bulmuş olmanın sevinci belirmişti.. Destanda yer alan şu dörtlüğü hatırladım.
. Acı merhem, tatlı merhem düzmeyin,
. Yaram derin, düğmelerim çözmeyin.
. Mezarımı yoldan uzak kazmayın,
. Geçtik sıra, Tunam görsün ağlasın….
Bu satırların beni en çok hüzünlendiren yanı, göç yollarının artık mezarın yakınlarından geçmediği, aşiret mensuplarının mezarı unuttukları, çevrede yaşayanların da mezarın varlığını ve yerini bilmedikleri gerçeğidir. Başka aşk öyküleri ve destanlarda “ mezarın üstünde biten otlar beş karış olmayınca gönül yardan ayrılmaz “ diye bahsedilir. Halbuki, burada, mezarın üstünde biten fidanlar ağaç olmuş ve dolayısıyla, gönül yardan ayrılalı uzun yıllar geçmiştir.
(Gelecek Sayıda “ Sevdiğimin Çekip Gider Obası” başlıklı ikinci bölüm yayınlanacaktır. )
Yazan /Derleyen : Av. Naci SÖZEN (Araştırmacı-Yazar )
SANA DERİM, SANA, ZEYVE’NİN BÜKÜ !!!
Bu yazı dizimizde, Taşeli bölgesi de denilen Orta Toroslar üzerinde, uzun yıllar önce yaşanmış ve günümüze kadar dilden dile aktarılarak ölümsüzleştirilmiş, hatta, destanlara, ağıtlara ve öykülere konu edilmiş bir aşkın hikayesini okuyuculara anlatmaya çalışacağız. Bu aşkın hikayesini 20 yıl önce araştırmış ve TRT’nin 40. yıl yarışmalarına bir film senaryosu şeklinde katılmıştım. Geçen zaman içinde, hikayenin bu güne yansıyan uzantılarını da öğrenmek kısmet oldu. Aslında, bu öykü ve destanı, Araştırmacı – Yazar /Şairlerimiz, Muhterem büyüklerimiz Halit BARDAKCI ve Mustafa ERTAŞ tarafından yazılmış olan kitaplarda yer almıştır.
Hikayemizin en hazin ve dönümsüz - sonsuzluk yolculuğunun, Zeyve deresinde (Bükü) yaşanmış olduğunu öğrendiğimde, bu yörede bulunduğu söylenen “ Sevgi Mezarını” araştırmakla işe başladım. Şairinin Ozan Muslu olduğu bilinen Tuna-Suna aşkının destanında yer alan şu dörtlük ilk dikkatimi çeken husus oldu. Şöyle ki;
.Doku ey sevdiğim, halılar doku..
.Erkenden yüklemiş Sunam bu yükü,
.Sana derim, sana, Zeyve’nin Bükü,
.Gök öncekli Bahşiş kızı geçti mi?...
Destan ve öykü beni çok etkilemiş olacak ki, sevda öyküsünü yazmak istedim, mezarın sırrını çözmek istedim. Hikayenin kahramanları, Anamur Gercebahşiş köyünde yaşayan bir Türkmen (Yörük) aşireti mensuplarıdır.. Yüzyıllardır, kışı köylerinde geçiren aşiret, ilkbahar ile birlikte, develeri, sürüleri ve insanlarıyla birlikte bir göç katarı oluşturup, Mernek alanı,Anamur çalı, Zinhar yokuşu, Zeyve deresi (Bükü) Alaköprü, Ermenek şehri ve Keben yokuşunu takip ederek Barçın yaylasına ulaşırlar ve yazı bu bölgede geçirerek, sonbaharda aynı yoldan Anamur’a dönerlerdi.
Bu göç şekli ve göç yolu, son yıllarda oldukça değişikliğe uğramış olup, sadece sürüler bu yolu takip etmekte, diğer hayvanlar, yükler ve insanlar kamyonlara yüklenerek, Kazancı üzerinden gidiş-dönüş yolu izlenmektedir. Bir asır öncesi, bu aşirette doğan Tuna adında oğlan ve Suna adında kız çocuğu, aileleri tarafından, “ beşik kertmesi ” olarak bebekliklerinde sözlendirilir. Gençler evlenecek yaşa geldiklerinde, aşiret reisinin oğlu Zeynel de Suna’ya aşıktır. İşte, bu hazin öykümüz, Tuna ile Sunanın ölümsüz aşkını anlatır.
Sevgi Mezarını bulmak için gittiğim Zeyve köyünde, yaptığım görüşmelerde, köylülerin böyle bir olayı duyduklarını, fakat, mezarın yerini bilmediklerini öğrenince bir an umutsuzluğa kapıldım. Köyün en yaşlısı olan Gökmehmet oğlu Celil oğlu, 1922 doğumlu Osman GÖK ile görüşmeye karar verdim. Kendisiyle uzun uzun konuştum. Mezarın, şimdiki Zeyve Pazarının alt kısımlarında dere kenarına rastlayan çalılık içinde bir yerde olduğunu söyleyince oraya gittik. Küçük bir çocuğun kuzularını otlattığı, yıllardır ekilip biçilmemiş, çevresini çalıların kapladığı bir düzlüğe ulaştık.
Mezarın o düzlükte olacağını belirten Osman amca ile birlikte, çevremizi araştırmaya başladık. Nihayet, çalıların arasında kalmış, taşları bile kaybolmuş şekildeki mezarı bulabilmiştik. Kalbimizi anlatılmaz bir hüzün kaplarken, gözlerimizde de mezarı bulmuş olmanın sevinci belirmişti.. Destanda yer alan şu dörtlüğü hatırladım.
. Acı merhem, tatlı merhem düzmeyin,
. Yaram derin, düğmelerim çözmeyin.
. Mezarımı yoldan uzak kazmayın,
. Geçtik sıra, Tunam görsün ağlasın….
Bu satırların beni en çok hüzünlendiren yanı, göç yollarının artık mezarın yakınlarından geçmediği, aşiret mensuplarının mezarı unuttukları, çevrede yaşayanların da mezarın varlığını ve yerini bilmedikleri gerçeğidir. Başka aşk öyküleri ve destanlarda “ mezarın üstünde biten otlar beş karış olmayınca gönül yardan ayrılmaz “ diye bahsedilir. Halbuki, burada, mezarın üstünde biten fidanlar ağaç olmuş ve dolayısıyla, gönül yardan ayrılalı uzun yıllar geçmiştir.
(Gelecek Sayıda “ Sevdiğimin Çekip Gider Obası” başlıklı ikinci bölüm yayınlanacaktır. )
Yazan /Derleyen : Av. Naci SÖZEN (Araştırmacı-Yazar )
25 Ağustos 2007 Cumartesi
Ermeni Meselesi - 1
OSMANLI ARŞİVLERİNDE ERMENİ MESELESİ BELGELERİNDEN SEÇMELER
Bilindiği üzere, “ Ermeni Meselesi “ konusu, uzun yıllar varlığını kabul etmediğimiz, bilmiyor göründüğümüz, duymamış ve görmemiş gibi davrandığımız, buna karşı, Ermenilerin sürekli canlı tuttukları ve ASALA terörü sonrası gelinen bu noktada, bizi tüm platformlarda engelleyen, Vatanımızın bölünmezliği, Devletimizin ve Milletimizin birliği konularında bile tehdit eder bir hale gelmiştir. Yapılan tespitlere göre, Ermeniler, bu konuyu canlı tutmak ve dünyaya yaymak için 36 000 adet kitap, dergi ve makale yayınlamışlardır. Biz ise, 16 civarında kitap yayınlamışız ve bunların hiç biri kütüphanelerde ve kitapçılarda bulunmuyor.
Osmanlı İmparatorluğu, 93 harbi olarak bilinen savaşta Rusya’ya yenilmiş ve tüm Balkanları kaybetmiş, Rus orduları İstanbul önlerine dayanmışlardır. Savaş sonrası yapılan Ayastafenos (Yeşilköy) anlaşması ve sonrasında toplanan Berlin Konferansı ile sonuçta imzalanan Berlin Antlaşması kapsamındaki şartları kabul etmekle, tarihçiler göre, Osmanlı İmparatorluğu kendi idam fermanını imzalamış oluyordu. Bu anlaşmalar ve kapsamında yer alan maddeleri incelemeyi sonraya bırakalım ve Berlin’de Osmanlı’nın temsil edilmesi konusunda yaşanmış olan ibret verici durumu gerçek belgesinden öğrenelim. Şimdi, Osmanlı Yıldız Arşivlerinin tercüme edilmiş cildinin ilgili sayfasını okuyalım..
“ KAYNAK : Osmanlı Arşivi, Karton-4, Kısım-9, Zarf-72, Evrak-1071, Ermeni meselesi,
ÖZEL YAZI
Kimden : Padişah Hazretleri’nden,
Kime : Cevdet Paşa’ya
Konu : Düstur (Yasalar Dergisi) Kurulu’nun ne zaman oluşturulduğu ve Berlin’deki kongreye gönderilen Ermeniler,
Ermenilere verilen Meclis-i Umumi (Genel Kurul) ayrıcalığı hakkında Bakanlar Kurulu Tutanağı ve Kararnamesi yoktur.Yalnız, imza yerine M harfi bulunan Başkanlığın bir yazısı bulunmuştur. Böyle bir ayrıcalığın, Şura-yı Devlet (Danıştay) ve Bakanlar Kurulu kararı olmadan, yalnız bir M harfi ile yazılmaları mümkün müdür ? Bu durum, devletin kanun, nizam ve geleneklerine ters düşmektedir.
Berlin’deki kongreye 3 Ermeni delege gönderilmiş, bunların gönderilişleri ve niçin gönderildikleri Efendimizce bilinmemektedir. Ne kadar üzücüdür ki, bu konuda çok sonra bilgileri olmuştur. Bu olay Bakanlardan hangisinin kararı ile olmuştur. Kongreye gönderilen Ermenilerin ikisi Bab-ı Ali’ye getirilerek (bunlardan biri Horen Luzinyan, diğeri ölen Patrik Ohennes, üçüncüsü bilinmiyor) kendilerine devlet tarafından gönderildikleri söylenmiştir.
Bu kişiler, Berlin’de Devletin aleyhinde ve Anadolu’yu şu duruma koyacak şekilde imza koymuşlardır.Devlet Başkanının haberi olmadığı halde, o zamanki Bakanların verdiği şeyi şimdi de istemektedirler. Ne büyük alçaklı ! Din ve devletine ne büyük hainlik ! Allah’ın laneti üzerlerine olsun..
Bu konuyla ilgili ne varsa bütün bilgilerinizi hatırlarda kaldığı derece sunmanızı.. Efendimize ve Devlete olan sevgi ve bağlılığınız, böyle bir görevi yerine getirmeniz Allah ve Resulünü de hoşnut etmiş olacaktır. “
Arşiv kitabının ilgili sayfasının bir yüzünde resmi belgenin eski yazı (arapca) sureti, diğer yüzünde ise, birinci sütun Osmanlıca, ortada Türkçe ve son sütunda İngilizce yazımı yer almaktadır. Biz belgedeki Türkçe sütundaki yazıları aldık. Belgede yer alan her paragrafı alamadık, fakat, aldığımız cümle ve paragraflarda hiçbir kelimede ve yazım değişikliği yapmadan, ne yazıyorsa öyle aldık.
Gelelim bu belgenin değerlendirilmesine.. Şimdi bu belgeden öğreniyoruz ki, idam fermanı olan Berlin Konferansı ve Anlaşması sırasında Osmanlı’yı Ermeniler temsil etmiş, fakat, kim veya kimlerin görevlendirdiği belli değil. Padişah bunları çok sonra öğreniyor ve ilave bilgi için eski görevlilere bu yazıyı yazıyor.. Siyasi Tarihimizi incelediğimizde bir çok olay karşısında ağlamak-gülmek arasında bocalamış ve bu kadar da olmaz demiştik.. Demek ki dahası da varmış. Yakın geçmişte, ilk körfez harekatı sırasında Genel Kurmay Başkanlığından Irak üzerine sefer düzenlenmesi istendiği için zamanın Genel Kurmay Başkanı istifa etmiş ve çok tartışma yaşanmıştı. Sonradan öğrenildi ki, Başbakanlıktan gönderilen ve sefer düzenlenmesini isteyen belge müsteşar tarafından çekilmiş bir faksmış ve sefer bu faks yazısıyla istendiğinden istifanın olduğu şeklindeydi..
Bu anlaşmalardaki, kabul edilen maddeler doğrultusunda ve Avrupa ülkelerinin (İngiltere, Rusya ve Fransa başta olmak üzere) baskıları sonucu Islahat Fermanı yayınlanmış ve bağımsız bir devlet kurma hayaline kapılan Ermeniler, önce silahlanmışlar, örgütlenmişler ve nihayet zamanı geldiğine inanarak isyanlara başlamışlar, cephelerde savaşan Osmanlı’yı, yani kendi devletini arkadan vurmuşlardır. Daha neleri öğreneceğiz bakalım…
.
Bilindiği üzere, “ Ermeni Meselesi “ konusu, uzun yıllar varlığını kabul etmediğimiz, bilmiyor göründüğümüz, duymamış ve görmemiş gibi davrandığımız, buna karşı, Ermenilerin sürekli canlı tuttukları ve ASALA terörü sonrası gelinen bu noktada, bizi tüm platformlarda engelleyen, Vatanımızın bölünmezliği, Devletimizin ve Milletimizin birliği konularında bile tehdit eder bir hale gelmiştir. Yapılan tespitlere göre, Ermeniler, bu konuyu canlı tutmak ve dünyaya yaymak için 36 000 adet kitap, dergi ve makale yayınlamışlardır. Biz ise, 16 civarında kitap yayınlamışız ve bunların hiç biri kütüphanelerde ve kitapçılarda bulunmuyor.
Osmanlı İmparatorluğu, 93 harbi olarak bilinen savaşta Rusya’ya yenilmiş ve tüm Balkanları kaybetmiş, Rus orduları İstanbul önlerine dayanmışlardır. Savaş sonrası yapılan Ayastafenos (Yeşilköy) anlaşması ve sonrasında toplanan Berlin Konferansı ile sonuçta imzalanan Berlin Antlaşması kapsamındaki şartları kabul etmekle, tarihçiler göre, Osmanlı İmparatorluğu kendi idam fermanını imzalamış oluyordu. Bu anlaşmalar ve kapsamında yer alan maddeleri incelemeyi sonraya bırakalım ve Berlin’de Osmanlı’nın temsil edilmesi konusunda yaşanmış olan ibret verici durumu gerçek belgesinden öğrenelim. Şimdi, Osmanlı Yıldız Arşivlerinin tercüme edilmiş cildinin ilgili sayfasını okuyalım..
“ KAYNAK : Osmanlı Arşivi, Karton-4, Kısım-9, Zarf-72, Evrak-1071, Ermeni meselesi,
ÖZEL YAZI
Kimden : Padişah Hazretleri’nden,
Kime : Cevdet Paşa’ya
Konu : Düstur (Yasalar Dergisi) Kurulu’nun ne zaman oluşturulduğu ve Berlin’deki kongreye gönderilen Ermeniler,
Ermenilere verilen Meclis-i Umumi (Genel Kurul) ayrıcalığı hakkında Bakanlar Kurulu Tutanağı ve Kararnamesi yoktur.Yalnız, imza yerine M harfi bulunan Başkanlığın bir yazısı bulunmuştur. Böyle bir ayrıcalığın, Şura-yı Devlet (Danıştay) ve Bakanlar Kurulu kararı olmadan, yalnız bir M harfi ile yazılmaları mümkün müdür ? Bu durum, devletin kanun, nizam ve geleneklerine ters düşmektedir.
Berlin’deki kongreye 3 Ermeni delege gönderilmiş, bunların gönderilişleri ve niçin gönderildikleri Efendimizce bilinmemektedir. Ne kadar üzücüdür ki, bu konuda çok sonra bilgileri olmuştur. Bu olay Bakanlardan hangisinin kararı ile olmuştur. Kongreye gönderilen Ermenilerin ikisi Bab-ı Ali’ye getirilerek (bunlardan biri Horen Luzinyan, diğeri ölen Patrik Ohennes, üçüncüsü bilinmiyor) kendilerine devlet tarafından gönderildikleri söylenmiştir.
Bu kişiler, Berlin’de Devletin aleyhinde ve Anadolu’yu şu duruma koyacak şekilde imza koymuşlardır.Devlet Başkanının haberi olmadığı halde, o zamanki Bakanların verdiği şeyi şimdi de istemektedirler. Ne büyük alçaklı ! Din ve devletine ne büyük hainlik ! Allah’ın laneti üzerlerine olsun..
Bu konuyla ilgili ne varsa bütün bilgilerinizi hatırlarda kaldığı derece sunmanızı.. Efendimize ve Devlete olan sevgi ve bağlılığınız, böyle bir görevi yerine getirmeniz Allah ve Resulünü de hoşnut etmiş olacaktır. “
Arşiv kitabının ilgili sayfasının bir yüzünde resmi belgenin eski yazı (arapca) sureti, diğer yüzünde ise, birinci sütun Osmanlıca, ortada Türkçe ve son sütunda İngilizce yazımı yer almaktadır. Biz belgedeki Türkçe sütundaki yazıları aldık. Belgede yer alan her paragrafı alamadık, fakat, aldığımız cümle ve paragraflarda hiçbir kelimede ve yazım değişikliği yapmadan, ne yazıyorsa öyle aldık.
