BEKMEZ OLMUŞ AKIDA
Tık, tık, Tıkıda…
Pekmez olmuş akıda..
Üşüttüysen, hastaysan,
Git doktora bakıda….
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası, Merkez Mahallesinde Tıkıda Nine (halk deyişiyle Tıkada Garı ) adıyla bilinen yaşlı bir nine vardı. Bizim çocukluğumuzda, tarlasına ve bahçesine gider, ekin biçer, canı tez ve oldukça da hareketli, çalışkan ve pratik birisiydi. Karşılaştığı insanların hatırını mutlaka sorar, iyi dileklerini ifade ederdi. Bir yolculuk sırasında, birlikte yürüdüğümüz insanlara, ekin biçtiği tarlasının kenarında bulunan bir pınarın suyunu anlatırken, “ buz gibi ve datlı bir suyu var, otur başına, ye ekmeği iç suyu, katık bile istemezsin “ dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Bir güz mevsimi, pekmez (halk dilinde bekmez) furununun başında bir çok komşu ile birlikteydi. Eskiden az sayıda fırın vardı ve herkes istediği fırında üzümünü (pekmezini) kaynatırdı. Pekmez fırınlarının başı, günler ve geceler süren, neşeli ve nükdeli sohbetlerin yaşandığı, kendine has bir kültür ortamı olurdu. Bazı aileler, bahçelerinden topladığı üzümleri, fırın başına yıkarak sıraya girerken, bir önceki aile, şehranada (şıra hane) üzümlerini çiğnemekte olur, bir önceki de furun ocağı üzerine monte edilmiş kazanlarda şırasını üzüm haline getirmek için sürekli kaynatmakta olur, pekmezini kaynatmış olanlar da, üzüm cuburlarından sirke yapmakla meşgul olurdu. Yani, fırın başında, en az 5 aile bulunur, her biri farklı bir iş yapar, bu arada iş bilir olanlar diğerine yardım ederdi. Kazana taşlı (gayrak) toprak katılması zamanını, pekmezin çıkarma kıvamını, sirkeye su katılmasını en iyiye sorarlardı.
İşte, böyle neşeli bir fırın başı telaşı yaşanırken, havaların soğuk gitmesi ve gece boyunca kazan başında pekmez savurmuş olması nedenleriyle, rahmetli Tıkıda Nine, üşütmüş, hem öksürüyor, hem de “ hık, hık “ diye yutkunuyormuş.. Bu durumu izleyen ve ona nazı geçen şair ruhlu birisi de, duruma biraz da neşe katmak için Tıkıda Nineye dönmüş ve bu dörtlüğü söylemiş. Halk dilinde, bir kişi hasta olduğunu söylediğinde “ git dokdura bir bakıt “ denirdi. Bunun anlamı, doktora muayene ol demekti. Manicimiz, Ninemize “ Tıkıda, tık tık edip durma, bak, pekmezin de kaynadı, hatta, koyulaştı ve akıda oldu. Bırak git, doktora muayene ol “ demek istemişti. Pekmez kıvamını bulduktan sonra çıkarılır, birazı daha da koyulaşması için kazan dibinde kaynatılmaya devam edilir ve koyulaştığında çıkarılırdı.
İşte, bu koyulaşmış pekmeze de “akıda” denir ve salatalıkla hemen oracıkta ikram edilir, kaklı pekmez yapılır ve bandırma batırılırdı. Bu pekmez fırınlarına ait faaliyeti ayrıntılarıyla yazmak gerekmektedir. Kazancının geçmişinde yaşamış, kültürümüze, yaşantımıza zenginlik ve neşe katmış olan tüm bu insanları Rahmetle anıyoruz...
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılarım “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
13 Aralık 2007 Perşembe
Çorbanıza Bir Dalayım..
ÇORBANIZA BİR DALAYIM..
Çekilin de, çorbanıza bir dalayım,
Bir “ dene “ bulabilirsem, alayım,
Bulamaz da. bunalırsam,
Varsın, bunalayım…….
Kazancılı Bekir Hoca ..
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası Yukarı Mahalleye ilk yerleşen kişilerin Bekir Hoca (Ünlü ) ve Halil Hoca (Yılmaz) isminde iki kardeş olduğu bilinir. Bekir Hoca, varlıklı, sürüleri ve arazileri olan bir kişi iken, Halil Hoca, biraz kalender bir kişiymiş. Bu kalenderlikten olacak “ Halil Hocaların çorbasının denesi az olur “ diye şaka yaparlarmış. Bunun anlamı, çorbanın, eti, bulgur, nohut ve yağ gibi katkıları, diğer bir deyişle “ evini “ yavan (az) konur demekmiş. Bekir Hoca, aynı zamanda şair ruhlu ve hayata hep gülmece (espri) katan ve maniler yakan bir kabiliyete sahipmiş.
Günlerden bir gün, Bekir Hoca, kardeşi Halil Hoca’nın evine misafir olmuş. Ev halkı tam yemeğe oturacaklarmış. Misafiri de yemeğe buyur etmişler. O zamanlar, yemek üzerine gelen veya misafir olan, yemek sofrasına, karnı tok olsa bile mutlaka oturur, bir lokmada olsa yer ve sonra çekilirmiş. Bunun nedeni, ev sahibine ve sofradaki nimetlere saygılı davranmış olmak içinmiş. Bekir Hoca, sofraya yaklaşırken, kaşığı almış ve yukarıdaki maniyi patlatarak çorbaya daldırmış..
Bekir Hocalar sülalesindeki bu sanatçı ve şair ruhu halen üyelerinde devam etmektedir. Bekir Hocanın adı Bekir çobanla, Halil Hocanın adı ise Halil Yılmaz isimleriyle devam ediyor. Bekir Hocalar sülalesinden, Ali ve Ömer Ünlüler ses ve saz sanatçısı, Zafer Altınsoy’da aynıdır. Bu sülaleden benim tanıdığım son manici de merhum Zeki ÜNLÜ idi. Çocukluğumuzda, yaylalarda sığır güderken, her duruma ve harekete bir dörtlük uydururdu. Bunlar kaydedilmediği için unutulup gitmiştir. Kızılalan’da bir bahar günü söylediği dörtlüklerden, sadece “ Çencire de bişer heleş, Mıtırıbın Hasan Keleş “ satırları aklımda kalmış. Bu sırada yanımızda olan Fevzi KELEŞ ise, espriye devam ederek “ Kim o çeken, Mıtırıbın Hasan “ katkısını yapmış, herkes gülmüştü. Bekir hocalardan, halen şiir yazanlardan birisi de, İzmir’de yaşayan Nene ÖZDEMİR (ÜNLÜ)’dür. Onun karalama defterinden seçtiğim bazı şiirler yayınlanmaktadır.
Kazancının kültürüne, geçmişine, yaşantısına, hizmetleri, çalışması, sözü ve sazıyla katkılarda bulunan herkesi Rahmet ve Saygı ile anıyoruz. Bu mani ve öyküsünün derlenmesinde bana yardımcı olan ve ana tarafından Bekir Hocalara dayanan Sayın Haydar ÇALIŞKAN için de sosuz teşekkürlerimi sunmalıyım.
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
Çekilin de, çorbanıza bir dalayım,
Bir “ dene “ bulabilirsem, alayım,
Bulamaz da. bunalırsam,
Varsın, bunalayım…….
Kazancılı Bekir Hoca ..
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası Yukarı Mahalleye ilk yerleşen kişilerin Bekir Hoca (Ünlü ) ve Halil Hoca (Yılmaz) isminde iki kardeş olduğu bilinir. Bekir Hoca, varlıklı, sürüleri ve arazileri olan bir kişi iken, Halil Hoca, biraz kalender bir kişiymiş. Bu kalenderlikten olacak “ Halil Hocaların çorbasının denesi az olur “ diye şaka yaparlarmış. Bunun anlamı, çorbanın, eti, bulgur, nohut ve yağ gibi katkıları, diğer bir deyişle “ evini “ yavan (az) konur demekmiş. Bekir Hoca, aynı zamanda şair ruhlu ve hayata hep gülmece (espri) katan ve maniler yakan bir kabiliyete sahipmiş.
Günlerden bir gün, Bekir Hoca, kardeşi Halil Hoca’nın evine misafir olmuş. Ev halkı tam yemeğe oturacaklarmış. Misafiri de yemeğe buyur etmişler. O zamanlar, yemek üzerine gelen veya misafir olan, yemek sofrasına, karnı tok olsa bile mutlaka oturur, bir lokmada olsa yer ve sonra çekilirmiş. Bunun nedeni, ev sahibine ve sofradaki nimetlere saygılı davranmış olmak içinmiş. Bekir Hoca, sofraya yaklaşırken, kaşığı almış ve yukarıdaki maniyi patlatarak çorbaya daldırmış..
Bekir Hocalar sülalesindeki bu sanatçı ve şair ruhu halen üyelerinde devam etmektedir. Bekir Hocanın adı Bekir çobanla, Halil Hocanın adı ise Halil Yılmaz isimleriyle devam ediyor. Bekir Hocalar sülalesinden, Ali ve Ömer Ünlüler ses ve saz sanatçısı, Zafer Altınsoy’da aynıdır. Bu sülaleden benim tanıdığım son manici de merhum Zeki ÜNLÜ idi. Çocukluğumuzda, yaylalarda sığır güderken, her duruma ve harekete bir dörtlük uydururdu. Bunlar kaydedilmediği için unutulup gitmiştir. Kızılalan’da bir bahar günü söylediği dörtlüklerden, sadece “ Çencire de bişer heleş, Mıtırıbın Hasan Keleş “ satırları aklımda kalmış. Bu sırada yanımızda olan Fevzi KELEŞ ise, espriye devam ederek “ Kim o çeken, Mıtırıbın Hasan “ katkısını yapmış, herkes gülmüştü. Bekir hocalardan, halen şiir yazanlardan birisi de, İzmir’de yaşayan Nene ÖZDEMİR (ÜNLÜ)’dür. Onun karalama defterinden seçtiğim bazı şiirler yayınlanmaktadır.
Kazancının kültürüne, geçmişine, yaşantısına, hizmetleri, çalışması, sözü ve sazıyla katkılarda bulunan herkesi Rahmet ve Saygı ile anıyoruz. Bu mani ve öyküsünün derlenmesinde bana yardımcı olan ve ana tarafından Bekir Hocalara dayanan Sayın Haydar ÇALIŞKAN için de sosuz teşekkürlerimi sunmalıyım.
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (3)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (3)
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (3)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (3)
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (4)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (4)
İskenderun kentinde görevli olduğum 1980’li yılların başlarında, bir sabah, yörenin yayla muhiti olan Belen kasabasında fırından ekmek alırken, önümdeki bir kişinin arkadaşı ile yaptığı konuşmalara istemeden tanıklık ediyordum. Konuşma aralarında, bu kişin, kelimeleri Ermenekli gibi uzatıp çekiştirdiği fark ediliyordu. Hiç ihtimal vermediğim halde, “pardon, buralımısınız ?” diye sordum. Aldığım cevap “ hayır buralı değilim, Ermenekliyim “ olunca, hem şaşırdım, hem de yanılmadığım için sevindim. Ermenek merkezden ve Demir Çelik fabrikasında çalışan, soy ismi Yanievli olan bir arkadaştı. Biraz sohbet edip ayrıldık.
Bu olaydan aylar sonra, bir görev için akşam saatlerinde Adana’ya intikal ettim. Başka yerlerden gelenlerle buluşulacak ve topluca Karataş ilçesine gidilecekti. Geceyi geçirmek için İncirlik tesislerine vardım. Misafirhane kaydını yaptırdıktan sonra, yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Açık büfe, kantin veya kafeterya yoktu. Şehir çok uzak ve vasıta sorunu vardı. Karşılaştığım bir resmi görevli, az ilerde olan yemekhaneyi göstererek, nöbetçi amirinin yemekte olması gerektiğini, oraya gidip yemek yiyebileceğimi söyledi.