Gelelim bu belgenin değerlendirilmesine.. Şimdi bu belgeden öğreniyoruz ki, idam fermanı olan Berlin Konferansı ve Anlaşması sırasında Osmanlı’yı Ermeniler temsil etmiş, fakat, kim veya kimlerin görevlendirdiği belli değil. Padişah bunları çok sonra öğreniyor ve ilave bilgi için eski görevlilere bu yazıyı yazıyor.. Siyasi Tarihimizi incelediğimizde bir çok olay karşısında ağlamak-gülmek arasında bocalamış ve bu kadar da olmaz demiştik.. Demek ki dahası da varmış. Yakın geçmişte, ilk körfez harekatı sırasında Genel Kurmay Başkanlığından Irak üzerine sefer düzenlenmesi istendiği için zamanın Genel Kurmay Başkanı istifa etmiş ve çok tartışma yaşanmıştı. Sonradan öğrenildi ki, Başbakanlıktan gönderilen ve sefer düzenlenmesini isteyen belge müsteşar tarafından çekilmiş bir faksmış ve sefer bu faks yazısıyla istendiğinden istifanın olduğu şeklindeydi..
Bu anlaşmalardaki, kabul edilen maddeler doğrultusunda ve Avrupa ülkelerinin (İngiltere, Rusya ve Fransa başta olmak üzere) baskıları sonucu Islahat Fermanı yayınlanmış ve bağımsız bir devlet kurma hayaline kapılan Ermeniler, önce silahlanmışlar, örgütlenmişler ve nihayet zamanı geldiğine inanarak isyanlara başlamışlar, cephelerde savaşan Osmanlı’yı, yani kendi devletini arkadan vurmuşlardır. Daha neleri öğreneceğiz bakalım…
.
Ermeni Meselesi-2
OSMANLI ARŞİVLERİNDEKİ ERMENİ MESELESİ BELGELERİNDEN SEÇMELER
Bildiğiniz üzere, “ Ermeni Meselesi “ konusunda, Osmanlı Yıldız Arşivleri kapsamında bulunan belgelerden birini yayınlamıştım. Balkan Harbi başta olmak üzere, bir çok cephede yenilmiş ve topraklarının büyük kısmını terk etmeye zorlanmış olan Osmanlı Devletini Anadolu’da da bitirmeye karar vermiş olan İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından, Berlin Anlaşması hükümleri gereği yürürlüğe konması kabul edilen Islahat Fermanının ilanı hakkında vermiş oldukları muhtıra (Nota) konusundaki belgeyi Osmanlı Yıldız Arşivlerinin tercüme edilmiş cildinin ilgili sayfasından okuyalım..
“ KAYNAK : Osmanlı Arşivi, Karton-4, Kısım-9, Zarf-72, Evrak-1075, Ermeni meselesi,
G İ Z L İ
Kimden : Padişah Hazretleri,
Kime :
Konu : İngiltere, Fransa ve Rusya elçilerinin Anadolu’daki Islahat ile ilgili vermiş oldukları muhtıra (nota),”
“ Etraflıca inceleyip görüşlerinizi bildirmeniz için verdiğim belge, Büyük İslam Halifeliği ve Şanı Yüksek Osmanlı Devleti’nin hayati meselesidir.
Taht’a çıkışımdan beri tarafımdan görmüş olduğunuz yakın ilgi, bana karşı olan bağlılığınız, içten sevginiz ve dürüst çalışmalarınızın karşılığıdır. Bu belgeleri, din ve devletin yararı ve hakları açısından olgun bir tarafsızlık göstererek inceleyip, konu hakkındaki görüşlerinizi sunmanız için Cenab-ı Hakka ve Resulü Ekrem’ine, Vallahi, Billahi ve Tallahi ile size yemin ettirerek veriyorum.. “
Biz belge kitabın Türkçe sütunda yer alan yazıyı aldık.. Belgelerdeki her paragrafı alamıyoruz, fakat, aldığımız cümle ve paragraflarda hiçbir kelime ve yazım değişikliği yapmadan, ne yazıyorsa öyle yayınlıyoruz.
Gelelim bu belgenin değerlendirilmesine.. Şimdi, bu belgeden öğreniyoruz ki, Osmanlının idam fermanı olan, Berlin Anlaşması kapsamında yer alan Islahat Fermanının yayınlanması ve içeriğinin taraf devletlerin istediği şekilde doldurulması konularında büyük bir baskı ve sıkıntı içinde olan Padişah, bu belge ile, belgeye adı bile yazılmamış olan, Padişah’ın güvendiği ve görüşlerine önem verdiği bir kişiden görüşlerini istemektedir.. Siyasi Tarihimizi incelediğimizde bir çok olay karşısında ağlamak-gülmek arasında bocalamış ve bu kadar da olmaz demiştik.. Demek ki dahası da varmış.
Padişah’ın çok çaresiz olduğu anlaşılıyor. Daha neleri öğreneceğiz bakalım…Bir sonraki belgede olayların nasıl geliştiğini izleyeceğiz…
Bildiğiniz üzere, “ Ermeni Meselesi “ konusunda, Osmanlı Yıldız Arşivleri kapsamında bulunan belgelerden birini yayınlamıştım. Balkan Harbi başta olmak üzere, bir çok cephede yenilmiş ve topraklarının büyük kısmını terk etmeye zorlanmış olan Osmanlı Devletini Anadolu’da da bitirmeye karar vermiş olan İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından, Berlin Anlaşması hükümleri gereği yürürlüğe konması kabul edilen Islahat Fermanının ilanı hakkında vermiş oldukları muhtıra (Nota) konusundaki belgeyi Osmanlı Yıldız Arşivlerinin tercüme edilmiş cildinin ilgili sayfasından okuyalım..
“ KAYNAK : Osmanlı Arşivi, Karton-4, Kısım-9, Zarf-72, Evrak-1075, Ermeni meselesi,
G İ Z L İ
Kimden : Padişah Hazretleri,
Kime :
Konu : İngiltere, Fransa ve Rusya elçilerinin Anadolu’daki Islahat ile ilgili vermiş oldukları muhtıra (nota),”
“ Etraflıca inceleyip görüşlerinizi bildirmeniz için verdiğim belge, Büyük İslam Halifeliği ve Şanı Yüksek Osmanlı Devleti’nin hayati meselesidir.
Taht’a çıkışımdan beri tarafımdan görmüş olduğunuz yakın ilgi, bana karşı olan bağlılığınız, içten sevginiz ve dürüst çalışmalarınızın karşılığıdır. Bu belgeleri, din ve devletin yararı ve hakları açısından olgun bir tarafsızlık göstererek inceleyip, konu hakkındaki görüşlerinizi sunmanız için Cenab-ı Hakka ve Resulü Ekrem’ine, Vallahi, Billahi ve Tallahi ile size yemin ettirerek veriyorum.. “
Biz belge kitabın Türkçe sütunda yer alan yazıyı aldık.. Belgelerdeki her paragrafı alamıyoruz, fakat, aldığımız cümle ve paragraflarda hiçbir kelime ve yazım değişikliği yapmadan, ne yazıyorsa öyle yayınlıyoruz.
Gelelim bu belgenin değerlendirilmesine.. Şimdi, bu belgeden öğreniyoruz ki, Osmanlının idam fermanı olan, Berlin Anlaşması kapsamında yer alan Islahat Fermanının yayınlanması ve içeriğinin taraf devletlerin istediği şekilde doldurulması konularında büyük bir baskı ve sıkıntı içinde olan Padişah, bu belge ile, belgeye adı bile yazılmamış olan, Padişah’ın güvendiği ve görüşlerine önem verdiği bir kişiden görüşlerini istemektedir.. Siyasi Tarihimizi incelediğimizde bir çok olay karşısında ağlamak-gülmek arasında bocalamış ve bu kadar da olmaz demiştik.. Demek ki dahası da varmış.
Padişah’ın çok çaresiz olduğu anlaşılıyor. Daha neleri öğreneceğiz bakalım…Bir sonraki belgede olayların nasıl geliştiğini izleyeceğiz…
Ermeni Meselesi-3
OSMANLI ARŞİVLERİNDE ERMENİ MESELESİ BELGELERİNDEN SEÇMELER
Bilindiği üzere, “ Ermeni Meselesi “ olayımızın başlangıç noktası Osmanlı Devleti’nin 1877 Osmanlı-Rus (halk arasında 93 harbi de denir) savaşında yenilmesi olup, Rus ordularının Yeşilköy(İstanbul) önlerine kadar gelmesi, İngilizlerin, Rusları durdurması ve geri çekilmelerini sağlama karşılığı Kıbrıs adasının İngilizlerin yönetimine verilmesine bile neden olmuştur. İngilizler, adayı sonra Osmanlı’ya geri verecekti. Birinci Dünya savaşı çıkınca Osmanlının daha da zayıflamasının da etkisiyle, İngilizler Kıbrıs’ı geri vermemiş ve tek taraflı bir kararla “ ilhak “ etmiştir.
Neyse, biz Osmanlı Arşivlerindeki Ermeni Meselesi belgelerinden örnekler sunmaya devam edelim. Şöyle ki ;
“ Osmanlı Arşivi, Karton.86, Kısım.31, Zarf.158, Evrak.2016,
Rapor - Yazı
29 Ağustos 1985
Kimden : Eski Başbakan Kamil Paşa’dan,
Kime : Padişah Yüksek Katına
Konu : Yeni düzenlenen Islahat uygulamalarının yabancı devletlerce kontrol edilmesi hakkında görüşler”,
“ Ermenilerin oturdukları vilayetlerde uygulanması 3 devlet tarafından önerilen ıslahatın ve devletçe kabulünde sakınca görülen, ancak ülkelerce üzerinde ısrar edilen maddeler,
-Yapılan öneriler, Berlin Anlaşması esaslarına dayandırılmakta ise de, Sason ayaklanması olayı üzerine, Ermenilerin aldatılacaklarına kapılan İngilizler, Berlin Anlaşmasının daha ötesine gitmişlerdir.
- Berlin Anlaşması md.61’e göre, bu devletler Ermenilerin yaşadıkları yerlerde Devlet-i Ali’ye tarafından yapılacak yeni düzenlemelerin uygulanmasında gözcülük etme hakkına sahiptirler,
- Benim görüşüme göre, elçilerin bu gözcülük önerisine asla karşı çıkılmamalıdır.
-Jandarmada Hıristiyan subay görevlendirilmesi,
-Şu durumda, elçilerle görüşülmesi gerekli olay şey, sadece getirilen yeni düzenlemelerin uygulanmasında gözcülük konusudur.
- yinede, bu konularda kesin emir ve buyruk Efendimizindir.
Eski Sadrazam Kulları
Kamil “
Berlin Anlaşmasının birinci maddesi “ Romanya, Sırbistan, Karadağ tam bağımsız olacak “ ifadesiyle başlıyor ve her madde Osmanlıyı biraz daha küçülterek köşeye sıkıştırmayı hedeflemiş olup, idam fermanı olan bu anlaşmanın 61. maddesi idamın yağlı ilmiği olarak nitelendirilmiştir. Arşiv kitabının sayfa 413’de yer alan bu madde şöyledir.
“ Madde.61 : Osmanlı Hükümeti, Ermeni halkı bulunan eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı, zaman geçirmeden uygulamayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini sağlamayı taahhüt eder ve ara sıra bu konuda alınacak önlemleri devletlere bildireceğinden adı geçen devletler söz konusu önlemlerin uygulanmasını gözetleyeceklerdir. (nezaret edecekler ) “
Bu nezaret etme bahane edilerek Anadolu’ya 3500 üzerinde batılı misyoner doldurulmuştur. Bunlar Ermenileri örgütlemişler, silahlandırmışlar ve zamanı gelince de isyanları başlatmışlardır. Dün yaşananları hatırlayalım ve bu günü daha iyi anlayabilelim…
Bilindiği üzere, “ Ermeni Meselesi “ olayımızın başlangıç noktası Osmanlı Devleti’nin 1877 Osmanlı-Rus (halk arasında 93 harbi de denir) savaşında yenilmesi olup, Rus ordularının Yeşilköy(İstanbul) önlerine kadar gelmesi, İngilizlerin, Rusları durdurması ve geri çekilmelerini sağlama karşılığı Kıbrıs adasının İngilizlerin yönetimine verilmesine bile neden olmuştur. İngilizler, adayı sonra Osmanlı’ya geri verecekti. Birinci Dünya savaşı çıkınca Osmanlının daha da zayıflamasının da etkisiyle, İngilizler Kıbrıs’ı geri vermemiş ve tek taraflı bir kararla “ ilhak “ etmiştir.
Neyse, biz Osmanlı Arşivlerindeki Ermeni Meselesi belgelerinden örnekler sunmaya devam edelim. Şöyle ki ;
“ Osmanlı Arşivi, Karton.86, Kısım.31, Zarf.158, Evrak.2016,
Rapor - Yazı
29 Ağustos 1985
Kimden : Eski Başbakan Kamil Paşa’dan,
Kime : Padişah Yüksek Katına
Konu : Yeni düzenlenen Islahat uygulamalarının yabancı devletlerce kontrol edilmesi hakkında görüşler”,
“ Ermenilerin oturdukları vilayetlerde uygulanması 3 devlet tarafından önerilen ıslahatın ve devletçe kabulünde sakınca görülen, ancak ülkelerce üzerinde ısrar edilen maddeler,
-Yapılan öneriler, Berlin Anlaşması esaslarına dayandırılmakta ise de, Sason ayaklanması olayı üzerine, Ermenilerin aldatılacaklarına kapılan İngilizler, Berlin Anlaşmasının daha ötesine gitmişlerdir.
- Berlin Anlaşması md.61’e göre, bu devletler Ermenilerin yaşadıkları yerlerde Devlet-i Ali’ye tarafından yapılacak yeni düzenlemelerin uygulanmasında gözcülük etme hakkına sahiptirler,
- Benim görüşüme göre, elçilerin bu gözcülük önerisine asla karşı çıkılmamalıdır.
-Jandarmada Hıristiyan subay görevlendirilmesi,
-Şu durumda, elçilerle görüşülmesi gerekli olay şey, sadece getirilen yeni düzenlemelerin uygulanmasında gözcülük konusudur.
- yinede, bu konularda kesin emir ve buyruk Efendimizindir.
Eski Sadrazam Kulları
Kamil “
Berlin Anlaşmasının birinci maddesi “ Romanya, Sırbistan, Karadağ tam bağımsız olacak “ ifadesiyle başlıyor ve her madde Osmanlıyı biraz daha küçülterek köşeye sıkıştırmayı hedeflemiş olup, idam fermanı olan bu anlaşmanın 61. maddesi idamın yağlı ilmiği olarak nitelendirilmiştir. Arşiv kitabının sayfa 413’de yer alan bu madde şöyledir.
“ Madde.61 : Osmanlı Hükümeti, Ermeni halkı bulunan eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı, zaman geçirmeden uygulamayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini sağlamayı taahhüt eder ve ara sıra bu konuda alınacak önlemleri devletlere bildireceğinden adı geçen devletler söz konusu önlemlerin uygulanmasını gözetleyeceklerdir. (nezaret edecekler ) “
Bu nezaret etme bahane edilerek Anadolu’ya 3500 üzerinde batılı misyoner doldurulmuştur. Bunlar Ermenileri örgütlemişler, silahlandırmışlar ve zamanı gelince de isyanları başlatmışlardır. Dün yaşananları hatırlayalım ve bu günü daha iyi anlayabilelim…
Alaköprü
ATA MİRASI ALAKÖPRÜ KURTARILACAK MI ?
Yeşil Ermenek gazetesinin 10 Ocak 2007 günü yayınlanan 2507 sayılı nüshasında, Sayın Habip ÇALIŞKAN ( Karamanoğlu Mehmet Bey Dil ve Kültür Derneği Başkanı) tarafından yazılmış olan “ Tarihin Tanığı Görmel Köprüsü” konulu bir yazı yayınlandı. Bu yazıda, Görmeli Köprüsü (Alaköprü) hakkında aydınlatıcı bilgiler verilerek, özetle, “ tam 702 yaşında olan Görmeli köprüsü, inşa edildiği 1305 yılından bu güne kadar, Göksu ırmağının iki yakasını bir birine bağlamış, insanıyla, hayvanıyla, aracıyla cümle alemi sırtında taşımıştır. Bu sanat harikası ve Ata mirası köprü, yapımının son aşamasına gelinmiş olan Ermenek HES Barajı göl suları içinde kalacak. Karamanoğlu Mehmet Bey oğlu Halil Bey tarafından yaptırılmış olan bu eşsiz sanat eseri, sadece Türk dünyasının değil, dünya insanlığının ortak tarihi kültürel mirası olmayı hak etmiyor mu? İşte, böylesine önemli ve kültürel değerimiz olan Görmel Köprüsü gerçekten kurtarılmayı ve korunmayı hak ediyor diyorsanız, haydi hep birlikte bir şeyler yapalım.. “ denilerek, bizi bilgilendirmekte ve herkes göreve çağrılmaktadır.
Göksu çayının güney yakasında doğmuş olan bizler, kendimizi bildiğimiz günlerden beri bu köprüden hem ürpererek, hem de hayranlık duyarak gelip geçiyoruz. Uzaktan bakıldığı zaman, orta noktası o kadar ince gözükür ki, sanki hemen taşları suya dökülecek sanırız. Yaklaştıkça, taş örgüsü ile bu mesafede, ağaç veya demirsiz olarak köprünün kendi kendine durmasına şaşarken, aslında üzerinden asırlardır onca sürü, insan ve araçların geçtiği gerçeğini hatırlamak bizleri daha da şaşkınlığa sürüklemektedir.
Baraj temeli, Mayıs 2002 ayında büyük bir törenle atılmış ve nice sözler verilmişti. Bu aşamada, köprünün proje kapsamında düşünüldüğü ve başka bir yere taşınacağı duyulmaktaydı. Gelişen zaman içinde bu bilgilerin doğru olmadığı anlaşıldı.. Mayıs 2002 ayında, Ankara’da toplanan bir heyet, körünün kurtarılması için bir platform oluşturmuş ve herkesi göreve çağıran “ Görmeli Köprüsü, Hazin Olacak Öyküsü “ adlı bir duyuru yayınlamıştı. Bu konuda bir ilerleme olmadığı görülmüş olmalı ki, haftalar önce gazetemizde, Sayın Milletvekilimiz Fikret ÜNLÜ tarafından, köprünün kurtarılması için Kültür Bakanı’na bir mektup yazılmış olduğu haberi yayınlandı.
Bu tarihi mirasımızı kurtarmak bizim için bir görev olmalı. Yerine yapılması gereken yeni köprü konusundaki bölge insanının istediği maalesef kabul görmedi.. Devlet, yöre insanına yaklaşık 20 Milyon Avro parayı çok gördü. Geçen yaz, günlük gazetelerde, “ 36 kilometreye 27 köprü, 4 tünel “ şeklinde bir haber yayınlanmıştı. Devlet bir bölgeye bu köprüleri yaparken, bizim bölgemize tek köprüyü yapmamaktadır. Aynı şekilde, başka bölgelerde toprak altından çıkan birkaç mozaik için dünya ayağa kalkarken, Türk eseri Alaköprü için bir şey yapılamamaktadır. Herkesi göreve çağırıyoruz. Gözü dönmüş bazı vicdansızlar, köprünün kitabesine, define merakıyla demir saplamışlarsa da bizle bu eseri yaptıran ve yapanları rahmetle anıyoruz. Köprüyü yapan ustanın isminin “ Aciz Kul Yusuf oğlu Süleyman “ olmasındaki tevazu ve alçakgönüllülüğü şimdilerde çoğalan sahte kahramanlara ithaf ediyoruz. Köprümüz sularda yok olmasın ve nereye olursa olsun, taşınsın ve yaşamaya devam etsin. Saygılarımızla…
Av. Naci SÖZEN
Yeşil Ermenek gazetesinin 10 Ocak 2007 günü yayınlanan 2507 sayılı nüshasında, Sayın Habip ÇALIŞKAN ( Karamanoğlu Mehmet Bey Dil ve Kültür Derneği Başkanı) tarafından yazılmış olan “ Tarihin Tanığı Görmel Köprüsü” konulu bir yazı yayınlandı. Bu yazıda, Görmeli Köprüsü (Alaköprü) hakkında aydınlatıcı bilgiler verilerek, özetle, “ tam 702 yaşında olan Görmeli köprüsü, inşa edildiği 1305 yılından bu güne kadar, Göksu ırmağının iki yakasını bir birine bağlamış, insanıyla, hayvanıyla, aracıyla cümle alemi sırtında taşımıştır. Bu sanat harikası ve Ata mirası köprü, yapımının son aşamasına gelinmiş olan Ermenek HES Barajı göl suları içinde kalacak. Karamanoğlu Mehmet Bey oğlu Halil Bey tarafından yaptırılmış olan bu eşsiz sanat eseri, sadece Türk dünyasının değil, dünya insanlığının ortak tarihi kültürel mirası olmayı hak etmiyor mu? İşte, böylesine önemli ve kültürel değerimiz olan Görmel Köprüsü gerçekten kurtarılmayı ve korunmayı hak ediyor diyorsanız, haydi hep birlikte bir şeyler yapalım.. “ denilerek, bizi bilgilendirmekte ve herkes göreve çağrılmaktadır.
Göksu çayının güney yakasında doğmuş olan bizler, kendimizi bildiğimiz günlerden beri bu köprüden hem ürpererek, hem de hayranlık duyarak gelip geçiyoruz. Uzaktan bakıldığı zaman, orta noktası o kadar ince gözükür ki, sanki hemen taşları suya dökülecek sanırız. Yaklaştıkça, taş örgüsü ile bu mesafede, ağaç veya demirsiz olarak köprünün kendi kendine durmasına şaşarken, aslında üzerinden asırlardır onca sürü, insan ve araçların geçtiği gerçeğini hatırlamak bizleri daha da şaşkınlığa sürüklemektedir.
Baraj temeli, Mayıs 2002 ayında büyük bir törenle atılmış ve nice sözler verilmişti. Bu aşamada, köprünün proje kapsamında düşünüldüğü ve başka bir yere taşınacağı duyulmaktaydı. Gelişen zaman içinde bu bilgilerin doğru olmadığı anlaşıldı.. Mayıs 2002 ayında, Ankara’da toplanan bir heyet, körünün kurtarılması için bir platform oluşturmuş ve herkesi göreve çağıran “ Görmeli Köprüsü, Hazin Olacak Öyküsü “ adlı bir duyuru yayınlamıştı. Bu konuda bir ilerleme olmadığı görülmüş olmalı ki, haftalar önce gazetemizde, Sayın Milletvekilimiz Fikret ÜNLÜ tarafından, köprünün kurtarılması için Kültür Bakanı’na bir mektup yazılmış olduğu haberi yayınlandı.
Bu tarihi mirasımızı kurtarmak bizim için bir görev olmalı. Yerine yapılması gereken yeni köprü konusundaki bölge insanının istediği maalesef kabul görmedi.. Devlet, yöre insanına yaklaşık 20 Milyon Avro parayı çok gördü. Geçen yaz, günlük gazetelerde, “ 36 kilometreye 27 köprü, 4 tünel “ şeklinde bir haber yayınlanmıştı. Devlet bir bölgeye bu köprüleri yaparken, bizim bölgemize tek köprüyü yapmamaktadır. Aynı şekilde, başka bölgelerde toprak altından çıkan birkaç mozaik için dünya ayağa kalkarken, Türk eseri Alaköprü için bir şey yapılamamaktadır. Herkesi göreve çağırıyoruz. Gözü dönmüş bazı vicdansızlar, köprünün kitabesine, define merakıyla demir saplamışlarsa da bizle bu eseri yaptıran ve yapanları rahmetle anıyoruz. Köprüyü yapan ustanın isminin “ Aciz Kul Yusuf oğlu Süleyman “ olmasındaki tevazu ve alçakgönüllülüğü şimdilerde çoğalan sahte kahramanlara ithaf ediyoruz. Köprümüz sularda yok olmasın ve nereye olursa olsun, taşınsın ve yaşamaya devam etsin. Saygılarımızla…
Av. Naci SÖZEN
21 Ağustos 2007 Salı
AB POLİTİKAMIZ
TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE TAM ÜYELİĞİ KONUSUNDA POLİTİKAMIZ NEDİR?
1. KONUYA GİRİŞ :
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren yönünü Batı’ ya çevirmiş ve “Çağdaş Medeniyetlerin üzerine yükselme” hedefini daima kovalamıştır.
Devrimler, gelişim, değişim ve adaptasyon çalışmaları başlatıldığında, en önemli ve temel konunun Hukuk Alanı olduğu anlaşılmış ve Batı Avrupa ülkelerinin kanunları örnek alınarak bünyemize uyarlanmıştır.
Ulu Önder ATATÜRK, daha, 01 Mart 1922 günü TBMM birinci Dönem, üçüncü Yasama Yılı açış konuşmasında “ her devletin içinde bulunduğu sosyal yaşantısı ve uygarlık derecesine uygun bir hukuki mevzuatı vardır. Bizim milletimizin adalet düşüncesi ve anlayışı hiçbir uygar ulusun seviyesinden aşağı değildir. Bu nedenle, hukuki mevzuatımızın tüm uygar devletlerin kanuni mevzuatından eksik olması düşünülemez” diyerek konunun önemini işaret etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere, Cumhuriyetimizin teminatı olan kurum ve kuruluşlar, Milletimizin geleceğini ilgilendiren konulara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış ve katkılarını esirgememişlerdir.
2. KONUNUN ÖNCESİ :
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir özelliği de, dünyada ve bölgesindeki her türlü oluşum, kurum ve teşkilatın, ya kurucuları arasında yer alması, ya da, ilk üyelerinden birisi olmasıdır. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, birçok teşkilatın üyesi durumundadır. Böylece, Avrupa’da oluşan yapılanmanın dışında kalması mümkün olmayan Türkiye, NATO’ nun da önemli bir üyesi olarak her kararda aktif rol oynamıştır.
2 nci Dünya Savaşı’ nın ürkütücü tahribatı ve inanılmaz can kaybına neden olması sonrası, Avrupa’da barışın “ bütünleşerek korunması” ilkesi öne çıkmıştı. Bütünleşme iki aşamalı olarak gerçekleşecekti ,
· Birinci aşama ; ekonomik alanda bütünleşme,
· İkinci aşama , siyasi alanda bütünleşmedir.
Bu ilkeler doğrultusunda, 25 Mart 1957 tarihinde, 6 Batı
Avrupa ülkesi, Roma Antlaşmasını imzalayarak Avrupa Ekonomik Topluluğa (AET)’nun doğmasını sağladılar. Bu ülkeler Fransa, İtalya, Federal Almanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’du. Bu gruba, 1972 yılında İngiltere, İrlanda ve Danimarka’da katıldı. 1986 yılında İspanya ve Portekiz’de üye oldular. Ortak Pazar deyimi de kullanılmıştır.
Böylece, Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturma gayretleri ilerleyerek gelişti. Ulus Devlet kavramı geri plana çekilecek, federal bütünleşme öne çıkarılacaktı. Ortak bir anayasa oluşturulması istenmişti. Avrupada hukukun üstünlüğü hakim kılınacak, “çağdaş ve modern demokrasi” yönetim biçimi olacaktı. Hedef, temeli hukuk devleti olan bir Avrupa Birliği / Devleti’ne ulaşmak , sürekli barışı tesis etmek ve yaşatmaktı.
Topluluk ileTürkiye arasında, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmış ve süreç başlatılmıştır. İlişkiler ülkemizdeki siyasi olaylar ve krizlerden de etkilenerek dalgalı ve yavaş bir seyir izlemiştir.
Paris Antlaşması ve yayınlanan Nihai Senet’ den sonra AB’ nin kuruluşunun resmen onaylandığı Mastrih Antlaşması da 1995 yılında imzalanmıştır. Türkiye’ de 1995 yılında Gümrük Birliği Antlaşmasını imzalamıştır. Aralık 1997’de yapılan Lüksemburg zirvesinde, 11 Avrupa ülkesinin adaylığı benimsenmiştir. Haziran 1993 kabul edilen, Kopenhag Kriterleri’ de üyelik için “ olmazsa olmaz “ koşulu niteliği taşımaktadır. Nihayet, Avrupa Birliği’nin 1999 yılı sonunda yapılan Hersinki zirvesinde Türkiye’nin tam üyelik adaylığının kabul edilmesiyle önemli bir aşamaya gelinmiş oldu. Bu kararla, Türkiye AB’ ye tam üyelik için aday olan 12 Avrupa ülkesi ile birlikte zorlu bir yarışa girmiştir.
Adaylık Görüşmeleri Sürenler: ( 6 Ülke )
- Estonya
- Polonya
- Macaristan
- Çek Cumhuriyeti
- Slovenya
- Kıbrıs Rum Kesimi
Adaylık Görüşmelerine Başlayacaklar: (6 Ülke )
- Letonya
- Litvanya
- Slovakya
- Romanya
- Bulgaristan
- Malta
Halen AB üyesi olan ülkeler: (15 ülke )
Almanya, Avusturya, Belçika, Lüksemburg, Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya, İngiltere, İrlanda, Yunanistan, Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Hollanda’dır.
Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşmasını yapmasına rağmen, halen bir çok alanda AB yardımlarından faydalanamıyor. Örneğin, “serbest dolaşım” Türk vatandaşları için hala uygulanmıyor.
AB Üyelik Önkoşulu Olarak Kabul Edilen Kopenhag Kriterleri;
- İstikrarlı, çoğulcu ve çağdaş demokrasi yönetimi geçerli olacak,
- İnsan haklarına saygı gösterilecek, işkence yasaklanacak,
- Ayırımcılık yasaklanacak ve azınlık hakları korunacak,
- Serbest piyasa ekonomisi kurum ve kurallarıyla geçerli olacak,
- Mevzuat uyumu sağlanacak ve ortak para birimine geçilecektir.
Türkiye’ nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine yön verecek olan ve üyelik görüşmeleri konusunda “yol haritası” niteliği taşıyan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB), 08 Kasım 2000 günü Brüksel’ de açıklandı. Bu belgenin Türkiye açısından şok yaratan tarafı, Yunanistan’ın baskısı ile son dakikada, Kıbrıs konusunun “Kısa Vadeli Beklentiler” bölümüne eklenmesi olmuştur. Türk- Yunan anlaşmazlığı da “Orta Vadeli Beklentiler” bölümünde yer aldı. Bu sorun 2004 yılına kadar çözülemezse Lahey Adalet Divanı’ na gidilmesi konusu gündeme getirilecektir. Bu KOB ile, tam üyelik için yapılması gereken, siyasi, ekonomik ve kurumsal uyum koşulları hatırlatılmış olmaktadır.
Türkiye’den Kısa Vadeli Beklentileri şunlardır ;
- İdam cezasının kaldırılması incelensin, mevcutlar uygulanmasın,
- İşkence yasak edilsin, Avrupa İşkenceyle Mücadele Sözleşmesi hayata geçirilsin,
- Sivil toplum örgütleri güçlendirilsin,
- Kültürel haklar ve bölgesel farklılıklar giderilsin,
- İfade özgürlüğü, anayasal ve yasal güvencelere bağlansın,
- Kıbrıs sorunu; BM Sekreteri tavsiyeleri doğrultusunda çözüme kavuşturulsun.
-
Orta Vadeli Beklentiler şunlardır ;
- Milli Güvenlik Kurulu mevzuatı yeniden düzenlensin,
- İdam cezası kaldırılsın ,
- O H A L uygulaması kaldırılsın,
- İnsan Hakları alanında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi doğrultusunda yasal düzenleme yapılsın,
- Temel haklar, dil, ırk, renk, siyasi düşünce ve felsefi yada dini inanç gözetilmeksizin İnsan Hakları güvenceye alınsın. Görüldüğü üzere bu KOB, mali yardım konusunda yeteriz, eksik ve zayıftır.
3- KONUNUN İNCELENMESİ VE DEĞERLENDİRME:
AB bünyesinde, gelecekte bir Avrupa Ortak Hukuku oluşacak ve üye devletler bu hukuku uygulayacaklardır. Ortak değerler, üye devletlerce tanınacak ve kabul edilecekdir. Yeni kriterlere göre, toplumların aykırı görüşleri de öğrenme hakkı vardır. Fikir, ifade, dini, inanç ve vicdan hürriyetleri çok geniş yorumlanmaktadır.
Türkiye tarafından başlatılmış olan uyum çalışmaları, AB üyeliğinin ön koşulu sayılan Kopenhag Kriterleri’ni de gözetmiş olarak, detaylı ve takvime bağlanmış bir Ulusal Program şeklinde AB Komisyonuna sunulmuştur.
Yeni dünya düzeni ve küreselleşme, genellikle sermayenin yaygınlaşması ve hakimiyetinin artması demek mi? Bu soru bir çok kesim ve kişi tarafından dile getirilmektedir. Ünlü ekonomistlere göre, yakın gelecekte dünya ticaretinin %80 seviyesi, 3 büyük ticari blok üzerinde toplanacaktır. Bunlar, ABD, Kanada ve Meksika başta olmak üzere Amerika kıtası devletlerinin oluşturduğu blok, Avrupa Birliği bloğu ve Doğu Asya bloğudur. Gelecekde bu 3 bloğun dışında kalan ülkeler dünya ticaretinin dışında kalmış olacaklardır.