Geceyi aç geçirmemek için yemekhane tarafına yöneldim. Fakat, içim rahat değildi. Nihayet, kapıdan girince salonun ortasında bir masada tek başına yemek yiyen amiri fark ettim. Diğer personel, çevrede toplu masalarda yemeklerini yiyordu. Doğruca amirin masasına yöneldim. Beni gören amir - rütbesinin Binbaşı olduğu fark ediliyordu – buyurun işareti yaptı. Karşısına oturdum ve ismimi, rütbemin Yüzbaşı olduğunu, orada bulunuş nedenimi ve yemek problemini söyledim. Görevlilere işaret ederek yemek getirtti. Karşılıklı yemek yerken, konuşmamız da devam ediyordu. Nöbetçi Amiri, konuşma arasında, bana “ nerelisiniz?” diye sordu. Bu soruyu cevaplarken, bir Ermenekli ile karşılaşma olasılığım, her halde “ sıfır ” seviyesindeydi.
Bu soruya karşı “ Ermenekliyim “ cevabını verdim. Amirin “ aa ! öyle mi ? ne tesadüf, ben de Ermenekliyim “ demesi ile tam bir şok yaşadım. Böyle bir cevap alacağım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Sohbetin ilerleyen safhasında, amir Binbaşımızın Ermenek merkezden olduğu, çocuk yaşlarında, babasının Ermenek bağ arasındaki evlerinde bir dinamit patlaması sonucu öldüğünü, annesinin bu olaylardan uzaklaşmak için kardeşlerini de alarak İzmir kentine göç ettiğini, bu şehirde büyüyüp tahsilini tamamladığını “ anlattı. Ortaokul zamanımda, (1963-1966 ) Ermenek’te oturan halamların, bağ arası Yarasa köprüsü yakınlarındaki bağ evine gitmiş, bir gece de orada yatmıştım. Bu ölüm olayının, halamların bağ komşusu bir evde, yıllar önce yaşanmış olduğu, ahşap evin ikinci katında uyuyan adamın, alt kattan yerleştirilen bir dinamit lokumunun patlamasıyla öldüğünü duymuştum. Tam 20 yıl önce duyduğum bu bilgilerimi hatırladım, fakat ayrıntılara girmedim. Bir müddet daha sohbet edip ayrıldık, fakat, sonrasında bir daha karşılaşmak kısmet olmadı.
Adana’da en yalnız olduğum sırada, karşılaştığım ve problemimi hemen halleden kişinin Ermenekli çıkması, hala unutamadığım bir anımdır. Hikaye daha bitmedi. İkinci gün, görev tamamlanıp Adana şehrine döndüğümüzde, bir arkadaş, ekibimizi çarşı içinde, Japon pasajı olarak bilinen bir yere götürdü. Hediyelik eşya almak için girdiğimiz dükkan sahibi, bize, çay söylerken “ ice tea, please “ (buzlu çay lütfen) deyince, bizi Amerikalı sandığını anladım. Biraz konuştuktan sonra, İngilizce’yi iyi konuştuğunu söyledim ve nereli olduğunu sordum. Satıcı, tabii ki “ Ermenekliyim “ cevabını verdi. Bu cevap da bende bir şaşkınlık yarattı. Sohbet ilerleyince, yıllar önce Akmanastır (Gökçekent) köyünden Adana’ya geldiğini, yeğenlerini de aynı şehre geldiklerini anlattı. Bu kişi, Kazancı kasabasında uzun yıllar bakkallık yapmış olan Mustafa Özgören’in kardeşliydi. Bahsettiği yeğenleri de bu kişinin çocukları, halen, yaşamakta oldukları bu şehirden, Ermenek ve çevresine gelerek, sonbaharda, elma tüccarlığı yapmaktadırlar. Memleket ve sıla hasreti kokan sohbetten sonra oradan ayrıldım. Yıllar sonra, yeğenlerine sorduğumda, hastalıktan vefat ettiğini de öğrendim.
Bu kısa anlatımda, nerelerde Ermenekliye rastladığım konusunda üç örnek yer almış durumdadır. Daha nice yerlerde, hangi hemşehrim ile karşılaşacağımı da gelecek yazılarda anlatalım….
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İskenderun kentinde görevli olduğum 1980’li yılların başlarında, bir sabah, yörenin yayla muhiti olan Belen kasabasında fırından ekmek alırken, önümdeki bir kişinin arkadaşı ile yaptığı konuşmalara istemeden tanıklık ediyordum. Konuşma aralarında, bu kişin, kelimeleri Ermenekli gibi uzatıp çekiştirdiği fark ediliyordu. Hiç ihtimal vermediğim halde, “pardon, buralımısınız ?” diye sordum. Aldığım cevap “ hayır buralı değilim, Ermenekliyim “ olunca, hem şaşırdım, hem de yanılmadığım için sevindim. Ermenek merkezden ve Demir Çelik fabrikasında çalışan, soy ismi Yanievli olan bir arkadaştı. Biraz sohbet edip ayrıldık.
Bu olaydan aylar sonra, bir görev için akşam saatlerinde Adana’ya intikal ettim. Başka yerlerden gelenlerle buluşulacak ve topluca Karataş ilçesine gidilecekti. Geceyi geçirmek için İncirlik tesislerine vardım. Misafirhane kaydını yaptırdıktan sonra, yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Açık büfe, kantin veya kafeterya yoktu. Şehir çok uzak ve vasıta sorunu vardı. Karşılaştığım bir resmi görevli, az ilerde olan yemekhaneyi göstererek, nöbetçi amirinin yemekte olması gerektiğini, oraya gidip yemek yiyebileceğimi söyledi.
Geceyi aç geçirmemek için yemekhane tarafına yöneldim. Fakat, içim rahat değildi. Nihayet, kapıdan girince salonun ortasında bir masada tek başına yemek yiyen amiri fark ettim. Diğer personel, çevrede toplu masalarda yemeklerini yiyordu. Doğruca amirin masasına yöneldim. Beni gören amir - rütbesinin Binbaşı olduğu fark ediliyordu – buyurun işareti yaptı. Karşısına oturdum ve ismimi, rütbemin Yüzbaşı olduğunu, orada bulunuş nedenimi ve yemek problemini söyledim. Görevlilere işaret ederek yemek getirtti. Karşılıklı yemek yerken, konuşmamız da devam ediyordu. Nöbetçi Amiri, konuşma arasında, bana “ nerelisiniz?” diye sordu. Bu soruyu cevaplarken, bir Ermenekli ile karşılaşma olasılığım, her halde “ sıfır ” seviyesindeydi.
Bu soruya karşı “ Ermenekliyim “ cevabını verdim. Amirin “ aa ! öyle mi ? ne tesadüf, ben de Ermenekliyim “ demesi ile tam bir şok yaşadım. Böyle bir cevap alacağım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Sohbetin ilerleyen safhasında, amir Binbaşımızın Ermenek merkezden olduğu, çocuk yaşlarında, babasının Ermenek bağ arasındaki evlerinde bir dinamit patlaması sonucu öldüğünü, annesinin bu olaylardan uzaklaşmak için kardeşlerini de alarak İzmir kentine göç ettiğini, bu şehirde büyüyüp tahsilini tamamladığını “ anlattı. Ortaokul zamanımda, (1963-1966 ) Ermenek’te oturan halamların, bağ arası Yarasa köprüsü yakınlarındaki bağ evine gitmiş, bir gece de orada yatmıştım. Bu ölüm olayının, halamların bağ komşusu bir evde, yıllar önce yaşanmış olduğu, ahşap evin ikinci katında uyuyan adamın, alt kattan yerleştirilen bir dinamit lokumunun patlamasıyla öldüğünü duymuştum. Tam 20 yıl önce duyduğum bu bilgilerimi hatırladım, fakat ayrıntılara girmedim. Bir müddet daha sohbet edip ayrıldık, fakat, sonrasında bir daha karşılaşmak kısmet olmadı.
Adana’da en yalnız olduğum sırada, karşılaştığım ve problemimi hemen halleden kişinin Ermenekli çıkması, hala unutamadığım bir anımdır. Hikaye daha bitmedi. İkinci gün, görev tamamlanıp Adana şehrine döndüğümüzde, bir arkadaş, ekibimizi çarşı içinde, Japon pasajı olarak bilinen bir yere götürdü. Hediyelik eşya almak için girdiğimiz dükkan sahibi, bize, çay söylerken “ ice tea, please “ (buzlu çay lütfen) deyince, bizi Amerikalı sandığını anladım. Biraz konuştuktan sonra, İngilizce’yi iyi konuştuğunu söyledim ve nereli olduğunu sordum. Satıcı, tabii ki “ Ermenekliyim “ cevabını verdi. Bu cevap da bende bir şaşkınlık yarattı. Sohbet ilerleyince, yıllar önce Akmanastır (Gökçekent) köyünden Adana’ya geldiğini, yeğenlerini de aynı şehre geldiklerini anlattı. Bu kişi, Kazancı kasabasında uzun yıllar bakkallık yapmış olan Mustafa Özgören’in kardeşliydi. Bahsettiği yeğenleri de bu kişinin çocukları, halen, yaşamakta oldukları bu şehirden, Ermenek ve çevresine gelerek, sonbaharda, elma tüccarlığı yapmaktadırlar. Memleket ve sıla hasreti kokan sohbetten sonra oradan ayrıldım. Yıllar sonra, yeğenlerine sorduğumda, hastalıktan vefat ettiğini de öğrendim.
Bu kısa anlatımda, nerelerde Ermenekliye rastladığım konusunda üç örnek yer almış durumdadır. Daha nice yerlerde, hangi hemşehrim ile karşılaşacağımı da gelecek yazılarda anlatalım….
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Kazancı Coğrafyası Bitki Örtüsü
C O Ğ R A F Y A M I Z - (3)
( Kazancı Coğrafyasının Bitki Örtüsü )
Kazancı coğrafyasının sahip olduğu bitki örtüsünün, çeşitlilik ve yaygınlık olarak zenginliği, bilimsel incelemelerin yapılmasını ve nesilleri tükenmek üzere olan bitkilerin özenle korunmaya alınmasını gerektirecek bir seviyededir. Bitkilerimizi, orman niteliği kazanabilecek olan ağaçlar, muhtelif özelliklere sahip çalılar, sabit köklü bitkiler ve ekilip biçilen bitkiler olarak dört ana bölümde incelemeliyiz. Bitkilerimizi, insanlarımızın dikip büyüttüğü meyve verici ağaçlar ve ekip diktiğimiz bitkiler ile tabi ortamda kendiliğinden yetişen ağaçlar ve bitkiler olarak iki ana bölümde incelememiz de mümkündür.