AB bünyesinde yer aldığında, Türkiye için, Ulusal Egemenliğin örgütlenmesi, yasamanın kısmen devri, ortak para, kültürel haklar, ve azınlıklar konuları kritik konular olacaktır. AB üyelerinin Kürt asıllı vatandaşlarımızı “azınlık” olarak kabul etme eğilimleri de düşünüldüğünde bu konular daha da önem kazanmaktadır. Atatürk devrimlerinin iki dinamiği olan ( hareket noktası) Tam Bağımsızlık ve Kayıtsız Şartsız Millet Egemenliği ilkeleri bu üyelikle nasıl bağdaştırılacaktır. Bu konuyu da gündemde tutanlar vardır.
Türkiye, üyelik süreci ve gümrük birliği çerçevesinde alması gereken mali yardımlar konusunda da şikayetçidir. Çerçeve yönetmelik AB parlamentosundan geçti. 7 yıl boyunca 127 milyon Euro kadar yardım alınabilecektir. Yunanistan engeli her konuda olduğu gibi, yardımlar konusunda da vardır. Katılım Öncesi Fonu adını alan bu yardımlar özel sektör, deprem yardımı, hibe, düşük faizli kredi, gümrük alt yapısı, sağlık, enerji, çevre, insan hakları, ekonomik- mali yapılanma, KOBİ ve mevzuat uyumlarında harcanacak yardımları kapsıyor.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir konu da, Batı Avrupa Birliği (BAB) ile ilgili ilişkiler ve bulunduğumuz konumdur. AB’ nin silahlı kanadı olacak olan BAB, NATO’ ya alternatif olarak kurulmuştur. AB kendi silahlı gücünü oluşturma çalışmalarını hızlandırmıştır. Nihai Hedef (Head Line Goal) başlığı altında yapılan çalışmalarda tam bir anlaşma sağlanamadı. AB bu gücün planlamasını NATO’ya yaptırmak ve gerektiğinde NATO imkanlarını da kullanmak istemektedir. Türkiye bu kararı veto etti. Kararlar alınamayınca AB üyesi NATO ülkeleri Türkiye’ye çok kızdılar.
Türkiye, BAB içinde üye statüsünde değil, fakat Norveç ve İzlanda ile birlikte Davet Edilmiş Ülke (invitation nations ) gibi, yani yarı üye statüsündedir. Bu üç ülke NATO üyesi olup da, AB üyesi olmayan ülkelerdir. BAB faaliyetleri ve çalışma gruplarında Türkiye yer almakta, fakat kararlara katılamamaktadır. Son zamanlarda, NATO‘nun imkanları ve kuvvetlerinin BAB emrinde de kullanılması konusu gündeme geldi. Türkiye kendisinin kararlarına katılmadığı BAB emrine NATO kuvvetlerinin verilmesine karşı çıktı ve kararları veto etti. Bu tutum NATO / AB ülkelerini çok kızdırdı. Çünkü, kararlar çıkarılamadı. Bu konunun bizim için iki hassas noktası vardır.
- Bizim ve NATO’nun güçleri, kararlarına katılamadığımız bir organ emrinde görevlendirilecek, üyesi olmadığımız bir birliğin (AB ) çıkarlarına hizmet edecek.
- Bu hizmetten, NATO üyesi olmayan, hiç risk almamış, kuvvet ayırmamış ve zahmete katlanmamış olan Avusturya, Finlandiya, İsveç ve İrlanda bile faydalanırken ( bu ülkeler AB üyesi ) NATO’nun en büyük silahlı güçlerinden birine sahip olan Türkiye kararlara katılmadığı gibi, bu kullanımdan menfaati de olmayacaktır.
- Bir görüşe göre de; Fransa’nın inanılmaz bir tutumla sözde Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesinin bir nedeni, NATO’ da bu vetoyu kırmak ve baskı yapmak amacına yöneliktir.
4- TARAFLARIN ENDİŞELERİ :
TÜRKİYE YÖNÜNDEN ENDİŞELER :
Ulusal Egemenliğin törpülenmesi, bazı unsurların (yetki) AB organlarına devri konusunda endişeler.
Kıbrıs ve Yunan – Türk sorunları konusunda çözümlerde Yunanistan’ın baskısı ve AB desteği ile aleyhimize sonuçlanması endişesi.
Ermeni sorunu konusunu AB gündeminde tutarlar ve desteklenirse nasıl bir tavır alınacaktır.
Güneydoğu konusu ve Kürt asıllı vatandaşlarımızı hatta bölücü örgütler ( PKK, Hizbullah ) konusundaki destek ve hoşgörüler devam ederse, gelecekte başımıza ne gibi sorunlar açabilir.
Ülkemizdeki küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşları rekabet ödemeyip tamamen ortadan kalkar endişesi,
Bazı stratejik kaynakların (bor, su, vs ) kontrolü elimizden çıkar mı?
Enflasyon ve tüketim azaltılamaz, üretim artırılamazsa, Avrupa’nın serbest pazarı mı oluruz? Hristiyan dünyası bizi hep dışlar mı? Hatta, Avrupa’da hızla yayılan yabancı düşmanlığı vatandaşlarımız için sorun olabilir mi? Nitekim, maskeli ve siyah giyimli “ skin head “ olarak adlandırılan dazlaklar Paris’de toplandılar , Ermeniler ve PKK yandaşları ile birlikte bayraklar açıp, futbol maçında Türkler’e saldırdılar.
Kopenhag Kriterleri bizi bölünmeye götürür mü? Milli değerler kaybolabilir mi? Bunlar sıkca sorulan sorulardır.
AB YÖNÜNDEN ENDİŞELER :
AB bünyesindeki tek Müslüman Ülke olacak olan Türkiye’nin vatandaşlarının bünyelerine uyum sorunu olur mu? Nitekim; uzun yıllardır Avrupa da bulunan Türklerin uyum sağlamakta yaşadığı güçlükler ve sergiledikleri çağdaşı görüntüler, Halifet Devlet kurma gayretleri Avrupalıyı ürkütmektedir. Bu faaliyetlere çok ılımlı yaklaşılıyordu. Fakat, 11 Eylül 2001 günü ABD’nin uğradığı terör saldırısı ve sonrasında, Avrupanın terör ve terör örgütlerine karşı bakış açılarında değişiklikler olmuştur. Bir çok ülke terörle mücadele kanunlarını yeniden düzenlemekte olup, yasa dışı faaliyetlere hoşgörülü yaklaşımların terk edileceği anlaşılmaktadır.
Çok kalabalık bir nüfusu (70 milyon ) olan Türk insanı Avrupa’yı işgal eder mi?
Ekonomik uyum gerçekleşmez, enflasyon düşmez, para değer kazanmazsa bünyesel uyum sorunları yaşanır mı?
Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan ile sorunlar çözülemezse, bu sorunlar birliğin bünyesine nasıl yansır?
Türkiye de çoğulcu ve çağdaş bir demokrasi idaresi sürekli var olur mu? Hukukun üstünlüğü ve insan hakları konusundaki endişeler giderilebilir mi?
5- SONUÇ :
Türkiye her şeyi değerlendirmiş ve tercihini çok önceden AVRUPA şeklinde yapmıştır. ABD’nin terörle mücadelesine verdiği destek bu tercihlerin bir gereğidir. Fakat, bu tercih “Milletin Birliği ve Devletin Bölünmezliği” ilkeleri zarar görmeden kabul görmelidir.
AB’ yi bize mali yardım yapan veya yapacak bir organ olarak gören yaklaşım terk edilmelidir. Yardımların aksamasından şikayet edilmemelidir. Para yardımı almak için mi bunca çaba gösterildi ve gösteriliyor? Para yardımı sonsuza kadar süremez.
Bu çalışma döneminde her kurum ve kuruluşun katkı yapması zorunludur. Cumhuriyetimizin teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Milletimizin geleceği ve gelişmesini ilgilendiren konulara hiç bir zaman kayıtsız kalmamış, katkılarını esirgememiş, hatta, bir çok konuda öncülük etmiştir. Nitekim, BAB ve AB faaliyetleri uzun süredir izlenmektedir.
Uyum genellikle mevzuat (kanun, yönetmelik) uyumu olduğuna göre, kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine, vatandaşlara ve özellikle siyasilere önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.
Bizden istenen çağdaş hukuk normları, demokrasinin çağdaş ve modern ilkelerine sahip olması ve insan haklarının tam uygulanması, ekonomik kalkınma olduğuna göre milletimizin refah ve mutluluğunu etkileyecek olan bu oluşuma kayıtsız kalınamaz.
Şubat 2001 ekonomik krizinin ardından AB ülkeleri Türkiye’yi yakından izliyor ve durumu net olarak göremediklerini belirtiyorlar. Bu kriz aslında AB’nin işine geliyor. Bu kriz, bizim tam üyelik sürecini uzatmalarına yardımcı olabilecektir. Nitekim, AB organlarının son Gent (Belçika) tolantısında Türkiye lehine karar alınamadı.
Bu ekonomik kriz bizi Mastrıch Kriterlerinin gerisine itti. Ekonomik krizden tam olarak çıkılabilmesi için “yüklü miktarda dövize ihtiyaç olduğu” yetkililerce ifade edilmektedir. AB değerlerine göre, enflasyon % 3 , borç stoğunun GSMH’nın %60’nı geçmemesi gerekirken , krizden sonra enflasyon % 60 – 70 arası, borç stoğu ise % 100 seviyesine yükselmiştir.
Ekonomik krizin olumsuz etkilerinden ivedilikle kurtulmak için her alanda bir tasarruf seferberliği başlatılmalıdır. TSK. bu konuda da öncülük etmiş ve savunma harcamalarından toplam 19 milyar ABD doları tutarında tasarruf yapılacağını kamu oyuna duyurmuştur.
Kopenhag Kriterlerinin en önemli ilkesi olan serbest piyasa ekonomisine tam olarak geçilmelidir. Biz piyasa ekonomisine henüz tam olarak geçemedik. OECD standartlarına göre incelendiğinde, devletimizin ekonomik alandaki sınırı nerede başlayıp, nerede sona eriyor bilinemiyor. Kayıt dışı ve rant ekonomisi tercih ediliyor. Fonlar, vakıflar ve döner sermayeler çok yaygın. Siyasetciler de bu ortamı kullanıyorlar.
AB tam üyelik sürecinde, hedeflerin tutturulabilmesi için ivedilikle ekonomik krizin aşılması ve istikrarlı bir ekonomik yapıya ulaşılması gerekmektedir.
Bunun için yapılması gerekenler şunlardır ;
. Ekonomik istikrar proğramı siyasi iktidar tarafından tam olarak desteklenmeli ve toplum kesimlerine benimsetilmelidir.
. Piyasa ekonomisine geçiş hızlandırılmalıdır.
. Rant ekonomisi terk edilmelidir.
. Ekonomi tam olarak kayıt altına alınmalıdır.
. KİT problemi çözülmelidir.
. Hukuk devleti ve insan hakları kavramları, çoğulcu demokasi ve sosyal ahlak anlayışı tüm vatandaşlara benimsetilmelidir.
AB ÜYELİĞİ KONUSUNDA SON GELİŞMELER ;
Türk Dışişleri Bakanı, Kasım 2001 ayında beklenmedik sertlikte bir açıklama yaparak, “Kıbrıs konusunda taviz veremeyiz, her türlü bedeli ödemeye hazırız “ dedi. Hükümetin diğer üyeleri de benzer açıklamalar yaptılar. Bu durum bazı kesimlerde şaşkınlık yarattı ve AB üyeliğinden vazgeçileceği bile konuşuldu. 13.11.2001 günü Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu yayımlandı. Bu raporun Türkiye bölümünde şu hususlara yer verildi ;
. İnsan hakları konusunda eksiklikler ve aksaklıklar sürüyor,
. Adil yargılanmada eksiklikler var,
. İdam cezası konusunda “ istisna “ getirilmesi sözleşmeye aykırıdır,
. Temel haklardaki gelişmeler yetersizdir,
. Cezaevi protestolarına karşı müdahaleler çok serttir,
. Kıbrıs meselesinde BM çabalarına destek verilmelidir,
. Türkiye’de yolsuzluklar çok yaygındır.
Bu raporun yayımlanmasından sonra, yetkililerden “ bu eleştiriler malesef doğru “ açıklaması yapıldı. AB , 15.12.2001 tarihli Laeken (Belçika) zirvesinde , iki yıl içinde birliğin geleceğini belirleyecek olan AB Platformu’na (Konvansiyonu) Türkiye’de dahil edildi. Bu platformun başına Yunan dostu olduğu bilinen Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Gisgard ESTAİNG getirildi. Türkiye bir hükümet üyesi ve 2 milletvekili ile temsil ediliyor. AB tarafından bölücü örgüt PKK ve DHKPC örgütlerinin “bölücü örgütler “ listesine alınmaması ülkemizde yoğun eleştiriler ve kızgınlığa neden oldu. AB Türkiye temsilcisinin bilgisayardan gönderdiği mesajların elde edilerek açıklanması da tartışmalara neden oldu.
Sonuç olarak; yukarıda anlatılan kritik konular ve endişeler dile getirilerek, yetkililer uyarıldıktan sonra ;
Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklenmesi ve Ulusal Programa azami katkı sağlanması, hepimizin takip edeceği politika olmalıdır.
Avukat Naci SÖZEN
Ankara Barosu AB İlişkiler Komisyonu Üyesi
EKİM 2000 /ANKARA
EKİ : Avrupa’daki Mevcut Yapılanma ve Türkiye
1. KONUYA GİRİŞ :
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren yönünü Batı’ ya çevirmiş ve “Çağdaş Medeniyetlerin üzerine yükselme” hedefini daima kovalamıştır.
Devrimler, gelişim, değişim ve adaptasyon çalışmaları başlatıldığında, en önemli ve temel konunun Hukuk Alanı olduğu anlaşılmış ve Batı Avrupa ülkelerinin kanunları örnek alınarak bünyemize uyarlanmıştır.
Ulu Önder ATATÜRK, daha, 01 Mart 1922 günü TBMM birinci Dönem, üçüncü Yasama Yılı açış konuşmasında “ her devletin içinde bulunduğu sosyal yaşantısı ve uygarlık derecesine uygun bir hukuki mevzuatı vardır. Bizim milletimizin adalet düşüncesi ve anlayışı hiçbir uygar ulusun seviyesinden aşağı değildir. Bu nedenle, hukuki mevzuatımızın tüm uygar devletlerin kanuni mevzuatından eksik olması düşünülemez” diyerek konunun önemini işaret etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere, Cumhuriyetimizin teminatı olan kurum ve kuruluşlar, Milletimizin geleceğini ilgilendiren konulara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış ve katkılarını esirgememişlerdir.
2. KONUNUN ÖNCESİ :
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir özelliği de, dünyada ve bölgesindeki her türlü oluşum, kurum ve teşkilatın, ya kurucuları arasında yer alması, ya da, ilk üyelerinden birisi olmasıdır. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, birçok teşkilatın üyesi durumundadır. Böylece, Avrupa’da oluşan yapılanmanın dışında kalması mümkün olmayan Türkiye, NATO’ nun da önemli bir üyesi olarak her kararda aktif rol oynamıştır.
2 nci Dünya Savaşı’ nın ürkütücü tahribatı ve inanılmaz can kaybına neden olması sonrası, Avrupa’da barışın “ bütünleşerek korunması” ilkesi öne çıkmıştı. Bütünleşme iki aşamalı olarak gerçekleşecekti ,
· Birinci aşama ; ekonomik alanda bütünleşme,
· İkinci aşama , siyasi alanda bütünleşmedir.
Bu ilkeler doğrultusunda, 25 Mart 1957 tarihinde, 6 Batı
Avrupa ülkesi, Roma Antlaşmasını imzalayarak Avrupa Ekonomik Topluluğa (AET)’nun doğmasını sağladılar. Bu ülkeler Fransa, İtalya, Federal Almanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’du. Bu gruba, 1972 yılında İngiltere, İrlanda ve Danimarka’da katıldı. 1986 yılında İspanya ve Portekiz’de üye oldular. Ortak Pazar deyimi de kullanılmıştır.
Böylece, Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturma gayretleri ilerleyerek gelişti. Ulus Devlet kavramı geri plana çekilecek, federal bütünleşme öne çıkarılacaktı. Ortak bir anayasa oluşturulması istenmişti. Avrupada hukukun üstünlüğü hakim kılınacak, “çağdaş ve modern demokrasi” yönetim biçimi olacaktı. Hedef, temeli hukuk devleti olan bir Avrupa Birliği / Devleti’ne ulaşmak , sürekli barışı tesis etmek ve yaşatmaktı.
Topluluk ileTürkiye arasında, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmış ve süreç başlatılmıştır. İlişkiler ülkemizdeki siyasi olaylar ve krizlerden de etkilenerek dalgalı ve yavaş bir seyir izlemiştir.
Paris Antlaşması ve yayınlanan Nihai Senet’ den sonra AB’ nin kuruluşunun resmen onaylandığı Mastrih Antlaşması da 1995 yılında imzalanmıştır. Türkiye’ de 1995 yılında Gümrük Birliği Antlaşmasını imzalamıştır. Aralık 1997’de yapılan Lüksemburg zirvesinde, 11 Avrupa ülkesinin adaylığı benimsenmiştir. Haziran 1993 kabul edilen, Kopenhag Kriterleri’ de üyelik için “ olmazsa olmaz “ koşulu niteliği taşımaktadır. Nihayet, Avrupa Birliği’nin 1999 yılı sonunda yapılan Hersinki zirvesinde Türkiye’nin tam üyelik adaylığının kabul edilmesiyle önemli bir aşamaya gelinmiş oldu. Bu kararla, Türkiye AB’ ye tam üyelik için aday olan 12 Avrupa ülkesi ile birlikte zorlu bir yarışa girmiştir.
Adaylık Görüşmeleri Sürenler: ( 6 Ülke )
- Estonya
- Polonya
- Macaristan
- Çek Cumhuriyeti
- Slovenya
- Kıbrıs Rum Kesimi
Adaylık Görüşmelerine Başlayacaklar: (6 Ülke )
- Letonya
- Litvanya
- Slovakya
- Romanya
- Bulgaristan
- Malta
Halen AB üyesi olan ülkeler: (15 ülke )
Almanya, Avusturya, Belçika, Lüksemburg, Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya, İngiltere, İrlanda, Yunanistan, Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Hollanda’dır.
Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşmasını yapmasına rağmen, halen bir çok alanda AB yardımlarından faydalanamıyor. Örneğin, “serbest dolaşım” Türk vatandaşları için hala uygulanmıyor.
AB Üyelik Önkoşulu Olarak Kabul Edilen Kopenhag Kriterleri;
- İstikrarlı, çoğulcu ve çağdaş demokrasi yönetimi geçerli olacak,
- İnsan haklarına saygı gösterilecek, işkence yasaklanacak,
- Ayırımcılık yasaklanacak ve azınlık hakları korunacak,
- Serbest piyasa ekonomisi kurum ve kurallarıyla geçerli olacak,
- Mevzuat uyumu sağlanacak ve ortak para birimine geçilecektir.
Türkiye’ nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine yön verecek olan ve üyelik görüşmeleri konusunda “yol haritası” niteliği taşıyan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB), 08 Kasım 2000 günü Brüksel’ de açıklandı. Bu belgenin Türkiye açısından şok yaratan tarafı, Yunanistan’ın baskısı ile son dakikada, Kıbrıs konusunun “Kısa Vadeli Beklentiler” bölümüne eklenmesi olmuştur. Türk- Yunan anlaşmazlığı da “Orta Vadeli Beklentiler” bölümünde yer aldı. Bu sorun 2004 yılına kadar çözülemezse Lahey Adalet Divanı’ na gidilmesi konusu gündeme getirilecektir. Bu KOB ile, tam üyelik için yapılması gereken, siyasi, ekonomik ve kurumsal uyum koşulları hatırlatılmış olmaktadır.
Türkiye’den Kısa Vadeli Beklentileri şunlardır ;
- İdam cezasının kaldırılması incelensin, mevcutlar uygulanmasın,
- İşkence yasak edilsin, Avrupa İşkenceyle Mücadele Sözleşmesi hayata geçirilsin,
- Sivil toplum örgütleri güçlendirilsin,
- Kültürel haklar ve bölgesel farklılıklar giderilsin,
- İfade özgürlüğü, anayasal ve yasal güvencelere bağlansın,
- Kıbrıs sorunu; BM Sekreteri tavsiyeleri doğrultusunda çözüme kavuşturulsun.
-
Orta Vadeli Beklentiler şunlardır ;
- Milli Güvenlik Kurulu mevzuatı yeniden düzenlensin,
- İdam cezası kaldırılsın ,
- O H A L uygulaması kaldırılsın,
- İnsan Hakları alanında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi doğrultusunda yasal düzenleme yapılsın,
- Temel haklar, dil, ırk, renk, siyasi düşünce ve felsefi yada dini inanç gözetilmeksizin İnsan Hakları güvenceye alınsın. Görüldüğü üzere bu KOB, mali yardım konusunda yeteriz, eksik ve zayıftır.
3- KONUNUN İNCELENMESİ VE DEĞERLENDİRME:
AB bünyesinde, gelecekte bir Avrupa Ortak Hukuku oluşacak ve üye devletler bu hukuku uygulayacaklardır. Ortak değerler, üye devletlerce tanınacak ve kabul edilecekdir. Yeni kriterlere göre, toplumların aykırı görüşleri de öğrenme hakkı vardır. Fikir, ifade, dini, inanç ve vicdan hürriyetleri çok geniş yorumlanmaktadır.
Türkiye tarafından başlatılmış olan uyum çalışmaları, AB üyeliğinin ön koşulu sayılan Kopenhag Kriterleri’ni de gözetmiş olarak, detaylı ve takvime bağlanmış bir Ulusal Program şeklinde AB Komisyonuna sunulmuştur.
Yeni dünya düzeni ve küreselleşme, genellikle sermayenin yaygınlaşması ve hakimiyetinin artması demek mi? Bu soru bir çok kesim ve kişi tarafından dile getirilmektedir. Ünlü ekonomistlere göre, yakın gelecekte dünya ticaretinin %80 seviyesi, 3 büyük ticari blok üzerinde toplanacaktır. Bunlar, ABD, Kanada ve Meksika başta olmak üzere Amerika kıtası devletlerinin oluşturduğu blok, Avrupa Birliği bloğu ve Doğu Asya bloğudur. Gelecekde bu 3 bloğun dışında kalan ülkeler dünya ticaretinin dışında kalmış olacaklardır.
AB bünyesinde yer aldığında, Türkiye için, Ulusal Egemenliğin örgütlenmesi, yasamanın kısmen devri, ortak para, kültürel haklar, ve azınlıklar konuları kritik konular olacaktır. AB üyelerinin Kürt asıllı vatandaşlarımızı “azınlık” olarak kabul etme eğilimleri de düşünüldüğünde bu konular daha da önem kazanmaktadır. Atatürk devrimlerinin iki dinamiği olan ( hareket noktası) Tam Bağımsızlık ve Kayıtsız Şartsız Millet Egemenliği ilkeleri bu üyelikle nasıl bağdaştırılacaktır. Bu konuyu da gündemde tutanlar vardır.
Türkiye, üyelik süreci ve gümrük birliği çerçevesinde alması gereken mali yardımlar konusunda da şikayetçidir. Çerçeve yönetmelik AB parlamentosundan geçti. 7 yıl boyunca 127 milyon Euro kadar yardım alınabilecektir. Yunanistan engeli her konuda olduğu gibi, yardımlar konusunda da vardır. Katılım Öncesi Fonu adını alan bu yardımlar özel sektör, deprem yardımı, hibe, düşük faizli kredi, gümrük alt yapısı, sağlık, enerji, çevre, insan hakları, ekonomik- mali yapılanma, KOBİ ve mevzuat uyumlarında harcanacak yardımları kapsıyor.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir konu da, Batı Avrupa Birliği (BAB) ile ilgili ilişkiler ve bulunduğumuz konumdur. AB’ nin silahlı kanadı olacak olan BAB, NATO’ ya alternatif olarak kurulmuştur. AB kendi silahlı gücünü oluşturma çalışmalarını hızlandırmıştır. Nihai Hedef (Head Line Goal) başlığı altında yapılan çalışmalarda tam bir anlaşma sağlanamadı. AB bu gücün planlamasını NATO’ya yaptırmak ve gerektiğinde NATO imkanlarını da kullanmak istemektedir. Türkiye bu kararı veto etti. Kararlar alınamayınca AB üyesi NATO ülkeleri Türkiye’ye çok kızdılar.
Türkiye, BAB içinde üye statüsünde değil, fakat Norveç ve İzlanda ile birlikte Davet Edilmiş Ülke (invitation nations ) gibi, yani yarı üye statüsündedir. Bu üç ülke NATO üyesi olup da, AB üyesi olmayan ülkelerdir. BAB faaliyetleri ve çalışma gruplarında Türkiye yer almakta, fakat kararlara katılamamaktadır. Son zamanlarda, NATO‘nun imkanları ve kuvvetlerinin BAB emrinde de kullanılması konusu gündeme geldi. Türkiye kendisinin kararlarına katılmadığı BAB emrine NATO kuvvetlerinin verilmesine karşı çıktı ve kararları veto etti. Bu tutum NATO / AB ülkelerini çok kızdırdı. Çünkü, kararlar çıkarılamadı. Bu konunun bizim için iki hassas noktası vardır.
- Bizim ve NATO’nun güçleri, kararlarına katılamadığımız bir organ emrinde görevlendirilecek, üyesi olmadığımız bir birliğin (AB ) çıkarlarına hizmet edecek.
- Bu hizmetten, NATO üyesi olmayan, hiç risk almamış, kuvvet ayırmamış ve zahmete katlanmamış olan Avusturya, Finlandiya, İsveç ve İrlanda bile faydalanırken ( bu ülkeler AB üyesi ) NATO’nun en büyük silahlı güçlerinden birine sahip olan Türkiye kararlara katılmadığı gibi, bu kullanımdan menfaati de olmayacaktır.
- Bir görüşe göre de; Fransa’nın inanılmaz bir tutumla sözde Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesinin bir nedeni, NATO’ da bu vetoyu kırmak ve baskı yapmak amacına yöneliktir.
4- TARAFLARIN ENDİŞELERİ :
TÜRKİYE YÖNÜNDEN ENDİŞELER :
Ulusal Egemenliğin törpülenmesi, bazı unsurların (yetki) AB organlarına devri konusunda endişeler.
Kıbrıs ve Yunan – Türk sorunları konusunda çözümlerde Yunanistan’ın baskısı ve AB desteği ile aleyhimize sonuçlanması endişesi.
Ermeni sorunu konusunu AB gündeminde tutarlar ve desteklenirse nasıl bir tavır alınacaktır.
Güneydoğu konusu ve Kürt asıllı vatandaşlarımızı hatta bölücü örgütler ( PKK, Hizbullah ) konusundaki destek ve hoşgörüler devam ederse, gelecekte başımıza ne gibi sorunlar açabilir.
Ülkemizdeki küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşları rekabet ödemeyip tamamen ortadan kalkar endişesi,
Bazı stratejik kaynakların (bor, su, vs ) kontrolü elimizden çıkar mı?
Enflasyon ve tüketim azaltılamaz, üretim artırılamazsa, Avrupa’nın serbest pazarı mı oluruz? Hristiyan dünyası bizi hep dışlar mı? Hatta, Avrupa’da hızla yayılan yabancı düşmanlığı vatandaşlarımız için sorun olabilir mi? Nitekim, maskeli ve siyah giyimli “ skin head “ olarak adlandırılan dazlaklar Paris’de toplandılar , Ermeniler ve PKK yandaşları ile birlikte bayraklar açıp, futbol maçında Türkler’e saldırdılar.
Kopenhag Kriterleri bizi bölünmeye götürür mü? Milli değerler kaybolabilir mi? Bunlar sıkca sorulan sorulardır.
AB YÖNÜNDEN ENDİŞELER :
AB bünyesindeki tek Müslüman Ülke olacak olan Türkiye’nin vatandaşlarının bünyelerine uyum sorunu olur mu? Nitekim; uzun yıllardır Avrupa da bulunan Türklerin uyum sağlamakta yaşadığı güçlükler ve sergiledikleri çağdaşı görüntüler, Halifet Devlet kurma gayretleri Avrupalıyı ürkütmektedir. Bu faaliyetlere çok ılımlı yaklaşılıyordu. Fakat, 11 Eylül 2001 günü ABD’nin uğradığı terör saldırısı ve sonrasında, Avrupanın terör ve terör örgütlerine karşı bakış açılarında değişiklikler olmuştur. Bir çok ülke terörle mücadele kanunlarını yeniden düzenlemekte olup, yasa dışı faaliyetlere hoşgörülü yaklaşımların terk edileceği anlaşılmaktadır.
Çok kalabalık bir nüfusu (70 milyon ) olan Türk insanı Avrupa’yı işgal eder mi?
Ekonomik uyum gerçekleşmez, enflasyon düşmez, para değer kazanmazsa bünyesel uyum sorunları yaşanır mı?
Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan ile sorunlar çözülemezse, bu sorunlar birliğin bünyesine nasıl yansır?
Türkiye de çoğulcu ve çağdaş bir demokrasi idaresi sürekli var olur mu? Hukukun üstünlüğü ve insan hakları konusundaki endişeler giderilebilir mi?
5- SONUÇ :
Türkiye her şeyi değerlendirmiş ve tercihini çok önceden AVRUPA şeklinde yapmıştır. ABD’nin terörle mücadelesine verdiği destek bu tercihlerin bir gereğidir. Fakat, bu tercih “Milletin Birliği ve Devletin Bölünmezliği” ilkeleri zarar görmeden kabul görmelidir.
AB’ yi bize mali yardım yapan veya yapacak bir organ olarak gören yaklaşım terk edilmelidir. Yardımların aksamasından şikayet edilmemelidir. Para yardımı almak için mi bunca çaba gösterildi ve gösteriliyor? Para yardımı sonsuza kadar süremez.
Bu çalışma döneminde her kurum ve kuruluşun katkı yapması zorunludur. Cumhuriyetimizin teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Milletimizin geleceği ve gelişmesini ilgilendiren konulara hiç bir zaman kayıtsız kalmamış, katkılarını esirgememiş, hatta, bir çok konuda öncülük etmiştir. Nitekim, BAB ve AB faaliyetleri uzun süredir izlenmektedir.
Uyum genellikle mevzuat (kanun, yönetmelik) uyumu olduğuna göre, kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine, vatandaşlara ve özellikle siyasilere önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.
Bizden istenen çağdaş hukuk normları, demokrasinin çağdaş ve modern ilkelerine sahip olması ve insan haklarının tam uygulanması, ekonomik kalkınma olduğuna göre milletimizin refah ve mutluluğunu etkileyecek olan bu oluşuma kayıtsız kalınamaz.
Şubat 2001 ekonomik krizinin ardından AB ülkeleri Türkiye’yi yakından izliyor ve durumu net olarak göremediklerini belirtiyorlar. Bu kriz aslında AB’nin işine geliyor. Bu kriz, bizim tam üyelik sürecini uzatmalarına yardımcı olabilecektir. Nitekim, AB organlarının son Gent (Belçika) tolantısında Türkiye lehine karar alınamadı.
Bu ekonomik kriz bizi Mastrıch Kriterlerinin gerisine itti. Ekonomik krizden tam olarak çıkılabilmesi için “yüklü miktarda dövize ihtiyaç olduğu” yetkililerce ifade edilmektedir. AB değerlerine göre, enflasyon % 3 , borç stoğunun GSMH’nın %60’nı geçmemesi gerekirken , krizden sonra enflasyon % 60 – 70 arası, borç stoğu ise % 100 seviyesine yükselmiştir.
Ekonomik krizin olumsuz etkilerinden ivedilikle kurtulmak için her alanda bir tasarruf seferberliği başlatılmalıdır. TSK. bu konuda da öncülük etmiş ve savunma harcamalarından toplam 19 milyar ABD doları tutarında tasarruf yapılacağını kamu oyuna duyurmuştur.
Kopenhag Kriterlerinin en önemli ilkesi olan serbest piyasa ekonomisine tam olarak geçilmelidir. Biz piyasa ekonomisine henüz tam olarak geçemedik. OECD standartlarına göre incelendiğinde, devletimizin ekonomik alandaki sınırı nerede başlayıp, nerede sona eriyor bilinemiyor. Kayıt dışı ve rant ekonomisi tercih ediliyor. Fonlar, vakıflar ve döner sermayeler çok yaygın. Siyasetciler de bu ortamı kullanıyorlar.
AB tam üyelik sürecinde, hedeflerin tutturulabilmesi için ivedilikle ekonomik krizin aşılması ve istikrarlı bir ekonomik yapıya ulaşılması gerekmektedir.
Bunun için yapılması gerekenler şunlardır ;
. Ekonomik istikrar proğramı siyasi iktidar tarafından tam olarak desteklenmeli ve toplum kesimlerine benimsetilmelidir.
. Piyasa ekonomisine geçiş hızlandırılmalıdır.
. Rant ekonomisi terk edilmelidir.
. Ekonomi tam olarak kayıt altına alınmalıdır.
. KİT problemi çözülmelidir.
. Hukuk devleti ve insan hakları kavramları, çoğulcu demokasi ve sosyal ahlak anlayışı tüm vatandaşlara benimsetilmelidir.
AB ÜYELİĞİ KONUSUNDA SON GELİŞMELER ;
Türk Dışişleri Bakanı, Kasım 2001 ayında beklenmedik sertlikte bir açıklama yaparak, “Kıbrıs konusunda taviz veremeyiz, her türlü bedeli ödemeye hazırız “ dedi. Hükümetin diğer üyeleri de benzer açıklamalar yaptılar. Bu durum bazı kesimlerde şaşkınlık yarattı ve AB üyeliğinden vazgeçileceği bile konuşuldu. 13.11.2001 günü Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu yayımlandı. Bu raporun Türkiye bölümünde şu hususlara yer verildi ;
. İnsan hakları konusunda eksiklikler ve aksaklıklar sürüyor,
. Adil yargılanmada eksiklikler var,
. İdam cezası konusunda “ istisna “ getirilmesi sözleşmeye aykırıdır,
. Temel haklardaki gelişmeler yetersizdir,
. Cezaevi protestolarına karşı müdahaleler çok serttir,
. Kıbrıs meselesinde BM çabalarına destek verilmelidir,
. Türkiye’de yolsuzluklar çok yaygındır.