ORMAN NİTELİKLİ AĞAÇLARIMIZ ;
- Ardıç Ağacı; Yaylalarımızda, özellikle Körkuyu, Yenicesu, Toras yaylaları ve çevreleri, Kabalak yaylası ve Karakovanlık boğazı mıntıkasında yetişen, arazinin güney yamaçlarını seven bir ağaçtır. Ardıçlar, zor üreyen, yavaş büyüyen ve asırlarca boyu süren ömre sahiptirler. Bazı ulu ardıç ağaçlarının bin yılın üzerinde yaşı olduğu söylenir. Bu ağaçlar, çiftçiler, çobanlar ve yaylacılar (göçerler, obalar, avcılar ) tarafından korunan, kutsal sayılabilecek kadar sevilen ağaçlardandır. Ardıçlar, nice kuşlara barınak ve yuva mekanı olmuşlar, gölgelerinde nice hayvan ve insanı, yağmurdan, yaştan ve sıcak güneşten korumuşlar, ürünleri ile insanların çok sayıda ihtiyacını karşılamışlardır. Tarımın klasik usullerle (karasaban, düven ve hayvan gücü) yapıldığı dönemlerde, her aile, hasat mevsimi, ekin tarlasının başına göçer, harman sonuna kadar, önceden belirlenmiş bir ardıç ağacının altını ev olarak kullanırdı. Bu ardıçlara, yurt ardıcı veya ev yeri ardıcı denirdi. Ardıçlar, tohumları (gilik denir) toprağa ekilerek fidan elde edilen ağaçlara benzemez. Yani, kendiliğinden veya ekmekle bitmez. Ardıç kuşu veya karga denen kuşlar ardıç tohumunu yutar, midelerinde bir müddet kalan ve değişime uğrayan tohumlar, bu kuşların dışkısı ile araziye düşer ve sonrasında filizlenerek ardıç fidanı olur. Bu nedenledir ki, arazide, ardıç ağaçları ile kaplı yerlerde bile ardıç fidanı görmek zordur. Bu güçlüğü aşmak için, ardıç tohumlarını suni ortamlarda filizlendirip araziye dikmek yönünde uğraşlar verilmektedir. Yetişmesi, büyümesi ve araziye ve diğer canlılara yararı nedeniyle ardıç ağaçlarının kesilmesi yasaklanmış durumdadır. Ardıç ağacı, düzgün gövdelerinden, uzun kiriş görevini yapacak tavan ağacı, tahtasından çeyiz sandığı, budaklı yerlerden pardı (yaylada sayvandların, köyde eski evlerin dam örtüsü), kabuklarından tavan döşemesi, dallarından yakacak olarak faydalanılır. Son dönemlerde, biçme motorları ve traktörü olan birkaç kişinin, yaylalarda ardıç bırakmadan kesip odun yaptıkları üzülerek anlatılmaktadır. Ardıçların, yağ ardıç adıyla anılan türleri de vardır. Tohumları ile yaprakları kaynatılarak şifa niyetine içilir. Kazancı arazisinin ulu ardıçları olarak, Art Beleni sıra ardıçları, Karakovanlık ardıçı, Kabalak’daki Koca Ardıç, Akbelen’deki kartalların tepesine yuva yaptıkları ardıçlar, Dinek ve Toras bölgesinde resimlere konu edilen ardıçlar sayılabilir. Kasabamızda incelemeler yapan ve Ermenek gazetesinde “ Dinek’in Yalnız Ardıçları “ adıyla dizi yazı yayınlayan Resim Sanatçısı Fatih KARAMANOĞLU Beyin yazılarını okumalıyız. Ardıç ağaçlarından iyi odun olur, dayanıklı tahta olur, bizde bir kaçını kessek ne olur gibi bahanelerle arazimizin süsü ve bereketi sayılan bu türün yok edilmesine seyirci kalınmamalı. Ölen kişilerin mezar içine ve kabir uçlarına bile (mezar taşı yerine) ardıçtan yapılmış kalın tahtalar konur. Bir bakıma, bu ağaçları kullanmaya, bebek iken, dalına kurulmuş salıncaklarda sallanmakla başlayan insanlar, mezarında bile bu ağaçlara muhtaçtır.
- Andız Ağacı ; Ardıç ağacına benzeyen, yapraklarının ucu dikenli olan bir ağaçtır. Bir türünün gilikleri küçük olup, bazı hastalıklar için kaynatılıp içilmesi tavsiye edilir. Anamur pazarlarında bardak ölçüsüyle bu gilikler satılır. Bir türünün gilikleri fındık büyüklüğünde olup, kaynatılarak “ Andız Pekmezi “ olarak bilinen ürün elde edilir. Bu pekmezden helva bile yapılır. Bir çok hastalığa iyi geldiği bilinen bu pekmez Anamur yaylalarında çok pahalı bir fiyattan satılır. Bu ağaçların yapraklarının hoş bir kokusu vardır. Bu yapraklar bile karın ağrısına iyi gelir diye kaynatılır ve suyu içilir. Bu ağaçlarında türleri tehlike altındadır.
- Ladin (Köknar) Ağacı ; Arazilerimizin kuzey yamaçlarında yetişir. Garain kuzeyi, Otlukoyak, Bozdağ, Popas yaylaları, Karakovanlık boğazı kuzey yamaçları, Yavşan boğazı ve Alaca yörelerinde çoktur. Bu ağaçların gövdesinden evler için öreğen yapılırdı. Dalları kışın kesilerek evlere taşınır ve keçilere (pür denir) yedirilir. Kozaklarında sakız toplanır ve kaynatılarak çiklet gibi lezzetle gevilen sakız elde edilir. Arazimizdeki ladinler acımasızca tahrip edilmiştir. Bu ağaçların yetiştiği yerlerden biri de Kızıltaş altındaki yerdir. Kazancıdan görülen bu orman çevremiz için bir nimet sayılmalıdır. Bu ağaç, Göksu vadisine bakan yamaçlarda, sadece Kayaönü köyü ve Kazancı (Kızıltaş)’da görülür.
- Çam ağacı ; Bu ağaç türü, sıcak yerlerde, köyden aşağıda kalan sahil dediğimiz arazide yetişir. Masırlık, Ayıoluğu, Balduvar, Göğesdos ve Göbedde yetişme bölgeleridir. Kasabanın hemen batısındaki Çığırganın Dere’nin yamaçlarında çam ağaçlarının varlığını sürdürmekte olması da şaşılacak bir durumdur. Çam ağacı da insanımız için çok yönlü fayda sağlar. Gövdeleri tahta, kereste, kiriş olarak kullanılır. Kolay yanar ve eskilerde kibrit yerine kullanılan çıra elde edilirdi. Dalları ve kozakları da yakacak olarak kullanılır. Bu ağaçlarda süratle yok edilmektedir.
- Sedir (Katran) ağacı ; Bu ağaçlar bizim arazimizde pek görülmezdi. Son dönemlerde, Taşönü yamaçları başta olmak üzere bir çok yere dikimi yapılmıştır. Gelecekte, yöremizde en çok yetişen ağaçlardan olmaya adaydır.
- Şimşir Ağacı ; Torosların en kıymetli ve sert ağacıdır. Yeşil ve parlak yaprakları vardır. Eski devirlerde bir çok kişi, kış mevsimi boyunca evinde bu ağaç gövdesinden tahta kaşık, çömçe ve benzeri ev eşyası yapardı. Bizim çocukluğumuzda, Bozdağ ve Payamlı tepelerine Şimşir ağacı kesmeye gidilirdi. Daha sonraları, bizim arazideki ağaçlar tükendiğinde, Elbalık dağına kadar olan Anamur arazilerine Şimşir kesmeye gidilir olmuş ve dağların tüm Şimşirleri yok edilmiş deniyor. Yeni nesiller, bu ağacı kitaptan okuyacak, belki de parklarda görebilecektir.
- Bozarmut ağacı ; Körkuyu ve çevresinde yetişir. Gri renkli yaprağını keçiler ve özellikle Yörüklerin develeri yerdi. Küçük ve sert armutları olur, kış mevsiminde yenecek olgunluğa gelirdi. Bu ağaçların yaşlı olanları odun yapılmış, genç olanlar değişik armut cinslerine aşılanmıştır.
- Meşe (Pelit) Ağacı ; Bu ağaç da aynen Ardıç ağacı gibi çok yönlü olarak fayda sağlayan, yetişmesi ve filizlendirilmesi zor, ömrü çok uzun olan bir türdür. Arazimizin her tarafında, Bozdağ’dan Masırlık sonuna kadar görmek mümkündür. Gövdesi çok set olduğundan balta sapından, çadır direğine kadar her şeyde kullanılır. Odun olarak en çok tercih edilendir. Yapraklarını her mal yer, gövdesinin içinde ve dallarında kuşlar, sincaplar yuva yapar ve tüner. Gölgesinde insanlar ve hayvanlar barınır. Tohumlarını hayvanlar yer, üzüm asmaları bu ağaçlara sarılmaya bayılır. Meşe, dalları ve gölgesi ile insanlara, hayvanlara ve bitkilere sığınaklık yapar, her şeyi korur ve bu özelliğiyle “ doğa dostu “ olarak adlandırılır. Bu özellikleri nedeniyle TEMA Vakfı tarafından meşe tohumu ekilmesine öncelik verilmiştir. Bin yıldan fazla bir ömrü olduğu bilinen bu ağaçların da türleri tehlikededir. Kesilmesi yasaklanmış ağaçlardandır. Meşe ağaçlarında “Ulu Ağaç “ diyebileceğimiz örnek çok azalmıştır. Bizim tespit edebildiğimiz bir örnek, Gökçeler mahallesindeki Mehmet OKAT’ın bahçesinde bulunan ve Goca Pelit adıyla bilinen ağaçtır. Gövdesi, bir kaç kişi el ele tutuştuğunda bile kavranamamaktadır. Korumaya alınması gereken bir tabiat varlığıdır. Meşe ağaçlarının mevcutları korunmalı, yenileri yetiştirilmelidir.
- Karaağaç ; Kazancı çevresindeki bahçelerde yetişen, sert gövdeli, siyah yapraklı ağaçlardır. Yapraklarını hiçbir hayvan yemez. Üzerinde asma bile barınmaz. Melokka adıyla bilinen, sarı, küçük ve sonbaharda yenilen bir meyvesi vardır. Şimdilerde çevrede görünmez olmuştur. Onunda türü tehlikededir.
- Sakız Ağacı ; Arazimizin genelinde kendiliğinden yetişen bir ağaçtır. Kızılburun çevresinde yoğun şekilde bulunurdu. Menengiç veya Sakızlak da denir. Meyvesi önceleri kızıl renkli, sonbaharda mavi renkli olur. Bu meyve çok yağlı ve hastalıklarda tedavi edici özelliklere sahip olup, ismi “ Çıtlık “ olarak bilinir. Ermenek pazarında yüksek fiyattan satılır. Bu ağaçlara, 1960 yıllarında devlet eliyle Antep Fıstığı aşısı yaptırılmış, fakat, zaman içinde, yetişen aşıların meyve vermediği görülmüştür.
- Çınar (Piladan ) Ağacı ; Sulak yerlerde ve dere kenarlarında yetişen, ulu ağaçlar niteliği kazanabilen ve kendiliğinde yetişen ağaçlardır. Uzun ve geniş gövdelerinden sandık tahtası yapılır, dalları odun ve sırık, direk, semer ve saban yapımında kullanılır. Anadolu’da ve Tarihimizde “Ulu Çınarlar” meşhurdur. Eskiden, her cami önüne ve çeşme başına bir çınar dikilirmiş. Aybaham’dan başlayıp, Göksu’ya kadar uzanan dere boyunca en çok Çınar ağacı yetişir.
- Söğüt Ağacı; Sulak yerlerde, pınar başları ve dere kenarlarında yetişir. Selvi Söğüt bir başka cinsidir. Kırılgan bir ağaç olduğundan odun olarak kullanılır. Genelde bir süs ağacı olarak kabul edilir.
- Kavak Ağacı ; Normal yani klasik kavak kereste yetiştirmek için dikilen ve sürekli sulanan bir ağaçtır. Son yıllarda Kanada kavağı diye bir tür yaygınlaşmıştır. Kendiliğinde yetişen Deli Kavak diye bilinen, gri renk yapraklı cinsi de vardır. Bu deli kavaklardan en ünlüsü, Aybaham (İnönü) pınarı yanında bulunan ve bin yıldan yaşlı olduğu söylenen ulu ağaç idi. Bu ağacın dibinde bir tahta vardı. Gelip geçen yolcular, bilhassa yabancılar, burada mola verirler, tahtada dinlenir, yemeklerini yer, namazlarını kılar ve istirahat ederlerdi. Yaklaşık 20 yıl önce bir kış günü kar ve rüzgar etkisiyle bu kavak ağacı kökünden yıkılmış, dibindeki tahtası da tahrip edilmiştir.
- Alıç Ağacı ; Küçük meyveleri olan, dikenli ağaçlardır. Buna benzer bir kaç ağaç türü daha vardır.