Bu raporun yayımlanmasından sonra, yetkililerden “ bu eleştiriler malesef doğru “ açıklaması yapıldı. AB , 15.12.2001 tarihli Laeken (Belçika) zirvesinde , iki yıl içinde birliğin geleceğini belirleyecek olan AB Platformu’na (Konvansiyonu) Türkiye’de dahil edildi. Bu platformun başına Yunan dostu olduğu bilinen Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Gisgard ESTAİNG getirildi. Türkiye bir hükümet üyesi ve 2 milletvekili ile temsil ediliyor. AB tarafından bölücü örgüt PKK ve DHKPC örgütlerinin “bölücü örgütler “ listesine alınmaması ülkemizde yoğun eleştiriler ve kızgınlığa neden oldu. AB Türkiye temsilcisinin bilgisayardan gönderdiği mesajların elde edilerek açıklanması da tartışmalara neden oldu.
Sonuç olarak; yukarıda anlatılan kritik konular ve endişeler dile getirilerek, yetkililer uyarıldıktan sonra ;
Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklenmesi ve Ulusal Programa azami katkı sağlanması, hepimizin takip edeceği politika olmalıdır.
Avukat Naci SÖZEN
Ankara Barosu AB İlişkiler Komisyonu Üyesi
EKİM 2000 /ANKARA
EKİ : Avrupa’daki Mevcut Yapılanma ve Türkiye
ATATÜRK
ATATÜRK DEVRİM VE İLKELERİ
YURTTA BARIŞ VE DÜNYADA BARIŞIN ÖNEMİ
1. GİRİŞ :
Osmanlı İmparatorluğu ile müttefikleri , 2. Dünya Savaşında yenilince, savaşın galibi olan devletler aralarında Anadolu’yu paylaşmış ve işgale başlamışlardı. Mustafa Kemal bu işgal ortamında , 19 Mayıs 1919 günü bir kaç arkadaşı ile birlikte Samsun’a çıktı. Kafasında yeni Türkiye Devleti’nin kurulması fikri vardı. Bu devlet dört bir cephede verilecek olan Kurtuluş Savaşı, iç isyanların bastırılması ve siyasi mücadeleler sonunda gerçekleşecektir. Kurtuluş Savaşının özü, Amasya Genelgesinde yer alan “ Milletin Bağımsızlığını yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır. “ maddesinde ifadesini bulur. Kurtuluş Savaşı ve Atatürk devrimlerinin iki hareket noktası (dinamiği) vardır. Bunlar ; “ tam bağımsızlık “ ve kayıtsız şartsız millet egemenliği “ dir.
Mondros Mütarekesi ve Sevr Andlaşması ile paylaşılan ülkemiz, Atatürk önderliğinde, Milletimizin azim ve kararı ile verdiğimiz mücadelenin sonunda kurtarılmış ve işgalciler geldikleri gibi gitmişler, Türkiye için diplomatik bir zafer olan Lozan Barış Andlaşması ile Milli sınırlarımız çizilmiş, Türk İstiklal ve Hakimiyeti resmen tanınmıştır. Bu mücadelenin önemli bir olayı da, 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin toplanması olmuştur.
2. ATATÜRK DEVRİM VE İLKELERİ :
a. Siyasal Alanda Devrimler ; Daha yolun başında hazırlanan 20 Ocak 1921 tarihli Anayasamızda “ egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu “ ilan edilmişti. Bu doğrultuda , 01 Kasım 1922 tarihinde Saltanat kaldırılmış, 03 Mart 1924 tarihinde de Hilafet kaldırılmıştır. Nihayet, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya ilan edilmiş oluyordu. İç isyanlar, siyasi mücadeleler, suikast ve Menemen olayı gibi sayısız güçlüğe rağmen sonuca kararlılıkla ulaşılmıştır.
b. Hukuk Alanında Devrimler : Osmanlı İmparatorluğunda hukuk, dini esaslara dayanıyordu. Devlet ve toplum hayatında din egemendi. Atatürk, daha 01 Mart 1922 günü, TBMM yasama yılı açış konuşmasında “ her devletin içinde bulunduğu sosyal yaşantısı ve uygarlık derecesine uygun bir hukuki mevzuatı vardır. Bizin milletimizin adalet düşüncesi ve anlayışı hiç bir uygar ulusun seviyesinden aşağı değildir. Bu nedenle, hukuki mevzuatımızın tüm uygar devletlerin kanunlarından eksik olması düşünülemez “ diyerek konunun önemini vurgulamıştı.
Çalışmalara hemen başlanarak, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu İsviçre, Ceza Kanunu İtalya, HUMK. İsviçre, CMUK. Almanya, İcra İflas Kanunu İsviçre, Ticaret Kanunu muhtelif ülkelerin kanunları, İdare Hukuk ise Fransa kanunları iktibas edilerek yürürlüğe konmuştur.
c. Eğitim ve Kültür Alanında Devrimler : Çağımızın devletleri başarılarını ve güçlerini milli eğitimlerinde bulurlar. Eğitimde yeniliğe Tevhidi Tedrisat Kanunu (Eğitimin Birleştirilmesi)’nun kabulü ile başlanmış ve medreseler kaldırılmıştır. Türk Milli Eğitiminin temel ilkesi şunlardır ; Türk Eğitimi laiktir, tek okul sistemi vardır, eğitim devletci ve milliyetcidir, Türk eğitimi demokratiktir.
d. Yeni Türk Harflerinin kabulü : 01 kasım 1928 ‘de Latin esasından alınan harfler Türk dilinin özelliklerine göre değiştirilerek yeni Türk Alfabesine geçilmiş ve Arap harflerine son verilmiştir. Böylece, okuyup yazmak kolaylaşmış, kısa sürede tüm yurtta seferberlik başlatılmıştır. Atatürk bu okuma – yazma seferberilğinde “ BAŞÖĞRETMEN “ görevini üstlenmiştir. Bu devrim, Türkiye’yi batı dünyasına yakınlaştırmış olup, önemi günümüzde çok iyi anlaşılmaktadır.
e. Tarih ve Dil Alanında Devrimler : Atatürk “ tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir “ diyerek, tarihi zenginliğimizi ve doğruları ortaya çıkarmak için Türk Tarih Kurumunu kurmuştur. Dil ise, MİLLİ varlığı destekleyen en büyük dayanaktır, etkendir, ortak bağdır. Türk dilinin kendi milli benliğine kavuşması ve zenginleştirilmesi için Türk Dil Kurumu kurulmuştur.
f. Güzel Sanatlar Alanında Devrimler : Atatürk sanata ve sanatcıya çok önem verirdi. 1923 yılında, Adana’da “ sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur “ diyerek, sanatın millet hayatındaki yeri ve önemini işaret etmiştir. Müzeler açılmış, güzel sanatlar akademileri , musiki ve tiyatro alanlarında önemli adımlar atılmıştır.
g. Toplumsal Hayatın Düzenlenmesi : Tekke, türbe ve zaviyeler kapatılmış, kıyafetler medeni insan olma yönünde modernleştirilmiştir. Soyadı Kanunu kabul edilerek eski san ve unvanlar yasaklanmıştır. Ölçüler ve takvimlerde batı dünyası ile uyumlu olacak şekilde değiştirilmiştir.
h. Kadın Hakları : Kadınlarımızın modern bir görüntüye kavuşması için, peçe ve çarşaf yasaklanmış, eğitimlerini almaları ve serbesce mesleklerini seçmeleri için düzenlemeler yapılmıştır. Kadınlarımıza 1930 yılında Belediye Meclis üyeliğine seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1934 yılında da millet vekili seçilmek ve seçmek hakkı tanındı.
I. Ekonomik Alanda Devrimler : Atatürk , daha, 1923 İzmir İktisat Kongresinde “Milli Egemenlik ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir “ diyerek konunun önemini nede güzel ve isabetli olarak ortaya koymuştur. Devlet, ekonomik hayatı düzenleyecek ve geliştirecektir. Hammaddesi yurt içinde yetişen dallara öncelik verilecektir. Kalkınmak için sanayileşmenin zorunlu olduğuna işaret edilmiştir. Planlı kalkınma modeli seçilmiş, MTA, EİE, Etibank, Şeker, Kağıt , demir-çelik ve tekstil alanlarına öncelik verilmiştir. Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planı 1934 yılında başlatılmış , ulaştırmaya önem verilmiş, özellikle demiryolu ağının genişletilmesi üzerinde durulmuştur.
3. ATATÜRK DEVRİMLERİNİN TEMEL İLKELERİ :
Atatürkcülük ve Kemalizm kavramları, Türk Devrimi ve İlkelerinin sistemleşmiş bir fikir gücü ve geleceğe yönelik hedeflerini ifade eden birer simge olarak ve aynı anlamda kullanılmaktadır. Aslında, Atatürkcülük İstiklal Şavaşı ile birlikte başlamış olup, öncelikle hedefi, milletimizin haklarını tanıma , tanıtma, ve bağımsızlığına kavuşturmak olmuştur. Bu devrimlerin klasikleşmiş olan 6 ilkesi şunlardır ;
1. CUMHURİYETCİLİK : Devletimizin siyasi rejimi ve yönetim biçimi olarak Cumhuriyet İdaresini benimseme, aslında, halkın kendi idaresini benimsemedir. Cumhuriyet 29 Ekim 1923 günü ilan edilmiştir. Atatürk, 04 Kasım 1923 günü “ Cumhuriyet bedava kazanılmadı, bunun için çok kan dökdük “ demiştir. Yine , Atatürk, Cumhurietin 10. Yılı söylevinde “ az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir “ demiştir.
2. MİLLİYETCİLİK : Millet kavramı, aralarında ortak bağlar bulunan insanların toplum hayatında eriştikleri son merhaledir. Bir milletin var olabilmesi için, ilk önce bir VATAN , bu vatan üzerinde yaşayan İNSANLAR ve BAĞIMSIZLIK olmalıdır. Milliyetcilik, insanları müşterek idealler ve kader birliği etrafında toplayabilen, kuvvetli bir bağdır. Başlangıcda, “ Ya istiklal, Ya ölüm “ parolası ile başlamış olan mücadele, “ Ne mutlu Türküm diyene “ ilkesi ile millet olma yolunda başarıya ulaşmıştır. Atatürk milliyetciliğine göre, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı, bu gün ve gelecekte Türkiye’de yaşama azim ve kararlılığında olan herkes Türkt’ür. Atatürk milliyetciliği, millet gerçeğinden hareket eder, milli irade ve milli bağımsızlığa çok önem verir.
3. HALKCILIK : Halkın, halk tarafından ve halk için idaresi demektir. Halkcılık, milliyetcilik ilkesinin bir sonucudur. Atatürk’ün halkcılık anlayışında, bireyler arasındaki eşitlik kadar, demokrasi anlayışı da önemli yer tutar.
4. LAİKLİK : Laiklik kavramı , hem geçmişte, hem de günümüzde en çok tartışılan, fakat, en az anlaşılan bir ilkedir. Laik kelimesi Fransızca kökenli olup, ruhani olmayan fikir, kurum ve müessese demektir. Devletin yapısı ve işleyişinin dini esaslara dayandırılmaması esasını getirir. Toplumun en hassas dinamiklerinden biri de dindir. Siyasal, ekonomik ve sosyal krizler topluma hakim olursa, hatalı dinsel yapılanma ve dinsel politikalar kolaylıkla gelişir ve uygun zeminler bulur. Aslında, laiklik düşünceye ve dinsel hayata özgürlükler getiren bir sigorta sayılmalıdır. Kökten dincilerin başarısı, toplumsal sıkıntılara, bunalımlara ve cahilliğe endekslidir. Devlet yöneticilerinin iradesinin bilim ve akıla dayanmasının gerekliliği laikliğin temelidir. Dinlerin hedefi, insanların mutluluğunu sağlamak, bunun için de sevgi ve hoşgörüyü hakim kılmaktır. Bilgi herşeyin kaynağıdır. Din bilgini Gazali “ insanın en üstün olanı ve Allah tarafından övüleni bilgiye dayananıdır “ demiştir. Laiklik, aynı zamanda, batılılaşmanın da bir şartı ve gereğidir. Türkiyenin çağdaşlaşması, ancak, laik bir devlet ve laik bir toplum ile mümkündür. Atatürkcülük, dinin karşısında değil, dini çıkarlarına alet edenlerin, irticacının, bağnaz zihniyetin, cahilliğin ve yobazlığın karşısındadır.
5. DEVLETCİLİK : Devletcilik, millet yararına olmak üzere, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmeti ve faaliyetlerinin yurda yayılması demektir. Bu anlamda devlet, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın temel faktörü, hareket ettirici gücü olmuştur. Devletcilik, planlı ekonomiye geçişi sağlamış, özel teşebbüs ile devlet işletmeciliğini bir arada dengeli bir şekilde geliştirmeyi hedeflemiştir. Geri kalmış bölgelerin kalkınması da sağlanmıştır.
6. DEVRİMCİLİK : Devrimcilik, devrimleri benimsemeyi, korumayı ve yaşama geçirmeyi hedefler. Atatürk İlke ve Devrimlerinin amacı, millileşmek, modernleşmek ve demokratikleşmektir. Atatürk , devrimlerin amacını şöyle ifade etmiştir , “ yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını, çağımıza uygun, bütün mana ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmaktır “
4. ATATÜRK DEVRİMLERİNİN TAMAMLAYICI VE BELİRLEYİCİ İLKELERİ :
1. EGEMENLİK : Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
2. BAĞIMSIZLIK : Bağımsızlık, Türk Milleti açısından bir karakter , bir var oluş sorunudur. Ya istiklal , ya ölüm bir paroladır.
3 ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜ : Milli sinirlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.
4. BİLİMSELLİK : Toplum ve devlet hayatında bilime yer verilecektir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
5. AKILCILIK : Akilcilik, gerçeği arayıp bulma yoludur. Atatürk, 1922 yılında, Bursa’da öğretmenlere yaptığı bir konuşmada “ bu gün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş değildir, Kurtuluş, cemiyetdeki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilir. İyileştirme ilim ve fennin gösterdiği yolla olursa hasta kurtulur. Yoksa, hastalık müzminleşir ve tedavisi imkansız hale gelir”.
6. YURTTA VE DÜNYADA BARIŞIN ÖNEMİ :
Ulu Önder Atatürk, “ yurtta sulh, cihanda sulh “ derken, bir taraftan, yurt içinde huzur ve sükunu, güven içinde yaşamayı amaçlamış, diğer taraftan da, milletlerarası barış ve güvenliğin önemini işaret etmiştir. Devlet, öncelikle, milletin birliği ve güvenliği, vatandaşların huzurunu ve sevgi ortamında temel hak ve özgürlüklerden faydalanarak yaşamalarını temine çalışır. Bu barış ortamı siyasi ve hukuki düzenlemelerle sağlanmıştır.
Dünyada barış ise, milletler arası uyuşmazlıkların barışcı yollarla, kuvvete başvurmadan çözüme kovuşturulmasını öngörür. Milletler Cemiyetine katılmamızın, bölgemizde ve Avrupada ortaya çıkan oluşumlarda yer almamızın nedeni bu ilkelerdir. Türkiye, dünyada, Avrupada ve bölgesinde ortaya çıkan oluşumların, ya kurucuları arasında yer almış, ya da ilk üyelerinden olmuştur. Sonuç olarak, Türk Devleti ve Milleti , Atatürk İlke ve Devrimleri doğrultusunda, başlangıçdan itibaren yönünü Batıya çevirmiştir. Dünya günümüzde küreselleşme olgusunu yaşıyor. Avrupada, hukuka dayalı , yaygın ve sürekli bir barış ortamı oluşturma gayretleri 2. Dünya Savaşı sonrası başlamış ve önce ekonomik birlik kurulmuş, ikinci olarak ise siyasi birliği kurma çabaları hız kazanmıştır.
5. ATATÜRKÇÜLÜĞÜN EVRENSEL BOYUTLARI :
1. Atatürk ve Atatürkçülüğün en az incelenen yönü diğer milletler üzerindeki etkileridir. Bu konuda münferit yayınların dışında, bütünlüğü olan araştırmalar ve bu araştırmalara dayanan yorum ve değerlendirmeler yapılmamıştır.
2. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün, teorik ve uygulamaya yönelik olarak incelenmesi gerekmektedir. Konunun teorik açıdan incelenmesi şu başlıklar altında yapılabilir:
a. Milli nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçülüğün, yeni bir dünya görüşü olarak araştırılması ve değerlendirilmesi;
b. Atatürkçülüğün diğer büyük düşünce sistemleriyle karşılaştırılması;
c. Düşünce sistemlerinin tarihi içerisinde Atatürkçülüğün yeri,
3. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün teorik incelemesi ile birlikte, aşağıdaki hususlarda uygulamaya yönelik olarak da incelenme yapılmalıdır :
a. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin uluslararası yankıları , hangi görüş ve uygulamanın, hangi
ülke veya ülkelerde etki ve yankı yaptığı;
b. Atatürkçülüğün Türkiye'deki uygulamasının dünyadaki siyasi olaylar üzerindeki etki ve katkısı,
c. Türk İstiklal Harbi'nin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma niteliği,
d. Atatürk ve Atatürkçülüğün geleceğe yönelik olarak değerlendirilmesi.
e. Atatürkçülük , bütünü ile Milli Devlet kurulmasının, çağdaşlaşmanın ve her çağda çağdaş kalabilmenin ilkelerini, uygulama esaslarını ve yönetimini belirler.
4. kkAtatürkçülük, aynı zamanda Türk Devriminin fikir ve ideal yönüdür. Türk Devriminin tesirleri sadece Milli sınırlar içerisinde değil, dışarıda da takdir ve hayranlık uyandırmışsa, bu inkılabın evrensel değerinden dolayıdır. İnkılabın üniversel değeri, Milli amacının dışında tesirleri ve verdiği meyveleri ile kendini gösterir. Bu durum, çeşitli yönlerden inceleme konusu yapılabilir.
a. Batı dünyasında Türk Devrimine , II. Dünya Savaşı'na kadar duyulan ilgi, Türkiye'nin köklü bir hamle ve değişiklik yaparak Batı Medeniyetine katılması ve bu medeniyeti ortak medeniyet olarak benimsemesi ölçüsünde değerlendirilmektedir. Batılı yazar ve siyaset adamları , Türk Devriminden söz ederken, Doğu dünyasının kader ve alınyazısını değiştiren hareket diye bahsederler. Nitekim, Türkiye'nin tuttuğu yol, bütün milletlere örnek olmuştur. Batı medeniyeti müşterek bir medeniyet olarak öngörülmüş, Türkiye örneği, diğer siyasi toplumların kalkınması ve yükselmesinde daima göz önünde bulundurulmuştur.
Büyük Atatürk, "Memleketler muhteliftir,fakat medeniyet birdir. Ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır"1 diyerek Batı medeniyetini işaret etmişti. Yine O, "Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye'de asri binaenaleyh garplı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmeyi arzu edip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir ?”2 diyerek, bir sorgulama yaparak, yeni Türkiye'nin hedefine yön vermeye çalışıyordu.
1938 yılında yazılan bir eserde, Türk Devrimi, sadece Türkiye'yi canlandırmakla kalmadığı, aynı zamanda bütün dünyaya yol gösteren bir devrim hareketi olduğu, uyuyan bütün Doğu milletlerinin (Üçüncü Dünya) uyanıp silkinmelerine neden olacak bir hareket olduğu vurgulanıyordu3. Böylece, Atatürk Devrimi, Batılı olmayan topluluklara tutacakları yolu göstermekle insanlığın gelişmesinde önemli bir safha açmıştır.
b.Türk Devrimlri, insana ve insan kişiliğine değer vermiştir.
Türkiye Batı medeniyetine yönelmek için devrim yapmak zorunda idi. Batı'yı zihniyeti ve hür düşüncesi ile alacaktı. Atatürk Devrimlerinin bir diğer özelliğini, insani yönünü, insan haklarına değer veren yönünü her zaman ortaya koymuştu. İnsanlara hürriyet vermek ve şahsiyetlerini değerlendirmek Türk Devriminin amacı idi.
c. Türk Devriminin milletlerarası planda değerlendiren bir diğer olay da, milletlerin kurtuluş hareketlerine örnek olması, bağımsızlık mücadelesi veren milletlere kurtuluş aşkını aşılamasıdır. Bu konunun doğu ve batı açısından değerlendirilmesi farklılık gösterir.
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı ile Birinci Dünya Savaşının galip devletlerinin emperyalist baskılarına karşı duran, onlara karşı başarı kazanan ilk devlet olduğu için diğer devletlere de örnek olmuştur. Bu yönüyle Türkiye'nin mücadelesi, Batı dünyasında takdirle karşılanmıştır. Bağımsızlık mücadelesi veren Doğu (Asya ve Afrika) dünyasının Atatürk'e ve eserine bağlılığı Batı'dan faklıdır. Emperyalizme ve istilacılara karşı istiklal mücadelesi yapacak olan Doğu dünyası, gönlünde bir milli kahraman, idealinde bir kurtarıcı, yani Mustafa Kemal arıyordu. O'nun evrensel yönü hakkında söylenenlere kısaca göz atmak gerekirse; şu örnekleri vermek mümkündür ;
Çinli lider Çan Kay Şek, "Atatürk'ün hayatı ve eseri sadece Türkiye için değil, fakat dünyanın bütün hür milletleri için ilham kaynağı olmakta devam edecektir"4 der. Pakistan Cumhurbaşkanı Eyüp Han ise, "Atatürk, yalnız bu asrın en büyük adamlarından biri değildir. Biz, Pakistan'da O'nu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz...0 İslam dünyasında yeniden siyasi uyanış istikametinde ileriye doğru cesur bir adım atan bir avuç insandan biriydi"5 şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Hindistan'ın kurucusu Nehru ise, Atatürk'ün bağımsızlık yolundaki başarısına hayran olduğunu ifade etmekten kendini alamadığı gibi, "Biz, o tarihlerde O'nun bağımsızlık hareketiyle son derece meşguldük"6 demiştir.
d. Atatürkçülüğün evrensel değeri özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra daha da anlaşılmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan geri kalmış birçok millet, Batıya yönelirken, Batı demokrasisine geçerken Atatürkcülük’den yararlanmanın yolunu aramıştır.
Prof. Maurice Duverger'e göre, az gelişmiş ülkelerin siyasal rejimi incelenirken, Doğu ile Batı standartları arasındaki bu tercih, bu memleketlerin kaderini Atatürkçülüğe, yani Kemalizm'e bağlamıştır. Yine Duverger, “Batıya doğru yönelmeyi arzulayan bu yarı gelişmiş ülkelerin, kısa zamanda Batı standartlarına yükselmelerinin, ancak, Kemalizm tecrübesi ile mümkün olabileceğini” belirtir7.
e. Atatürkçülüğün evrensel değerlerinden biri de, dış politika alanındadır: Türkiye barış politikası uygulamakla, insanlık yararına çalışmış, barışı karşılıklı münasebetlerde temel saymış, Balkanlar'da ve Ortadoğu'da uyuşmazlıkları barış yoluyla çözümleyerek, barışa hizmet etmiştir. Nitekim, Türk Devrimi, yani Atatürkçülük, büyük insan ailesinin saadetine hizmet etmeyi kendine vazife saymıştır.8
f. Atatürkçülüğü milletlerarası alanda yücelten bir diğer olay da, bağımsızlık mücadelesi yapan topluluklara kurtuluş ümidi ve aşkı vermesidir. Kuzey Afrika, Hindistan,Pakistan vb. ülkelerdeki bağımsızlık mücadelesinde Atatürk'ün başarısı model olmuştur. Nitekim, Tunus Başkanı Burgiba, Atatürk için "O asırlarda bir gelebilecek devlet adamlarından biri idi"9 ifadesini kullanmakta idi.
5. Sonuç olarak; Atatürkçülük, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha fazla örnek değeri kazanmış ve Atatürk bir dünya değeri olmuştur. Bu neticede, İkinci Dünya Savaşı'nın şartları etkili olduğu kadar, işgal ve sömürge altındaki mazlum milletlerde Atatürk örneğinin yaygınlaşması için gerekli zamanın geçmiş bulunması da etken olmuştur. Atatürk'ün mazlum milletler üzerindeki ilk etkisi, İstiklal Harbi ile Batılılara tattırılan yenilgi sonucu olmuş, Doğu dünyası Atatürk'ün gazilik yönünü özellikle benimsemiştir. İstiklal Harbini takip eden inkılaplar, bu topluluklar için anlaşılması zor, ulaşılması güç büyük hedeflerdi. Bu noktada Batılıların yanlış propagandaları ile Atatürkçülüğe bağlılıkta duraklama görülür. Ancak zaman, Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü tekrar yüceltmiş ve Atatürkçülüğün evrensel bir boyuta ulaşmasını sağlamıştır.
Atatürk fikirleri, görüşleri ve "Türk Devrimleri " adı verilen eseriyle tüm dünyada yankılar uyandırmış bir liderdir. Bu yankılar sebebiyledir ki, Atatürk için bir niteleme aranırsa "çağını aşan lider" sıfatından daha uygun bir ifade olamaz. İşte Atatürk'ü evrensel yapan yönü de budur.
Naci SÖZEN
AVUKAT
(Em. Hv. Mu. Kd. Alb) FAYDANILAN ESERLER
1. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 49.
2. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 49.
3. M.Saffet EMİN, Kemalizm İnkılabının Prensipleri, Cilt -I, İstanbul 1938, s. 25-26.
4. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s. 67.
5. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s.160.
6. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s. 99.
7. Maurice DUVENGER, Le Kemalizm: Atatürk, UNESCO Yayını 1963, s.177-179.
8. Herbert MELZİG, İnönü Diyor ki, İstanbul 1946, s.190.
9. Sadi IRMAK, "Atatürk'ün Dünya'daki Yankıları", Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995 (Atatürk Araştırma Merkezi Yayını), s. 419.
YURTTA BARIŞ VE DÜNYADA BARIŞIN ÖNEMİ
1. GİRİŞ :
Osmanlı İmparatorluğu ile müttefikleri , 2. Dünya Savaşında yenilince, savaşın galibi olan devletler aralarında Anadolu’yu paylaşmış ve işgale başlamışlardı. Mustafa Kemal bu işgal ortamında , 19 Mayıs 1919 günü bir kaç arkadaşı ile birlikte Samsun’a çıktı. Kafasında yeni Türkiye Devleti’nin kurulması fikri vardı. Bu devlet dört bir cephede verilecek olan Kurtuluş Savaşı, iç isyanların bastırılması ve siyasi mücadeleler sonunda gerçekleşecektir. Kurtuluş Savaşının özü, Amasya Genelgesinde yer alan “ Milletin Bağımsızlığını yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır. “ maddesinde ifadesini bulur. Kurtuluş Savaşı ve Atatürk devrimlerinin iki hareket noktası (dinamiği) vardır. Bunlar ; “ tam bağımsızlık “ ve kayıtsız şartsız millet egemenliği “ dir.
Mondros Mütarekesi ve Sevr Andlaşması ile paylaşılan ülkemiz, Atatürk önderliğinde, Milletimizin azim ve kararı ile verdiğimiz mücadelenin sonunda kurtarılmış ve işgalciler geldikleri gibi gitmişler, Türkiye için diplomatik bir zafer olan Lozan Barış Andlaşması ile Milli sınırlarımız çizilmiş, Türk İstiklal ve Hakimiyeti resmen tanınmıştır. Bu mücadelenin önemli bir olayı da, 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin toplanması olmuştur.
2. ATATÜRK DEVRİM VE İLKELERİ :
a. Siyasal Alanda Devrimler ; Daha yolun başında hazırlanan 20 Ocak 1921 tarihli Anayasamızda “ egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu “ ilan edilmişti. Bu doğrultuda , 01 Kasım 1922 tarihinde Saltanat kaldırılmış, 03 Mart 1924 tarihinde de Hilafet kaldırılmıştır. Nihayet, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya ilan edilmiş oluyordu. İç isyanlar, siyasi mücadeleler, suikast ve Menemen olayı gibi sayısız güçlüğe rağmen sonuca kararlılıkla ulaşılmıştır.
b. Hukuk Alanında Devrimler : Osmanlı İmparatorluğunda hukuk, dini esaslara dayanıyordu. Devlet ve toplum hayatında din egemendi. Atatürk, daha 01 Mart 1922 günü, TBMM yasama yılı açış konuşmasında “ her devletin içinde bulunduğu sosyal yaşantısı ve uygarlık derecesine uygun bir hukuki mevzuatı vardır. Bizin milletimizin adalet düşüncesi ve anlayışı hiç bir uygar ulusun seviyesinden aşağı değildir. Bu nedenle, hukuki mevzuatımızın tüm uygar devletlerin kanunlarından eksik olması düşünülemez “ diyerek konunun önemini vurgulamıştı.
Çalışmalara hemen başlanarak, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu İsviçre, Ceza Kanunu İtalya, HUMK. İsviçre, CMUK. Almanya, İcra İflas Kanunu İsviçre, Ticaret Kanunu muhtelif ülkelerin kanunları, İdare Hukuk ise Fransa kanunları iktibas edilerek yürürlüğe konmuştur.
c. Eğitim ve Kültür Alanında Devrimler : Çağımızın devletleri başarılarını ve güçlerini milli eğitimlerinde bulurlar. Eğitimde yeniliğe Tevhidi Tedrisat Kanunu (Eğitimin Birleştirilmesi)’nun kabulü ile başlanmış ve medreseler kaldırılmıştır. Türk Milli Eğitiminin temel ilkesi şunlardır ; Türk Eğitimi laiktir, tek okul sistemi vardır, eğitim devletci ve milliyetcidir, Türk eğitimi demokratiktir.
d. Yeni Türk Harflerinin kabulü : 01 kasım 1928 ‘de Latin esasından alınan harfler Türk dilinin özelliklerine göre değiştirilerek yeni Türk Alfabesine geçilmiş ve Arap harflerine son verilmiştir. Böylece, okuyup yazmak kolaylaşmış, kısa sürede tüm yurtta seferberlik başlatılmıştır. Atatürk bu okuma – yazma seferberilğinde “ BAŞÖĞRETMEN “ görevini üstlenmiştir. Bu devrim, Türkiye’yi batı dünyasına yakınlaştırmış olup, önemi günümüzde çok iyi anlaşılmaktadır.
e. Tarih ve Dil Alanında Devrimler : Atatürk “ tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir “ diyerek, tarihi zenginliğimizi ve doğruları ortaya çıkarmak için Türk Tarih Kurumunu kurmuştur. Dil ise, MİLLİ varlığı destekleyen en büyük dayanaktır, etkendir, ortak bağdır. Türk dilinin kendi milli benliğine kavuşması ve zenginleştirilmesi için Türk Dil Kurumu kurulmuştur.
f. Güzel Sanatlar Alanında Devrimler : Atatürk sanata ve sanatcıya çok önem verirdi. 1923 yılında, Adana’da “ sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur “ diyerek, sanatın millet hayatındaki yeri ve önemini işaret etmiştir. Müzeler açılmış, güzel sanatlar akademileri , musiki ve tiyatro alanlarında önemli adımlar atılmıştır.
g. Toplumsal Hayatın Düzenlenmesi : Tekke, türbe ve zaviyeler kapatılmış, kıyafetler medeni insan olma yönünde modernleştirilmiştir. Soyadı Kanunu kabul edilerek eski san ve unvanlar yasaklanmıştır. Ölçüler ve takvimlerde batı dünyası ile uyumlu olacak şekilde değiştirilmiştir.
h. Kadın Hakları : Kadınlarımızın modern bir görüntüye kavuşması için, peçe ve çarşaf yasaklanmış, eğitimlerini almaları ve serbesce mesleklerini seçmeleri için düzenlemeler yapılmıştır. Kadınlarımıza 1930 yılında Belediye Meclis üyeliğine seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1934 yılında da millet vekili seçilmek ve seçmek hakkı tanındı.
I. Ekonomik Alanda Devrimler : Atatürk , daha, 1923 İzmir İktisat Kongresinde “Milli Egemenlik ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir “ diyerek konunun önemini nede güzel ve isabetli olarak ortaya koymuştur. Devlet, ekonomik hayatı düzenleyecek ve geliştirecektir. Hammaddesi yurt içinde yetişen dallara öncelik verilecektir. Kalkınmak için sanayileşmenin zorunlu olduğuna işaret edilmiştir. Planlı kalkınma modeli seçilmiş, MTA, EİE, Etibank, Şeker, Kağıt , demir-çelik ve tekstil alanlarına öncelik verilmiştir. Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planı 1934 yılında başlatılmış , ulaştırmaya önem verilmiş, özellikle demiryolu ağının genişletilmesi üzerinde durulmuştur.
3. ATATÜRK DEVRİMLERİNİN TEMEL İLKELERİ :
Atatürkcülük ve Kemalizm kavramları, Türk Devrimi ve İlkelerinin sistemleşmiş bir fikir gücü ve geleceğe yönelik hedeflerini ifade eden birer simge olarak ve aynı anlamda kullanılmaktadır. Aslında, Atatürkcülük İstiklal Şavaşı ile birlikte başlamış olup, öncelikle hedefi, milletimizin haklarını tanıma , tanıtma, ve bağımsızlığına kavuşturmak olmuştur. Bu devrimlerin klasikleşmiş olan 6 ilkesi şunlardır ;
1. CUMHURİYETCİLİK : Devletimizin siyasi rejimi ve yönetim biçimi olarak Cumhuriyet İdaresini benimseme, aslında, halkın kendi idaresini benimsemedir. Cumhuriyet 29 Ekim 1923 günü ilan edilmiştir. Atatürk, 04 Kasım 1923 günü “ Cumhuriyet bedava kazanılmadı, bunun için çok kan dökdük “ demiştir. Yine , Atatürk, Cumhurietin 10. Yılı söylevinde “ az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir “ demiştir.