ÇALI TÜRÜ BİTKİLERİMİZ ;
Arazimize yayılmış şekilde ve farklı iklim bölgelerinde, değişik şekillerde yetişen çok sayıda çalı türü bitki mevcuttur. Başlıcaları ;
Karamık çalısı, dikenli, meyvesi olan ve kökünden boya yapılan bir bitkidir. Kürtlü çalısı, dallarından süpürge ve sopa yapılan sert bir çalı türü olup, özellikle, yaylada, Kürtlü yakası denilen yerde mevcuttur. Piynar çalısı, dikenli bir türdür. Develik çalısı, arık kenarlarında yetişir. Böğürtlen çalısı, arıklarda yetişen dikenli ve mor meyvesi olan bir türdür. Kuşburnu çalısı, dikenli ve meyvesi olan bir türdür. Kokar ağaç, Çaltı çalısı, Kafes Çıbığı çalısı, Sumak Çalısı ve Tepsi çalısı ile daha bir çok çalı türü sayılabilir.
(Gelecek Sayıda ; Coğrafyamızın Bitki Örtüsü devam edecek )
Derleyen : Av. Naci Sözen
( Kazancı Coğrafyasının Bitki Örtüsü )
Kazancı coğrafyasının sahip olduğu bitki örtüsünün, çeşitlilik ve yaygınlık olarak zenginliği, bilimsel incelemelerin yapılmasını ve nesilleri tükenmek üzere olan bitkilerin özenle korunmaya alınmasını gerektirecek bir seviyededir. Bitkilerimizi, orman niteliği kazanabilecek olan ağaçlar, muhtelif özelliklere sahip çalılar, sabit köklü bitkiler ve ekilip biçilen bitkiler olarak dört ana bölümde incelemeliyiz. Bitkilerimizi, insanlarımızın dikip büyüttüğü meyve verici ağaçlar ve ekip diktiğimiz bitkiler ile tabi ortamda kendiliğinden yetişen ağaçlar ve bitkiler olarak iki ana bölümde incelememiz de mümkündür.
ORMAN NİTELİKLİ AĞAÇLARIMIZ ;
- Ardıç Ağacı; Yaylalarımızda, özellikle Körkuyu, Yenicesu, Toras yaylaları ve çevreleri, Kabalak yaylası ve Karakovanlık boğazı mıntıkasında yetişen, arazinin güney yamaçlarını seven bir ağaçtır. Ardıçlar, zor üreyen, yavaş büyüyen ve asırlarca boyu süren ömre sahiptirler. Bazı ulu ardıç ağaçlarının bin yılın üzerinde yaşı olduğu söylenir. Bu ağaçlar, çiftçiler, çobanlar ve yaylacılar (göçerler, obalar, avcılar ) tarafından korunan, kutsal sayılabilecek kadar sevilen ağaçlardandır. Ardıçlar, nice kuşlara barınak ve yuva mekanı olmuşlar, gölgelerinde nice hayvan ve insanı, yağmurdan, yaştan ve sıcak güneşten korumuşlar, ürünleri ile insanların çok sayıda ihtiyacını karşılamışlardır. Tarımın klasik usullerle (karasaban, düven ve hayvan gücü) yapıldığı dönemlerde, her aile, hasat mevsimi, ekin tarlasının başına göçer, harman sonuna kadar, önceden belirlenmiş bir ardıç ağacının altını ev olarak kullanırdı. Bu ardıçlara, yurt ardıcı veya ev yeri ardıcı denirdi. Ardıçlar, tohumları (gilik denir) toprağa ekilerek fidan elde edilen ağaçlara benzemez. Yani, kendiliğinden veya ekmekle bitmez. Ardıç kuşu veya karga denen kuşlar ardıç tohumunu yutar, midelerinde bir müddet kalan ve değişime uğrayan tohumlar, bu kuşların dışkısı ile araziye düşer ve sonrasında filizlenerek ardıç fidanı olur. Bu nedenledir ki, arazide, ardıç ağaçları ile kaplı yerlerde bile ardıç fidanı görmek zordur. Bu güçlüğü aşmak için, ardıç tohumlarını suni ortamlarda filizlendirip araziye dikmek yönünde uğraşlar verilmektedir. Yetişmesi, büyümesi ve araziye ve diğer canlılara yararı nedeniyle ardıç ağaçlarının kesilmesi yasaklanmış durumdadır. Ardıç ağacı, düzgün gövdelerinden, uzun kiriş görevini yapacak tavan ağacı, tahtasından çeyiz sandığı, budaklı yerlerden pardı (yaylada sayvandların, köyde eski evlerin dam örtüsü), kabuklarından tavan döşemesi, dallarından yakacak olarak faydalanılır. Son dönemlerde, biçme motorları ve traktörü olan birkaç kişinin, yaylalarda ardıç bırakmadan kesip odun yaptıkları üzülerek anlatılmaktadır. Ardıçların, yağ ardıç adıyla anılan türleri de vardır. Tohumları ile yaprakları kaynatılarak şifa niyetine içilir. Kazancı arazisinin ulu ardıçları olarak, Art Beleni sıra ardıçları, Karakovanlık ardıçı, Kabalak’daki Koca Ardıç, Akbelen’deki kartalların tepesine yuva yaptıkları ardıçlar, Dinek ve Toras bölgesinde resimlere konu edilen ardıçlar sayılabilir. Kasabamızda incelemeler yapan ve Ermenek gazetesinde “ Dinek’in Yalnız Ardıçları “ adıyla dizi yazı yayınlayan Resim Sanatçısı Fatih KARAMANOĞLU Beyin yazılarını okumalıyız. Ardıç ağaçlarından iyi odun olur, dayanıklı tahta olur, bizde bir kaçını kessek ne olur gibi bahanelerle arazimizin süsü ve bereketi sayılan bu türün yok edilmesine seyirci kalınmamalı. Ölen kişilerin mezar içine ve kabir uçlarına bile (mezar taşı yerine) ardıçtan yapılmış kalın tahtalar konur. Bir bakıma, bu ağaçları kullanmaya, bebek iken, dalına kurulmuş salıncaklarda sallanmakla başlayan insanlar, mezarında bile bu ağaçlara muhtaçtır.
- Andız Ağacı ; Ardıç ağacına benzeyen, yapraklarının ucu dikenli olan bir ağaçtır. Bir türünün gilikleri küçük olup, bazı hastalıklar için kaynatılıp içilmesi tavsiye edilir. Anamur pazarlarında bardak ölçüsüyle bu gilikler satılır. Bir türünün gilikleri fındık büyüklüğünde olup, kaynatılarak “ Andız Pekmezi “ olarak bilinen ürün elde edilir. Bu pekmezden helva bile yapılır. Bir çok hastalığa iyi geldiği bilinen bu pekmez Anamur yaylalarında çok pahalı bir fiyattan satılır. Bu ağaçların yapraklarının hoş bir kokusu vardır. Bu yapraklar bile karın ağrısına iyi gelir diye kaynatılır ve suyu içilir. Bu ağaçlarında türleri tehlike altındadır.
- Ladin (Köknar) Ağacı ; Arazilerimizin kuzey yamaçlarında yetişir. Garain kuzeyi, Otlukoyak, Bozdağ, Popas yaylaları, Karakovanlık boğazı kuzey yamaçları, Yavşan boğazı ve Alaca yörelerinde çoktur. Bu ağaçların gövdesinden evler için öreğen yapılırdı. Dalları kışın kesilerek evlere taşınır ve keçilere (pür denir) yedirilir. Kozaklarında sakız toplanır ve kaynatılarak çiklet gibi lezzetle gevilen sakız elde edilir. Arazimizdeki ladinler acımasızca tahrip edilmiştir. Bu ağaçların yetiştiği yerlerden biri de Kızıltaş altındaki yerdir. Kazancıdan görülen bu orman çevremiz için bir nimet sayılmalıdır. Bu ağaç, Göksu vadisine bakan yamaçlarda, sadece Kayaönü köyü ve Kazancı (Kızıltaş)’da görülür.
- Çam ağacı ; Bu ağaç türü, sıcak yerlerde, köyden aşağıda kalan sahil dediğimiz arazide yetişir. Masırlık, Ayıoluğu, Balduvar, Göğesdos ve Göbedde yetişme bölgeleridir. Kasabanın hemen batısındaki Çığırganın Dere’nin yamaçlarında çam ağaçlarının varlığını sürdürmekte olması da şaşılacak bir durumdur. Çam ağacı da insanımız için çok yönlü fayda sağlar. Gövdeleri tahta, kereste, kiriş olarak kullanılır. Kolay yanar ve eskilerde kibrit yerine kullanılan çıra elde edilirdi. Dalları ve kozakları da yakacak olarak kullanılır. Bu ağaçlarda süratle yok edilmektedir.
- Sedir (Katran) ağacı ; Bu ağaçlar bizim arazimizde pek görülmezdi. Son dönemlerde, Taşönü yamaçları başta olmak üzere bir çok yere dikimi yapılmıştır. Gelecekte, yöremizde en çok yetişen ağaçlardan olmaya adaydır.
- Şimşir Ağacı ; Torosların en kıymetli ve sert ağacıdır. Yeşil ve parlak yaprakları vardır. Eski devirlerde bir çok kişi, kış mevsimi boyunca evinde bu ağaç gövdesinden tahta kaşık, çömçe ve benzeri ev eşyası yapardı. Bizim çocukluğumuzda, Bozdağ ve Payamlı tepelerine Şimşir ağacı kesmeye gidilirdi. Daha sonraları, bizim arazideki ağaçlar tükendiğinde, Elbalık dağına kadar olan Anamur arazilerine Şimşir kesmeye gidilir olmuş ve dağların tüm Şimşirleri yok edilmiş deniyor. Yeni nesiller, bu ağacı kitaptan okuyacak, belki de parklarda görebilecektir.
- Bozarmut ağacı ; Körkuyu ve çevresinde yetişir. Gri renkli yaprağını keçiler ve özellikle Yörüklerin develeri yerdi. Küçük ve sert armutları olur, kış mevsiminde yenecek olgunluğa gelirdi. Bu ağaçların yaşlı olanları odun yapılmış, genç olanlar değişik armut cinslerine aşılanmıştır.
- Meşe (Pelit) Ağacı ; Bu ağaç da aynen Ardıç ağacı gibi çok yönlü olarak fayda sağlayan, yetişmesi ve filizlendirilmesi zor, ömrü çok uzun olan bir türdür. Arazimizin her tarafında, Bozdağ’dan Masırlık sonuna kadar görmek mümkündür. Gövdesi çok set olduğundan balta sapından, çadır direğine kadar her şeyde kullanılır. Odun olarak en çok tercih edilendir. Yapraklarını her mal yer, gövdesinin içinde ve dallarında kuşlar, sincaplar yuva yapar ve tüner. Gölgesinde insanlar ve hayvanlar barınır. Tohumlarını hayvanlar yer, üzüm asmaları bu ağaçlara sarılmaya bayılır. Meşe, dalları ve gölgesi ile insanlara, hayvanlara ve bitkilere sığınaklık yapar, her şeyi korur ve bu özelliğiyle “ doğa dostu “ olarak adlandırılır. Bu özellikleri nedeniyle TEMA Vakfı tarafından meşe tohumu ekilmesine öncelik verilmiştir. Bin yıldan fazla bir ömrü olduğu bilinen bu ağaçların da türleri tehlikededir. Kesilmesi yasaklanmış ağaçlardandır. Meşe ağaçlarında “Ulu Ağaç “ diyebileceğimiz örnek çok azalmıştır. Bizim tespit edebildiğimiz bir örnek, Gökçeler mahallesindeki Mehmet OKAT’ın bahçesinde bulunan ve Goca Pelit adıyla bilinen ağaçtır. Gövdesi, bir kaç kişi el ele tutuştuğunda bile kavranamamaktadır. Korumaya alınması gereken bir tabiat varlığıdır. Meşe ağaçlarının mevcutları korunmalı, yenileri yetiştirilmelidir.
- Karaağaç ; Kazancı çevresindeki bahçelerde yetişen, sert gövdeli, siyah yapraklı ağaçlardır. Yapraklarını hiçbir hayvan yemez. Üzerinde asma bile barınmaz. Melokka adıyla bilinen, sarı, küçük ve sonbaharda yenilen bir meyvesi vardır. Şimdilerde çevrede görünmez olmuştur. Onunda türü tehlikededir.