2. MİLLİYETCİLİK : Millet kavramı, aralarında ortak bağlar bulunan insanların toplum hayatında eriştikleri son merhaledir. Bir milletin var olabilmesi için, ilk önce bir VATAN , bu vatan üzerinde yaşayan İNSANLAR ve BAĞIMSIZLIK olmalıdır. Milliyetcilik, insanları müşterek idealler ve kader birliği etrafında toplayabilen, kuvvetli bir bağdır. Başlangıcda, “ Ya istiklal, Ya ölüm “ parolası ile başlamış olan mücadele, “ Ne mutlu Türküm diyene “ ilkesi ile millet olma yolunda başarıya ulaşmıştır. Atatürk milliyetciliğine göre, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı, bu gün ve gelecekte Türkiye’de yaşama azim ve kararlılığında olan herkes Türkt’ür. Atatürk milliyetciliği, millet gerçeğinden hareket eder, milli irade ve milli bağımsızlığa çok önem verir.
3. HALKCILIK : Halkın, halk tarafından ve halk için idaresi demektir. Halkcılık, milliyetcilik ilkesinin bir sonucudur. Atatürk’ün halkcılık anlayışında, bireyler arasındaki eşitlik kadar, demokrasi anlayışı da önemli yer tutar.
4. LAİKLİK : Laiklik kavramı , hem geçmişte, hem de günümüzde en çok tartışılan, fakat, en az anlaşılan bir ilkedir. Laik kelimesi Fransızca kökenli olup, ruhani olmayan fikir, kurum ve müessese demektir. Devletin yapısı ve işleyişinin dini esaslara dayandırılmaması esasını getirir. Toplumun en hassas dinamiklerinden biri de dindir. Siyasal, ekonomik ve sosyal krizler topluma hakim olursa, hatalı dinsel yapılanma ve dinsel politikalar kolaylıkla gelişir ve uygun zeminler bulur. Aslında, laiklik düşünceye ve dinsel hayata özgürlükler getiren bir sigorta sayılmalıdır. Kökten dincilerin başarısı, toplumsal sıkıntılara, bunalımlara ve cahilliğe endekslidir. Devlet yöneticilerinin iradesinin bilim ve akıla dayanmasının gerekliliği laikliğin temelidir. Dinlerin hedefi, insanların mutluluğunu sağlamak, bunun için de sevgi ve hoşgörüyü hakim kılmaktır. Bilgi herşeyin kaynağıdır. Din bilgini Gazali “ insanın en üstün olanı ve Allah tarafından övüleni bilgiye dayananıdır “ demiştir. Laiklik, aynı zamanda, batılılaşmanın da bir şartı ve gereğidir. Türkiyenin çağdaşlaşması, ancak, laik bir devlet ve laik bir toplum ile mümkündür. Atatürkcülük, dinin karşısında değil, dini çıkarlarına alet edenlerin, irticacının, bağnaz zihniyetin, cahilliğin ve yobazlığın karşısındadır.
5. DEVLETCİLİK : Devletcilik, millet yararına olmak üzere, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmeti ve faaliyetlerinin yurda yayılması demektir. Bu anlamda devlet, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın temel faktörü, hareket ettirici gücü olmuştur. Devletcilik, planlı ekonomiye geçişi sağlamış, özel teşebbüs ile devlet işletmeciliğini bir arada dengeli bir şekilde geliştirmeyi hedeflemiştir. Geri kalmış bölgelerin kalkınması da sağlanmıştır.
6. DEVRİMCİLİK : Devrimcilik, devrimleri benimsemeyi, korumayı ve yaşama geçirmeyi hedefler. Atatürk İlke ve Devrimlerinin amacı, millileşmek, modernleşmek ve demokratikleşmektir. Atatürk , devrimlerin amacını şöyle ifade etmiştir , “ yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını, çağımıza uygun, bütün mana ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmaktır “
4. ATATÜRK DEVRİMLERİNİN TAMAMLAYICI VE BELİRLEYİCİ İLKELERİ :
1. EGEMENLİK : Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
2. BAĞIMSIZLIK : Bağımsızlık, Türk Milleti açısından bir karakter , bir var oluş sorunudur. Ya istiklal , ya ölüm bir paroladır.
3 ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜ : Milli sinirlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.
4. BİLİMSELLİK : Toplum ve devlet hayatında bilime yer verilecektir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
5. AKILCILIK : Akilcilik, gerçeği arayıp bulma yoludur. Atatürk, 1922 yılında, Bursa’da öğretmenlere yaptığı bir konuşmada “ bu gün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş değildir, Kurtuluş, cemiyetdeki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilir. İyileştirme ilim ve fennin gösterdiği yolla olursa hasta kurtulur. Yoksa, hastalık müzminleşir ve tedavisi imkansız hale gelir”.
6. YURTTA VE DÜNYADA BARIŞIN ÖNEMİ :
Ulu Önder Atatürk, “ yurtta sulh, cihanda sulh “ derken, bir taraftan, yurt içinde huzur ve sükunu, güven içinde yaşamayı amaçlamış, diğer taraftan da, milletlerarası barış ve güvenliğin önemini işaret etmiştir. Devlet, öncelikle, milletin birliği ve güvenliği, vatandaşların huzurunu ve sevgi ortamında temel hak ve özgürlüklerden faydalanarak yaşamalarını temine çalışır. Bu barış ortamı siyasi ve hukuki düzenlemelerle sağlanmıştır.
Dünyada barış ise, milletler arası uyuşmazlıkların barışcı yollarla, kuvvete başvurmadan çözüme kovuşturulmasını öngörür. Milletler Cemiyetine katılmamızın, bölgemizde ve Avrupada ortaya çıkan oluşumlarda yer almamızın nedeni bu ilkelerdir. Türkiye, dünyada, Avrupada ve bölgesinde ortaya çıkan oluşumların, ya kurucuları arasında yer almış, ya da ilk üyelerinden olmuştur. Sonuç olarak, Türk Devleti ve Milleti , Atatürk İlke ve Devrimleri doğrultusunda, başlangıçdan itibaren yönünü Batıya çevirmiştir. Dünya günümüzde küreselleşme olgusunu yaşıyor. Avrupada, hukuka dayalı , yaygın ve sürekli bir barış ortamı oluşturma gayretleri 2. Dünya Savaşı sonrası başlamış ve önce ekonomik birlik kurulmuş, ikinci olarak ise siyasi birliği kurma çabaları hız kazanmıştır.
5. ATATÜRKÇÜLÜĞÜN EVRENSEL BOYUTLARI :
1. Atatürk ve Atatürkçülüğün en az incelenen yönü diğer milletler üzerindeki etkileridir. Bu konuda münferit yayınların dışında, bütünlüğü olan araştırmalar ve bu araştırmalara dayanan yorum ve değerlendirmeler yapılmamıştır.
2. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün, teorik ve uygulamaya yönelik olarak incelenmesi gerekmektedir. Konunun teorik açıdan incelenmesi şu başlıklar altında yapılabilir:
a. Milli nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçülüğün, yeni bir dünya görüşü olarak araştırılması ve değerlendirilmesi;
b. Atatürkçülüğün diğer büyük düşünce sistemleriyle karşılaştırılması;
c. Düşünce sistemlerinin tarihi içerisinde Atatürkçülüğün yeri,
3. Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün teorik incelemesi ile birlikte, aşağıdaki hususlarda uygulamaya yönelik olarak da incelenme yapılmalıdır :
a. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin uluslararası yankıları , hangi görüş ve uygulamanın, hangi
ülke veya ülkelerde etki ve yankı yaptığı;
b. Atatürkçülüğün Türkiye'deki uygulamasının dünyadaki siyasi olaylar üzerindeki etki ve katkısı,
c. Türk İstiklal Harbi'nin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma niteliği,
d. Atatürk ve Atatürkçülüğün geleceğe yönelik olarak değerlendirilmesi.
e. Atatürkçülük , bütünü ile Milli Devlet kurulmasının, çağdaşlaşmanın ve her çağda çağdaş kalabilmenin ilkelerini, uygulama esaslarını ve yönetimini belirler.
4. kkAtatürkçülük, aynı zamanda Türk Devriminin fikir ve ideal yönüdür. Türk Devriminin tesirleri sadece Milli sınırlar içerisinde değil, dışarıda da takdir ve hayranlık uyandırmışsa, bu inkılabın evrensel değerinden dolayıdır. İnkılabın üniversel değeri, Milli amacının dışında tesirleri ve verdiği meyveleri ile kendini gösterir. Bu durum, çeşitli yönlerden inceleme konusu yapılabilir.
a. Batı dünyasında Türk Devrimine , II. Dünya Savaşı'na kadar duyulan ilgi, Türkiye'nin köklü bir hamle ve değişiklik yaparak Batı Medeniyetine katılması ve bu medeniyeti ortak medeniyet olarak benimsemesi ölçüsünde değerlendirilmektedir. Batılı yazar ve siyaset adamları , Türk Devriminden söz ederken, Doğu dünyasının kader ve alınyazısını değiştiren hareket diye bahsederler. Nitekim, Türkiye'nin tuttuğu yol, bütün milletlere örnek olmuştur. Batı medeniyeti müşterek bir medeniyet olarak öngörülmüş, Türkiye örneği, diğer siyasi toplumların kalkınması ve yükselmesinde daima göz önünde bulundurulmuştur.
Büyük Atatürk, "Memleketler muhteliftir,fakat medeniyet birdir. Ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır"1 diyerek Batı medeniyetini işaret etmişti. Yine O, "Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye'de asri binaenaleyh garplı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmeyi arzu edip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir ?”2 diyerek, bir sorgulama yaparak, yeni Türkiye'nin hedefine yön vermeye çalışıyordu.
1938 yılında yazılan bir eserde, Türk Devrimi, sadece Türkiye'yi canlandırmakla kalmadığı, aynı zamanda bütün dünyaya yol gösteren bir devrim hareketi olduğu, uyuyan bütün Doğu milletlerinin (Üçüncü Dünya) uyanıp silkinmelerine neden olacak bir hareket olduğu vurgulanıyordu3. Böylece, Atatürk Devrimi, Batılı olmayan topluluklara tutacakları yolu göstermekle insanlığın gelişmesinde önemli bir safha açmıştır.
b.Türk Devrimlri, insana ve insan kişiliğine değer vermiştir.
Türkiye Batı medeniyetine yönelmek için devrim yapmak zorunda idi. Batı'yı zihniyeti ve hür düşüncesi ile alacaktı. Atatürk Devrimlerinin bir diğer özelliğini, insani yönünü, insan haklarına değer veren yönünü her zaman ortaya koymuştu. İnsanlara hürriyet vermek ve şahsiyetlerini değerlendirmek Türk Devriminin amacı idi.
c. Türk Devriminin milletlerarası planda değerlendiren bir diğer olay da, milletlerin kurtuluş hareketlerine örnek olması, bağımsızlık mücadelesi veren milletlere kurtuluş aşkını aşılamasıdır. Bu konunun doğu ve batı açısından değerlendirilmesi farklılık gösterir.
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı ile Birinci Dünya Savaşının galip devletlerinin emperyalist baskılarına karşı duran, onlara karşı başarı kazanan ilk devlet olduğu için diğer devletlere de örnek olmuştur. Bu yönüyle Türkiye'nin mücadelesi, Batı dünyasında takdirle karşılanmıştır. Bağımsızlık mücadelesi veren Doğu (Asya ve Afrika) dünyasının Atatürk'e ve eserine bağlılığı Batı'dan faklıdır. Emperyalizme ve istilacılara karşı istiklal mücadelesi yapacak olan Doğu dünyası, gönlünde bir milli kahraman, idealinde bir kurtarıcı, yani Mustafa Kemal arıyordu. O'nun evrensel yönü hakkında söylenenlere kısaca göz atmak gerekirse; şu örnekleri vermek mümkündür ;
Çinli lider Çan Kay Şek, "Atatürk'ün hayatı ve eseri sadece Türkiye için değil, fakat dünyanın bütün hür milletleri için ilham kaynağı olmakta devam edecektir"4 der. Pakistan Cumhurbaşkanı Eyüp Han ise, "Atatürk, yalnız bu asrın en büyük adamlarından biri değildir. Biz, Pakistan'da O'nu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz...0 İslam dünyasında yeniden siyasi uyanış istikametinde ileriye doğru cesur bir adım atan bir avuç insandan biriydi"5 şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Hindistan'ın kurucusu Nehru ise, Atatürk'ün bağımsızlık yolundaki başarısına hayran olduğunu ifade etmekten kendini alamadığı gibi, "Biz, o tarihlerde O'nun bağımsızlık hareketiyle son derece meşguldük"6 demiştir.
d. Atatürkçülüğün evrensel değeri özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra daha da anlaşılmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan geri kalmış birçok millet, Batıya yönelirken, Batı demokrasisine geçerken Atatürkcülük’den yararlanmanın yolunu aramıştır.
Prof. Maurice Duverger'e göre, az gelişmiş ülkelerin siyasal rejimi incelenirken, Doğu ile Batı standartları arasındaki bu tercih, bu memleketlerin kaderini Atatürkçülüğe, yani Kemalizm'e bağlamıştır. Yine Duverger, “Batıya doğru yönelmeyi arzulayan bu yarı gelişmiş ülkelerin, kısa zamanda Batı standartlarına yükselmelerinin, ancak, Kemalizm tecrübesi ile mümkün olabileceğini” belirtir7.
e. Atatürkçülüğün evrensel değerlerinden biri de, dış politika alanındadır: Türkiye barış politikası uygulamakla, insanlık yararına çalışmış, barışı karşılıklı münasebetlerde temel saymış, Balkanlar'da ve Ortadoğu'da uyuşmazlıkları barış yoluyla çözümleyerek, barışa hizmet etmiştir. Nitekim, Türk Devrimi, yani Atatürkçülük, büyük insan ailesinin saadetine hizmet etmeyi kendine vazife saymıştır.8
f. Atatürkçülüğü milletlerarası alanda yücelten bir diğer olay da, bağımsızlık mücadelesi yapan topluluklara kurtuluş ümidi ve aşkı vermesidir. Kuzey Afrika, Hindistan,Pakistan vb. ülkelerdeki bağımsızlık mücadelesinde Atatürk'ün başarısı model olmuştur. Nitekim, Tunus Başkanı Burgiba, Atatürk için "O asırlarda bir gelebilecek devlet adamlarından biri idi"9 ifadesini kullanmakta idi.
5. Sonuç olarak; Atatürkçülük, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha fazla örnek değeri kazanmış ve Atatürk bir dünya değeri olmuştur. Bu neticede, İkinci Dünya Savaşı'nın şartları etkili olduğu kadar, işgal ve sömürge altındaki mazlum milletlerde Atatürk örneğinin yaygınlaşması için gerekli zamanın geçmiş bulunması da etken olmuştur. Atatürk'ün mazlum milletler üzerindeki ilk etkisi, İstiklal Harbi ile Batılılara tattırılan yenilgi sonucu olmuş, Doğu dünyası Atatürk'ün gazilik yönünü özellikle benimsemiştir. İstiklal Harbini takip eden inkılaplar, bu topluluklar için anlaşılması zor, ulaşılması güç büyük hedeflerdi. Bu noktada Batılıların yanlış propagandaları ile Atatürkçülüğe bağlılıkta duraklama görülür. Ancak zaman, Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü tekrar yüceltmiş ve Atatürkçülüğün evrensel bir boyuta ulaşmasını sağlamıştır.
Atatürk fikirleri, görüşleri ve "Türk Devrimleri " adı verilen eseriyle tüm dünyada yankılar uyandırmış bir liderdir. Bu yankılar sebebiyledir ki, Atatürk için bir niteleme aranırsa "çağını aşan lider" sıfatından daha uygun bir ifade olamaz. İşte Atatürk'ü evrensel yapan yönü de budur.
Naci SÖZEN
AVUKAT
(Em. Hv. Mu. Kd. Alb) FAYDANILAN ESERLER
1. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 49.
2. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 49.
3. M.Saffet EMİN, Kemalizm İnkılabının Prensipleri, Cilt -I, İstanbul 1938, s. 25-26.
4. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s. 67.
5. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s.160.
6. Muzaffer ENDER, Ağlayan Dünya, İstanbul 1964, s. 99.
7. Maurice DUVENGER, Le Kemalizm: Atatürk, UNESCO Yayını 1963, s.177-179.
8. Herbert MELZİG, İnönü Diyor ki, İstanbul 1946, s.190.
9. Sadi IRMAK, "Atatürk'ün Dünya'daki Yankıları", Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995 (Atatürk Araştırma Merkezi Yayını), s. 419.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)