- Sakız Ağacı ; Arazimizin genelinde kendiliğinden yetişen bir ağaçtır. Kızılburun çevresinde yoğun şekilde bulunurdu. Menengiç veya Sakızlak da denir. Meyvesi önceleri kızıl renkli, sonbaharda mavi renkli olur. Bu meyve çok yağlı ve hastalıklarda tedavi edici özelliklere sahip olup, ismi “ Çıtlık “ olarak bilinir. Ermenek pazarında yüksek fiyattan satılır. Bu ağaçlara, 1960 yıllarında devlet eliyle Antep Fıstığı aşısı yaptırılmış, fakat, zaman içinde, yetişen aşıların meyve vermediği görülmüştür.
- Çınar (Piladan ) Ağacı ; Sulak yerlerde ve dere kenarlarında yetişen, ulu ağaçlar niteliği kazanabilen ve kendiliğinde yetişen ağaçlardır. Uzun ve geniş gövdelerinden sandık tahtası yapılır, dalları odun ve sırık, direk, semer ve saban yapımında kullanılır. Anadolu’da ve Tarihimizde “Ulu Çınarlar” meşhurdur. Eskiden, her cami önüne ve çeşme başına bir çınar dikilirmiş. Aybaham’dan başlayıp, Göksu’ya kadar uzanan dere boyunca en çok Çınar ağacı yetişir.
- Söğüt Ağacı; Sulak yerlerde, pınar başları ve dere kenarlarında yetişir. Selvi Söğüt bir başka cinsidir. Kırılgan bir ağaç olduğundan odun olarak kullanılır. Genelde bir süs ağacı olarak kabul edilir.
- Kavak Ağacı ; Normal yani klasik kavak kereste yetiştirmek için dikilen ve sürekli sulanan bir ağaçtır. Son yıllarda Kanada kavağı diye bir tür yaygınlaşmıştır. Kendiliğinde yetişen Deli Kavak diye bilinen, gri renk yapraklı cinsi de vardır. Bu deli kavaklardan en ünlüsü, Aybaham (İnönü) pınarı yanında bulunan ve bin yıldan yaşlı olduğu söylenen ulu ağaç idi. Bu ağacın dibinde bir tahta vardı. Gelip geçen yolcular, bilhassa yabancılar, burada mola verirler, tahtada dinlenir, yemeklerini yer, namazlarını kılar ve istirahat ederlerdi. Yaklaşık 20 yıl önce bir kış günü kar ve rüzgar etkisiyle bu kavak ağacı kökünden yıkılmış, dibindeki tahtası da tahrip edilmiştir.
- Alıç Ağacı ; Küçük meyveleri olan, dikenli ağaçlardır. Buna benzer bir kaç ağaç türü daha vardır.
ÇALI TÜRÜ BİTKİLERİMİZ ;
Arazimize yayılmış şekilde ve farklı iklim bölgelerinde, değişik şekillerde yetişen çok sayıda çalı türü bitki mevcuttur. Başlıcaları ;
Karamık çalısı, dikenli, meyvesi olan ve kökünden boya yapılan bir bitkidir. Kürtlü çalısı, dallarından süpürge ve sopa yapılan sert bir çalı türü olup, özellikle, yaylada, Kürtlü yakası denilen yerde mevcuttur. Piynar çalısı, dikenli bir türdür. Develik çalısı, arık kenarlarında yetişir. Böğürtlen çalısı, arıklarda yetişen dikenli ve mor meyvesi olan bir türdür. Kuşburnu çalısı, dikenli ve meyvesi olan bir türdür. Kokar ağaç, Çaltı çalısı, Kafes Çıbığı çalısı, Sumak Çalısı ve Tepsi çalısı ile daha bir çok çalı türü sayılabilir.
(Gelecek Sayıda ; Coğrafyamızın Bitki Örtüsü devam edecek )
Derleyen : Av. Naci Sözen
Bağdat ve Basra Zindanlarında bir Kazancılı
KAZANCI HİKAYELERİ – (16)
BAĞDAT VE BASRA ZİNDANLARINDA BİR KAZANCILI
( Tepecik Mahallesinden Safiyenin Ömer’in Öyküsü )
Kazancı Kasabası, Tepecik Mahallesinde yaşayan Safiyenin Ömer isminde bir gazimiz vardı. Uzun süren savaşlara katılmış, yıllarca esir yatmış ve hastalanmış olmasına rağmen, köyüne dönmek nasip olmuş ve savaş sonrası, uzun yıllar mahallesinde ömür sürmüştür. Osmanlının son dönemlerinde, yani 1850 yıllarından itibaren her cephede savaşlar yaşanmış olup, bu cephelerin hepsinde Kazancılılar da bulunmuştur. Savaşlardan geri dönmeyenler, durumları bilinmediğinden, kimlikleri ve hayat hikayeleri yazılmadığından zamanla unutulup gitmiştir. Bu gün için, hikayelerini yazabildiğimiz kişiler, cephelerden köyüne dönebilenler ve bunların bizzat anlattıkları öykülerden ibarettir.
Bir zamanlar, İran haricindeki tüm Müslüman ülkeler, diğer bir deyişle, Ortadoğu coğrafyası, Mısır dahil, Osmanlı idaresindeydi. Batılı devletlerin, özellikler İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle bu bölgelerde isyanlar baş gösterdi. Yemen, Filistin, Sina ve Irak içlerinde Osmanlı ordusu, Araplar ve İngilizlerden oluşan kuvvetlerle savaşıyordu. Basra ve Bağdat yörelerinde iç isyanlar başlamış ve bu isyancılarla mücadele edilmesi amacıyla bu bölgede görev yapacak olan 36. Tümen teşkil edilmişti. Bu tümen 30 yıl boyunca bu bölgedeki isyanlar ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele ettikten sonra, bölge terk edilmiş ve bu Tümen Türkiye’ye çekilmiştir. Tümen, daha sonra Tugay seviyesine, müteakiben Alay seviyesine indirgenmiş ve nihayet uzun süre önce de lağvedilmiştir.
İşte, hikayemizin karhamı olan Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra isyanlarını bastırmak ve İngilizleri bölgeden atmak için kurulup görevlendirilen, 36. Tümen saflarına katılmak için askere alınmış bir neferdi. Konya toplanma bölgesi ve kısa bir temel eğitim safhası sonrası, dört bir yandaki cephelere katılmak için sevk edilen erler helalaşarak yollara düştüler. Zamanın şartlarında, Anadolu’yu geçip kavurucu çöl sıcakları ve kum fırtınaları ile boğuşarak Bağdat bölgesine varmak hiç de kolay değildi. Salgın hastalıklar, açlık ve eşkıya saldırıları kol geziyordu.
Bin bir güçlük ve zahmetten sonra birliklerine ulaştılar. Askerin giysisi, teçhizatı ve silahı coğrafik şartlar ve düşmanın imkanlarına göre çok yetersizdi. Sürekli gece baskınlarına ve tuzaklara maruz kalıyorlardı. Anadolu erlerinin çöl şartlarına alışması da mümkün görünmüyordu. Osmanlı ordusu içinde bulunan, Ermeni ve Arap asıllı erler de İngiliz saflarına kaçıp onlarla birlikte kendi devletinin askerine karşı savaşıyordu. Bu kalleşliklerden çarpıcı bir örneği Gazi Kasım Alisi’nin hayat hikayesinde anlatmıştık.
Bizim Tepecikli Ömer’in birliği tuzağa düşürülür ve topluca esir alınır. Esirler Bağdat kentinde oluşturulan esir kampına kapatılır. Çarpışmalar devam ederken, esirlerin cepheden daha uzak bölgelere taşınmasına karar verilir. Basra bölgesindeki İngiliz hakimiyetinde bulunan Esir Kampına doğru yola çıkarılırlar. Tesadüfe bakın ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, Irak işgali sırasında, İngilizler yine Basra bölgesine yerleşmişlerdir. Tarih değişir, zaman geçer, devir döner, fakat, İngiliz siyaseti ve hedefi aynen devam eder. Bölgenin petrol başta olmak üzere sahip olduğu yer altı enerji kaynakları o zamanlardan keşfedilmiş, bölgeye müdahale edilmiş, hatta, Anadolu paylaşılırken, bu bölgelere kolay ulaşılması için ilk başta İskenderun limanına asker çıkartılmıştır. Bu oyunlar, bu gün bile devam etmekte, çizilen hayali haritalarda kurulması amaçlanan sözde Kürt devletinin sınırları Mersin kentinden başlatılmaktadır.
Neyse, biz hikayemize dönelim. Bir çok arkadaşını, yolculuk sırasında, sıtma, tifo, verem, tifüs, cüzzam ve veba gibi hastalıklardan kaybeden Gazi Ömer, sağ kalabilen arkadaşlarıyla Basra’ya ulaşmıştır. İngilizlere teslim edilen Türk Askerleri derin ve karanlık zindanlara doldurulur. Günlerce güneş yüzü görmeyen erler, açlık ve işkencelerden zayıf düşerler. Askerlerde bit, kene ve pire salgını olduğunu bahane eden İngilizler, erlerimizi bir zindana toplayıp “ böceklerle mücadele edeceğiz “ diyerek, üzerlerine, özellikle başlarına zehirli ilaçları sıkarlar. Bir çok asker kör olur. Mısır zindanlarında da aynısını yaptıkları, askerlerimizi bir alana toplayarak, etraflarına daire şeklinde ateş yakıp, gülerek seyrettikleri, bazı erlerin diri diri yandıkları tarihi kayıtlarla sabittir. Bu vahşetlerin hiç hesabı sorulmamış ve de sorulmayacaktır. Çünkü, güçlü olan devletler yaptıklarında daima haklıdırlar.
Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra zindanlarında toplam 8 sene kalmış olup, bu süre içinde arkadaşlarının çoğunun öldüğünü ve öldürüldüğünü anlatmıştır. Araplar ve İngilizler ile yapılmakta olan savaşlar başka cephelere de yayılmış olduğundan, İngilizler, ellerindeki esirleri öldürmek kastıyla hareket etmişler ve son safhaya kadar iade etmemişlerdir. Nihayet, bütün cephelerdeki savaşlar sona erer ve Osmanlı birlikleri Irak topraklarını terk eder, Esirleri bir müddet daha kamplarda tutan İngilizler, ölüme direnebilen az sayıdaki askerimizi serbest bırakır ve ülkelerine dönebileceklerini bildirir.
Zindandan salıverilmek bir kurtuluş değildir. Askerleri, uzun ve öldürücü bir çöl yolculuğu beklemektedir. Bedenler zayıf ve hastadır. Bin bir tehlike ve zorluklar altında, aylarca yürürler. Bir çok arkadaşı da bu yolculukta can verir. Kısmet olur ve az sayıda asker Anadolu topraklarına ayak basar.
Zamanın şartlarında, sınırlardan içeri girilmekle sılaya ulaşmak aynı şeyler değildir. Kazancı coğrafyası daha çok uzaklarda ve aşacak nice zorluklar sırada beklemektedir. Bir deri bir kemik kalmış olan bu az sayıda asker ülkeye girişte bir müddet beslenir ve tedavi edilmeye çalışılır. Sıla hasreti dayanılmaz seviyededir. Bir çoğunun dönüşünden umut kesilmiş, hatta, bazılarının kayıp olarak künyeleri gelmiş ve nüfustan düşülmüştür. Gazimiz, kader arkadaşlarıyla son kez vedalaşarak ayrılır. Her kes kendi evine doğru bir istikamet belirleyerek yollara düşer. Gazi Ömer, aylar süren yolculuğunu, yarı aç, yarı tok vaziyette sürdürür. Bazı köy ve kentlerde, misafir odası veya köy odası denen yerlerde yatar. Karaman şehrine geldiğinde kendisini Kazancıda sayar. Kervansayar adıyla bilinen ve Ermenek istikametine gidecek yolcuların toplandıkları yer olan tarihi hana yerleşir.
Muhtelif yönlerden bu merkeze gelen yolcular Ermenek’ten gelecek kafileyi bekler. Sılaya dönüş yolculuğunun bu son etabı, kafileyi getiren katırcının kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Katırcı ve yolcuları hana ulaşır ve bir gün sonra yeni yolcularla katırcı yola çıkarlar. Yolculuğun üçüncü günü Tekeçatı ilerisindeki bir vadiye gelindiğinde, mevsimin kış önü olması nedeniyle karlı rüzgarlı tufana yakalanırlar. Yellibel adıyla bilinen boğaza varabilseler Ermenek çok yakın olacaktır. Fakat, ilerdeki tepeyi bu yağış altında aşmak mümkün olacak mı ? sorusunun cevabı verilemez.
Boğaz köylerden olan yolcular, bu tepeyi tırmanmadan, batıya doğru vadiyi takip edip Balkusan köyüne ulaşmalarının daha kolay olacağını iddia ederler. Tartışmalardan sonra, yolcular ikiye ayrılır. Yellibel (Ermenek) istikametine giden katırcı, Gazi Ömer ve bazı yolcular zor da olsa tepeleri aşıp şehre ulaşırlar. Gazi Ömer, birkaç günde Ermenek’te kalır ve kendisini bira toplar. Köyden haber alarak gelen akrabaları yardımı ve at sırtında sanki bir ceset gibi Kazancıya getirilir. Daha sonra, gruptan ayrılarak batıya gidenlerin, tipi ve soğuk altında dağlarda kayboldukları ve evlerine dönemedikleri söylenmiştir.
Kazancıdan ayrıldıktan tam 12 yıl sonra, sağ olarak tekrar baba ocağına dönmüş olmak ve sevdiklerine kavuşmak büyük mutluluktur. Çekilen cefalar, eziyetler ve acılar biraz olsun unutulur. Bu savaş anılarını anlatmaktan hoşlanmayan Gazi Ömer, uzun yıllar Kazancıda hayatını sürdürür ve gün gelince bu dünyadan göçüp gider. Her zaman dile getirdiğimiz gibi, bize bu cennet vatanı bırakmak için bedenlerini düşmana siper deden, ömürlerini cephelerde geçiren ve canlarını severek veren aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi hürmetle ve rahmetle anıyoruz.
(Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere… )
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
NOT : Yayınlanmış tüm yazılar “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
BAĞDAT VE BASRA ZİNDANLARINDA BİR KAZANCILI
( Tepecik Mahallesinden Safiyenin Ömer’in Öyküsü )
Kazancı Kasabası, Tepecik Mahallesinde yaşayan Safiyenin Ömer isminde bir gazimiz vardı. Uzun süren savaşlara katılmış, yıllarca esir yatmış ve hastalanmış olmasına rağmen, köyüne dönmek nasip olmuş ve savaş sonrası, uzun yıllar mahallesinde ömür sürmüştür. Osmanlının son dönemlerinde, yani 1850 yıllarından itibaren her cephede savaşlar yaşanmış olup, bu cephelerin hepsinde Kazancılılar da bulunmuştur. Savaşlardan geri dönmeyenler, durumları bilinmediğinden, kimlikleri ve hayat hikayeleri yazılmadığından zamanla unutulup gitmiştir. Bu gün için, hikayelerini yazabildiğimiz kişiler, cephelerden köyüne dönebilenler ve bunların bizzat anlattıkları öykülerden ibarettir.
Bir zamanlar, İran haricindeki tüm Müslüman ülkeler, diğer bir deyişle, Ortadoğu coğrafyası, Mısır dahil, Osmanlı idaresindeydi. Batılı devletlerin, özellikler İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle bu bölgelerde isyanlar baş gösterdi. Yemen, Filistin, Sina ve Irak içlerinde Osmanlı ordusu, Araplar ve İngilizlerden oluşan kuvvetlerle savaşıyordu. Basra ve Bağdat yörelerinde iç isyanlar başlamış ve bu isyancılarla mücadele edilmesi amacıyla bu bölgede görev yapacak olan 36. Tümen teşkil edilmişti. Bu tümen 30 yıl boyunca bu bölgedeki isyanlar ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele ettikten sonra, bölge terk edilmiş ve bu Tümen Türkiye’ye çekilmiştir. Tümen, daha sonra Tugay seviyesine, müteakiben Alay seviyesine indirgenmiş ve nihayet uzun süre önce de lağvedilmiştir.
İşte, hikayemizin karhamı olan Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra isyanlarını bastırmak ve İngilizleri bölgeden atmak için kurulup görevlendirilen, 36. Tümen saflarına katılmak için askere alınmış bir neferdi. Konya toplanma bölgesi ve kısa bir temel eğitim safhası sonrası, dört bir yandaki cephelere katılmak için sevk edilen erler helalaşarak yollara düştüler. Zamanın şartlarında, Anadolu’yu geçip kavurucu çöl sıcakları ve kum fırtınaları ile boğuşarak Bağdat bölgesine varmak hiç de kolay değildi. Salgın hastalıklar, açlık ve eşkıya saldırıları kol geziyordu.
Bin bir güçlük ve zahmetten sonra birliklerine ulaştılar. Askerin giysisi, teçhizatı ve silahı coğrafik şartlar ve düşmanın imkanlarına göre çok yetersizdi. Sürekli gece baskınlarına ve tuzaklara maruz kalıyorlardı. Anadolu erlerinin çöl şartlarına alışması da mümkün görünmüyordu. Osmanlı ordusu içinde bulunan, Ermeni ve Arap asıllı erler de İngiliz saflarına kaçıp onlarla birlikte kendi devletinin askerine karşı savaşıyordu. Bu kalleşliklerden çarpıcı bir örneği Gazi Kasım Alisi’nin hayat hikayesinde anlatmıştık.
Bizim Tepecikli Ömer’in birliği tuzağa düşürülür ve topluca esir alınır. Esirler Bağdat kentinde oluşturulan esir kampına kapatılır. Çarpışmalar devam ederken, esirlerin cepheden daha uzak bölgelere taşınmasına karar verilir. Basra bölgesindeki İngiliz hakimiyetinde bulunan Esir Kampına doğru yola çıkarılırlar. Tesadüfe bakın ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, Irak işgali sırasında, İngilizler yine Basra bölgesine yerleşmişlerdir. Tarih değişir, zaman geçer, devir döner, fakat, İngiliz siyaseti ve hedefi aynen devam eder. Bölgenin petrol başta olmak üzere sahip olduğu yer altı enerji kaynakları o zamanlardan keşfedilmiş, bölgeye müdahale edilmiş, hatta, Anadolu paylaşılırken, bu bölgelere kolay ulaşılması için ilk başta İskenderun limanına asker çıkartılmıştır. Bu oyunlar, bu gün bile devam etmekte, çizilen hayali haritalarda kurulması amaçlanan sözde Kürt devletinin sınırları Mersin kentinden başlatılmaktadır.
Neyse, biz hikayemize dönelim. Bir çok arkadaşını, yolculuk sırasında, sıtma, tifo, verem, tifüs, cüzzam ve veba gibi hastalıklardan kaybeden Gazi Ömer, sağ kalabilen arkadaşlarıyla Basra’ya ulaşmıştır. İngilizlere teslim edilen Türk Askerleri derin ve karanlık zindanlara doldurulur. Günlerce güneş yüzü görmeyen erler, açlık ve işkencelerden zayıf düşerler. Askerlerde bit, kene ve pire salgını olduğunu bahane eden İngilizler, erlerimizi bir zindana toplayıp “ böceklerle mücadele edeceğiz “ diyerek, üzerlerine, özellikle başlarına zehirli ilaçları sıkarlar. Bir çok asker kör olur. Mısır zindanlarında da aynısını yaptıkları, askerlerimizi bir alana toplayarak, etraflarına daire şeklinde ateş yakıp, gülerek seyrettikleri, bazı erlerin diri diri yandıkları tarihi kayıtlarla sabittir. Bu vahşetlerin hiç hesabı sorulmamış ve de sorulmayacaktır. Çünkü, güçlü olan devletler yaptıklarında daima haklıdırlar.
Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra zindanlarında toplam 8 sene kalmış olup, bu süre içinde arkadaşlarının çoğunun öldüğünü ve öldürüldüğünü anlatmıştır. Araplar ve İngilizler ile yapılmakta olan savaşlar başka cephelere de yayılmış olduğundan, İngilizler, ellerindeki esirleri öldürmek kastıyla hareket etmişler ve son safhaya kadar iade etmemişlerdir. Nihayet, bütün cephelerdeki savaşlar sona erer ve Osmanlı birlikleri Irak topraklarını terk eder, Esirleri bir müddet daha kamplarda tutan İngilizler, ölüme direnebilen az sayıdaki askerimizi serbest bırakır ve ülkelerine dönebileceklerini bildirir.
Zindandan salıverilmek bir kurtuluş değildir. Askerleri, uzun ve öldürücü bir çöl yolculuğu beklemektedir. Bedenler zayıf ve hastadır. Bin bir tehlike ve zorluklar altında, aylarca yürürler. Bir çok arkadaşı da bu yolculukta can verir. Kısmet olur ve az sayıda asker Anadolu topraklarına ayak basar.
Zamanın şartlarında, sınırlardan içeri girilmekle sılaya ulaşmak aynı şeyler değildir. Kazancı coğrafyası daha çok uzaklarda ve aşacak nice zorluklar sırada beklemektedir. Bir deri bir kemik kalmış olan bu az sayıda asker ülkeye girişte bir müddet beslenir ve tedavi edilmeye çalışılır. Sıla hasreti dayanılmaz seviyededir. Bir çoğunun dönüşünden umut kesilmiş, hatta, bazılarının kayıp olarak künyeleri gelmiş ve nüfustan düşülmüştür. Gazimiz, kader arkadaşlarıyla son kez vedalaşarak ayrılır. Her kes kendi evine doğru bir istikamet belirleyerek yollara düşer. Gazi Ömer, aylar süren yolculuğunu, yarı aç, yarı tok vaziyette sürdürür. Bazı köy ve kentlerde, misafir odası veya köy odası denen yerlerde yatar. Karaman şehrine geldiğinde kendisini Kazancıda sayar. Kervansayar adıyla bilinen ve Ermenek istikametine gidecek yolcuların toplandıkları yer olan tarihi hana yerleşir.
Muhtelif yönlerden bu merkeze gelen yolcular Ermenek’ten gelecek kafileyi bekler. Sılaya dönüş yolculuğunun bu son etabı, kafileyi getiren katırcının kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Katırcı ve yolcuları hana ulaşır ve bir gün sonra yeni yolcularla katırcı yola çıkarlar. Yolculuğun üçüncü günü Tekeçatı ilerisindeki bir vadiye gelindiğinde, mevsimin kış önü olması nedeniyle karlı rüzgarlı tufana yakalanırlar. Yellibel adıyla bilinen boğaza varabilseler Ermenek çok yakın olacaktır. Fakat, ilerdeki tepeyi bu yağış altında aşmak mümkün olacak mı ? sorusunun cevabı verilemez.
Boğaz köylerden olan yolcular, bu tepeyi tırmanmadan, batıya doğru vadiyi takip edip Balkusan köyüne ulaşmalarının daha kolay olacağını iddia ederler. Tartışmalardan sonra, yolcular ikiye ayrılır. Yellibel (Ermenek) istikametine giden katırcı, Gazi Ömer ve bazı yolcular zor da olsa tepeleri aşıp şehre ulaşırlar. Gazi Ömer, birkaç günde Ermenek’te kalır ve kendisini bira toplar. Köyden haber alarak gelen akrabaları yardımı ve at sırtında sanki bir ceset gibi Kazancıya getirilir. Daha sonra, gruptan ayrılarak batıya gidenlerin, tipi ve soğuk altında dağlarda kayboldukları ve evlerine dönemedikleri söylenmiştir.
Kazancıdan ayrıldıktan tam 12 yıl sonra, sağ olarak tekrar baba ocağına dönmüş olmak ve sevdiklerine kavuşmak büyük mutluluktur. Çekilen cefalar, eziyetler ve acılar biraz olsun unutulur. Bu savaş anılarını anlatmaktan hoşlanmayan Gazi Ömer, uzun yıllar Kazancıda hayatını sürdürür ve gün gelince bu dünyadan göçüp gider. Her zaman dile getirdiğimiz gibi, bize bu cennet vatanı bırakmak için bedenlerini düşmana siper deden, ömürlerini cephelerde geçiren ve canlarını severek veren aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi hürmetle ve rahmetle anıyoruz.
(Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere… )
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
NOT : Yayınlanmış tüm yazılar “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
25 Kasım 2007 Pazar
Manilerimiz ve Öyküleri -(3)
EŞŞEĞİNİN İNADI
. Eşeğinin inadı,
. Açtırmadı kapıyı..
. Mükremmi çok denedi,
. Söylemedi kötüyü….
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası, Yukarı Mahallede bir zamanlar Mükrü Emmi (Mükremmi) adıyla bilinen, şakacı ve neşeli bir kişi yaşadı. İki katlı bir evi, karısı ve bir de eşeği vardı. Onun adını bu günlere kadar taşıyan şey ise, bir çok mani ve hikayeye konu olan Eşeğinin İnadıydı. Bu gün bile, inatçı birini nitelerken “ ona bakmayın, onda Mükremmi’nin eşeğinin inadı var “ diyerek yakınılır. Bu eşekte öyle bir inat varmış ki, yükle bahçesine giderken, yoldan akmakta olan az bir suyu atlamamak için öyle direnmiş, adamcağız yoldan geri dönüp, suyun altından bir araziden dolanıp bahçesine varabilmiş. Bir keresinde, yine tarlaya giderken, karşıdan gelen başka bir eşek, Mükremmi’nin eşeğine doğru hamle yaparak anırmış ve onu kızdırmış. Eşek bu kızgınlıkla, geri dönerek o eşeğin peşinden gitmekte ısrar etmiş ve inatla geri gitmek istediğinden adamcağız, eşekle birlikte dönmek zorunda kalmış.
Gelelim biz bu maniye neden olan olaya. Her kış gecesi, yatmadan önce hayvanlara saman ve yemi (arpa, burçak, gazal ) verilir, bu işleme “sığıra bakma” işi denirdi. Mükremmi, bir kış gecesi, karısına “ şu eşeğe samanını ve yemini ver gel de yatalım “ der. Çırasını (gazlı fenerden önce çıra kullanılırmış) yakan kadıncağız ahırın kapsını açmak için iter, fakat kapı açılmaz. Ne yaptıysa kapıyı açamayan kadın kocasını çağırır. Mükremmi, durumu inceler ve eşeğinin arka tarafını (gerisini) kapıya dayadığını ve bu nedenle kapının açılamadığını keşfeder. Eşeği kapının önünden uzaklaştırmak ve kapıyı açmak için ne yaptılarsa başarılı olamazlar. Eşek, Nuh der, fakat, Peygamber demez misali inat eder ve kapının önünden çekilmez.
Kapıyı açmaktan vazgeçen karı-koca odalarına çıkarak yatarlar. Sabah indiklerinde, eşek hala kapıya dayanmış ve çekilmemektedir. Rivayete göre, uzunca bir süre daha eşek kapıdan uzaklaştırılamaz. Böylece, mahallede zaten meşhur olan Mükremminin Eşeğinin inadı için bu mani söylenir. Bu renkli insanlar, zaman gelir bu dünyadan göçüp giderler, fakat, renkli yaşantıları insanları hala tebessüm ettirmektedir. Yaptığımız incelemede, yıllar sonra, Mükremmi ve karısının gerçek adları, iki mahalledeki yakınları tarafından çocuklarına ad olarak verilir. Zaman gelir bu bebekler büyür ve bir biriyle evlendirilir. Yani, Mükremmi ve karısı, uzun yıllar sonra tekrar karı-koca olarak birleşmiş olur. Bunların kimler olduğunu da, okuyucunun bulması, öğrenmesi için cevapsız bırakıyoruz.
( Başka bir “ Yakımlar ve Öyküsü “ hikayesinde buluşmak üzere….. )
DERLEYEN ; Av. Naci SÖZEN Kasım 2007 / ANKARA
. Eşeğinin inadı,
. Açtırmadı kapıyı..
. Mükremmi çok denedi,
. Söylemedi kötüyü….
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası, Yukarı Mahallede bir zamanlar Mükrü Emmi (Mükremmi) adıyla bilinen, şakacı ve neşeli bir kişi yaşadı. İki katlı bir evi, karısı ve bir de eşeği vardı. Onun adını bu günlere kadar taşıyan şey ise, bir çok mani ve hikayeye konu olan Eşeğinin İnadıydı. Bu gün bile, inatçı birini nitelerken “ ona bakmayın, onda Mükremmi’nin eşeğinin inadı var “ diyerek yakınılır. Bu eşekte öyle bir inat varmış ki, yükle bahçesine giderken, yoldan akmakta olan az bir suyu atlamamak için öyle direnmiş, adamcağız yoldan geri dönüp, suyun altından bir araziden dolanıp bahçesine varabilmiş. Bir keresinde, yine tarlaya giderken, karşıdan gelen başka bir eşek, Mükremmi’nin eşeğine doğru hamle yaparak anırmış ve onu kızdırmış. Eşek bu kızgınlıkla, geri dönerek o eşeğin peşinden gitmekte ısrar etmiş ve inatla geri gitmek istediğinden adamcağız, eşekle birlikte dönmek zorunda kalmış.
Gelelim biz bu maniye neden olan olaya. Her kış gecesi, yatmadan önce hayvanlara saman ve yemi (arpa, burçak, gazal ) verilir, bu işleme “sığıra bakma” işi denirdi. Mükremmi, bir kış gecesi, karısına “ şu eşeğe samanını ve yemini ver gel de yatalım “ der. Çırasını (gazlı fenerden önce çıra kullanılırmış) yakan kadıncağız ahırın kapsını açmak için iter, fakat kapı açılmaz. Ne yaptıysa kapıyı açamayan kadın kocasını çağırır. Mükremmi, durumu inceler ve eşeğinin arka tarafını (gerisini) kapıya dayadığını ve bu nedenle kapının açılamadığını keşfeder. Eşeği kapının önünden uzaklaştırmak ve kapıyı açmak için ne yaptılarsa başarılı olamazlar. Eşek, Nuh der, fakat, Peygamber demez misali inat eder ve kapının önünden çekilmez.
Kapıyı açmaktan vazgeçen karı-koca odalarına çıkarak yatarlar. Sabah indiklerinde, eşek hala kapıya dayanmış ve çekilmemektedir. Rivayete göre, uzunca bir süre daha eşek kapıdan uzaklaştırılamaz. Böylece, mahallede zaten meşhur olan Mükremminin Eşeğinin inadı için bu mani söylenir. Bu renkli insanlar, zaman gelir bu dünyadan göçüp giderler, fakat, renkli yaşantıları insanları hala tebessüm ettirmektedir. Yaptığımız incelemede, yıllar sonra, Mükremmi ve karısının gerçek adları, iki mahalledeki yakınları tarafından çocuklarına ad olarak verilir. Zaman gelir bu bebekler büyür ve bir biriyle evlendirilir. Yani, Mükremmi ve karısı, uzun yıllar sonra tekrar karı-koca olarak birleşmiş olur. Bunların kimler olduğunu da, okuyucunun bulması, öğrenmesi için cevapsız bırakıyoruz.
( Başka bir “ Yakımlar ve Öyküsü “ hikayesinde buluşmak üzere….. )
DERLEYEN ; Av. Naci SÖZEN Kasım 2007 / ANKARA
Kazancı Coğrafyası - (2)
C O Ğ R A F Y A M I Z - (2)
( Kazancı Coğrafyasında Yer Adları )
Kazancı coğrafyası hakkında ilk sayımızda genel bir bilgi sunmuştuk. Coğrafyamızı oluşturan arazimizin, genişliği, verimliliği, yayla-sahil ayırımı, verimlilik avantajı, sulama kapasitesi gibi özellikleri nedeniyle ve özellikle, baraj sonrası, Göksu havzanın yüzde 36 oranındaki ekilebilen toprakların sular altında kalacağı gerçeği karşısında, gelecekte, Taşeli bölgesini besleyecek olan arazinin bizim arazi olacağının dile getirilmeye başlanmış olması gibi hususlar birlikte değerlendirildiğinde, coğrafyamızın değeri ve önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Biz gelelim bu coğrafyadaki “ Yer Adları “ konusunu incelemeye. Bir coğrafyamda kullanılan yer adları, o yerde yaşanmış olan tüm medeniyetler ve toplumların izlerini elbette taşıyacaktır. Buna rağmen, yer adlarının, coğrafyanın son sahibi olan ve halen yaşamakta olan toplumun kültürünün bir parçası olacağı, en azından, kültür özelliklerini taşıyacağını söylemek de yanlış olmaz.. Bizim de yer adlarımız incelendiğinde, bazı isimlerin, toprak rengine, taşlık ve ağaçlık (Kızılburun, Akgedik, Bozyer, Taşlıboğaz, Çakıllık ) oluşuna göre, bazılarının, ilk sahiplerinin ismi veya lakaplarına (Beğbağı, Ağayeri, Mangaloğluyeri, Sarıomaryakası, Kerimekinliği ) göre verildiği görülür. Bazı yöreler, arazinin sulaklık ve pınara yakınlığına göre (Olucak, Ayıoluğu, Almalıoluk, Gazanpınar, Ayyanı) verilirken, bazıları, eski devirlerin yerleşim yerleri ve dinsel özelliklere ( Köyönü, Derecikköy, Maşat, Popas, Kilise, Körüstan) göre verilmiştir. Bazı yerler, arazinin üzerinde yürütülen faaliyet alanına (Art Beleni, Bazaralanı, İmarat ) göre, bir kısmı, arazinin üzerinde yetişen en önemli ürün veya ağaç türüne (Kabasakız, Masırlık, Çekmeli, İğdeli, Çal) göre, bir kısmı da, çevrede bulunan önemli bir nokta kullanılarak (Körkuyu, Değirmenalanı, Garainin güney, Daşönü ) isimlendirilmiştir. Arazinin fiziksel durumuna göre de (Uçurum, Sivrricebelen, Gocayokuş, Doğruyol ) isim verilirken, tamamen bağımsız isimlerde vardır.
Yer adlarından örnekleri sıralayalım ;
- Masırlık - Göğestos - Kuyuönü - Ayıoluğu
- Piladanburnu - İğdeli - Balduvar -Şedpelidi
-Gönneli -Karaağaççayırı - Yavaşpınar - Çaltılı
- Söğütlügöl - Dikilitaş - Bozyer - Yabanı
- Akgedik -Gabagoz - Öylepınarı - Göbette
- Boğatepesi -Mücükleryeri - Ağılderesi - Bük
- Değirmenalanı - Hartını - Elekceyeri - Parçukuru
- Gazanpınar - Aladıngeçidi - Gannıcagöl - Deveçökeği
- Karacayer - Göynük - Demircilik - Suluğara
- Ağayeri -Beybağı - Körhana -İmarat
- Derecikköy -Kuşaklı - Olucak - Çekmeli
- Çukur (Tepecik) - Andızlıbelen - Maşat -Çardakönü
- Derekenarı - Karagoyak - Köyönü - Güssülü
- Art Beleni (At) -Kaklıktaş - Guzyaka - Sivricebelen
- Dilkideliği - Püseli -Ayyanı - Çevlik
- Gümüşdamı - Gocaçukuru - Sıtmagölü -Andızlı
-Kızılçardak - Kütüklü - Uçurum altı - Hocini
-Önges - Kızılburun - Gısseki - Çakıllık
-Boyalık - Asarbeleni -Alain - Dabılgı
- Yalakbağ -İnönü (Aybaham) - Akyokuş - Tesbiligedik
-Olukbaşı -Eşşekalanı -Öteyaka -Dedemollas
-İmamgoca -Sıkkoyak -Katıruçtuğu -Polatbağı
-Mukadem - Çataldaş - Çayırlımandal - Dinek
-Topaktaş -Çığırganındere -Mandal -Kireçlik
-Hıdırellez -Öküzini -Develikoyağı -Mihrap
-Kızıltaş -Teveklik -Almalıoluk -Dinek
- Kızılcayer -Gelindaş -Seydinindaş -Tozlu
-Öreğenlikayagal -Horthort -Toras yaylası -Gümbürdek
-Suuçtuğu -Devedüştüğü -Daşlıboğaz -Daşönü
-Hıdırellez -Dilkideliği - Korumundere -Yarbaşı
-Anbarınbucak -Gariningüney/Kuzey -Çataldaş -Yavşan
-Tuzaklık -Çıldırdak -Aybaham -Gatırancık
-Körüstan -Çal - Kilise -Körkuyu
-Yenicesu -Avlakini -Mahmutguyusu -İlanlıca
-Arılık -Sakatdedesi -Fidanceviz -Kabalak
-Karakülefyeri - Sığırlık -Çatalgoyak -Çukur
-Kürtlütepesi -Kızılalan - Topaktaş -İlabadı
-Kartaltepesi -Akbelen -Alaca -Bozdağ
-Çurfalıklıin -Kerimekinliği -Akkuyu -Payamlı
-Çömlekci -Kanlısay -Popas -Otlukoyak
-Karakovanlık -Yüksekeğrik -Keben -Kırkkuyu
-Bazaralanı -Göğdere -Buzluca -Karlık
-Devealanı -Suludaş -Enek -Süzek
-Burçakalanı -Gelinmezarı ………………………………………… Atlanmış olan yer adları ilerde ilave edilecektir..
Derleyen ; Naci SÖZEN , Eylül 2007 / ANKARA
( Kazancı Coğrafyasında Yer Adları )
Kazancı coğrafyası hakkında ilk sayımızda genel bir bilgi sunmuştuk. Coğrafyamızı oluşturan arazimizin, genişliği, verimliliği, yayla-sahil ayırımı, verimlilik avantajı, sulama kapasitesi gibi özellikleri nedeniyle ve özellikle, baraj sonrası, Göksu havzanın yüzde 36 oranındaki ekilebilen toprakların sular altında kalacağı gerçeği karşısında, gelecekte, Taşeli bölgesini besleyecek olan arazinin bizim arazi olacağının dile getirilmeye başlanmış olması gibi hususlar birlikte değerlendirildiğinde, coğrafyamızın değeri ve önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Biz gelelim bu coğrafyadaki “ Yer Adları “ konusunu incelemeye. Bir coğrafyamda kullanılan yer adları, o yerde yaşanmış olan tüm medeniyetler ve toplumların izlerini elbette taşıyacaktır. Buna rağmen, yer adlarının, coğrafyanın son sahibi olan ve halen yaşamakta olan toplumun kültürünün bir parçası olacağı, en azından, kültür özelliklerini taşıyacağını söylemek de yanlış olmaz.. Bizim de yer adlarımız incelendiğinde, bazı isimlerin, toprak rengine, taşlık ve ağaçlık (Kızılburun, Akgedik, Bozyer, Taşlıboğaz, Çakıllık ) oluşuna göre, bazılarının, ilk sahiplerinin ismi veya lakaplarına (Beğbağı, Ağayeri, Mangaloğluyeri, Sarıomaryakası, Kerimekinliği ) göre verildiği görülür. Bazı yöreler, arazinin sulaklık ve pınara yakınlığına göre (Olucak, Ayıoluğu, Almalıoluk, Gazanpınar, Ayyanı) verilirken, bazıları, eski devirlerin yerleşim yerleri ve dinsel özelliklere ( Köyönü, Derecikköy, Maşat, Popas, Kilise, Körüstan) göre verilmiştir. Bazı yerler, arazinin üzerinde yürütülen faaliyet alanına (Art Beleni, Bazaralanı, İmarat ) göre, bir kısmı, arazinin üzerinde yetişen en önemli ürün veya ağaç türüne (Kabasakız, Masırlık, Çekmeli, İğdeli, Çal) göre, bir kısmı da, çevrede bulunan önemli bir nokta kullanılarak (Körkuyu, Değirmenalanı, Garainin güney, Daşönü ) isimlendirilmiştir. Arazinin fiziksel durumuna göre de (Uçurum, Sivrricebelen, Gocayokuş, Doğruyol ) isim verilirken, tamamen bağımsız isimlerde vardır.
Yer adlarından örnekleri sıralayalım ;
- Masırlık - Göğestos - Kuyuönü - Ayıoluğu
- Piladanburnu - İğdeli - Balduvar -Şedpelidi
-Gönneli -Karaağaççayırı - Yavaşpınar - Çaltılı
- Söğütlügöl - Dikilitaş - Bozyer - Yabanı
- Akgedik -Gabagoz - Öylepınarı - Göbette
- Boğatepesi -Mücükleryeri - Ağılderesi - Bük
- Değirmenalanı - Hartını - Elekceyeri - Parçukuru
- Gazanpınar - Aladıngeçidi - Gannıcagöl - Deveçökeği
- Karacayer - Göynük - Demircilik - Suluğara
- Ağayeri -Beybağı - Körhana -İmarat
- Derecikköy -Kuşaklı - Olucak - Çekmeli
- Çukur (Tepecik) - Andızlıbelen - Maşat -Çardakönü
- Derekenarı - Karagoyak - Köyönü - Güssülü
- Art Beleni (At) -Kaklıktaş - Guzyaka - Sivricebelen
- Dilkideliği - Püseli -Ayyanı - Çevlik
- Gümüşdamı - Gocaçukuru - Sıtmagölü -Andızlı
-Kızılçardak - Kütüklü - Uçurum altı - Hocini
-Önges - Kızılburun - Gısseki - Çakıllık
-Boyalık - Asarbeleni -Alain - Dabılgı
- Yalakbağ -İnönü (Aybaham) - Akyokuş - Tesbiligedik
-Olukbaşı -Eşşekalanı -Öteyaka -Dedemollas
-İmamgoca -Sıkkoyak -Katıruçtuğu -Polatbağı
-Mukadem - Çataldaş - Çayırlımandal - Dinek
-Topaktaş -Çığırganındere -Mandal -Kireçlik
-Hıdırellez -Öküzini -Develikoyağı -Mihrap
-Kızıltaş -Teveklik -Almalıoluk -Dinek
- Kızılcayer -Gelindaş -Seydinindaş -Tozlu
-Öreğenlikayagal -Horthort -Toras yaylası -Gümbürdek
-Suuçtuğu -Devedüştüğü -Daşlıboğaz -Daşönü
-Hıdırellez -Dilkideliği - Korumundere -Yarbaşı
-Anbarınbucak -Gariningüney/Kuzey -Çataldaş -Yavşan
-Tuzaklık -Çıldırdak -Aybaham -Gatırancık
-Körüstan -Çal - Kilise -Körkuyu
-Yenicesu -Avlakini -Mahmutguyusu -İlanlıca
-Arılık -Sakatdedesi -Fidanceviz -Kabalak
-Karakülefyeri - Sığırlık -Çatalgoyak -Çukur
-Kürtlütepesi -Kızılalan - Topaktaş -İlabadı
-Kartaltepesi -Akbelen -Alaca -Bozdağ
-Çurfalıklıin -Kerimekinliği -Akkuyu -Payamlı
-Çömlekci -Kanlısay -Popas -Otlukoyak
-Karakovanlık -Yüksekeğrik -Keben -Kırkkuyu
-Bazaralanı -Göğdere -Buzluca -Karlık
-Devealanı -Suludaş -Enek -Süzek
-Burçakalanı -Gelinmezarı ………………………………………… Atlanmış olan yer adları ilerde ilave edilecektir..
Derleyen ; Naci SÖZEN , Eylül 2007 / ANKARA
Gelin Mezarı (1)

GELİN MEZARI VE MÜCEVHERLERİN SIRRI – (1)
( ECELİN SİLLESİ DEĞDİ BU CANA )
Kazancı coğrafyasında bulunan yaylaları ve dağları görmek ve tespitlerimize yazılarımızda yer vererek, çevremizi genç kuşaklara aktarmak için başlattığımız çalışmalarımıza “ gidip görmediğimiz yerler bizim değildir “ diyerek devam ediyorduk. Gezi planımıza göre, kasabamızın batı bölgesindeki Popas yaylasında bulunan ve bizim için tarihi bir yer olan Yüksek Eğrik tepesine doğru yola çıkmıştık. Ekibimizin rehberi, gençlik yıllarını bu yaylalarda geçirmiş olan eski çoban Hasan Ali kardeşimizden başkası değildi.
Çömlekçi düzlüğünde, çocukluk yıllarımızda, Kırkkuyu harmanlarından hayvanlarla yük çektiğimiz gidiş-gelişlerimizi konuşarak ilerlerken, her zaman uzaktan görülen “ Kovanlık Ardıcı “ hala gözümüze ilişmemişti. Bu, tarihe tanıklık etmiş ulu ardıcın, insafsız ellerin tuttuğu, acımasız bir motorlu bıçkı tarafından ansızın kesilip yere serildiği ve odun edildiğini duyunca tarif edilemez bir üzüntüye kapıldık. Biraz daha ilerlediğimizde, Karlık kavşağına gelmiştik. Gitmek istediğimiz tepeye ulaşabilmek için, ana yoldan sağa (Kuzeye) sapan dar yola koyulduk.
Yorulanların teklifi ile biraz dinlenmek için yaşlı bir ladin ağacının koyu gölgesine toplandık. Bulunduğumuz yerden bira aşağıda, ağaç ve çalılar arasından görülebilen kırmızı topraklı, küçük bir düzlük dikkatimizi çekti. Rehberimiz, bu düzlüğe “ Gelin Mezarı “ dendiğini söyledi. Düzlüğün yer yer kazılmış olmasını da “ buraya bir gelin defnedilmiş, hatta, mücevherleriyle birlikte gönülmüş olduğu dilden dile dolaştığından, gelip geçen define avcıları bu düzlüğü rast gele kazarlar “ diye konuşmasını tamamladı.
Ekibimizle birlikte yürüyüşümüze devam ettik. Fakat, benim aklım bu hazin öykünün ayrıntılarının neler olabileceği ? hususlarına takılıp kalmıştı. Gezi sonrası, yaşlı kişilerle konuşarak bu “ Gelin Mezarı” öyküsünü ile geline ait “ Mücevherlerin Sırrını “ biraz olsun aydınlatmaya çalıştım.
Hikayemiz, asırlar önce, yaylalara Gülnarlıların hakim olduğu ve göçlerin Doğudan (Gülnar) Batıya doğru ( Akkuyu, Kabalak, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları istikametinde) yapılmakta olduğu devirlerde yaşanmış hazin bir aşka dayanıyordu. Gülnarlı zengin bir kişi olan Zincirci Mahmut Ağa isimli kişi, sürüleri ve ailesiyle birlikte her yaz bu yaylalara göçerdi. Sürülerini çobanları otlatır, oğlak ve kuzularını kendi çocukları güderdi. Oğlak sürüsünü güden oğlu, otlaklarda ve kuyu başlarında karşılaştığı Nadire yöresinden varlıklı bir çobanın kızı olan Zeynep ile tanışır. Bu kızda kendi sürülerinin oğlaklarını otlatmaktadır.
Bu tanışma ve karşılaşmalar birkaç yıl devam eder. Genler arasında duygusal bir yakınlaşma, o zamanın deyimleri ile “ gönül düşmesi, vurulma, yanma” yaşanmaya başlamıştır. Nihayet, evlenme fikri aklına düşen oğlan, ırgat ve çobanlarını zincir demeti ile dövmesiyle tanınan babasına ve annesine bu fikrini duyurur. Mahmut Ağa, bu olayı ilk duyduğundan itibaren şiddetle karşı çıkar ve oğlunun kendi yöresinden veya obasından bir kızla evlenmesi gerektiğini belirtir.
Geçen zaman içinde, gençler arasındaki sevda artarak devam eder. Ağanın aile çevresinden teklif edilen gelin adayları, oğlan tarafından geri çevrilir. Bu aşkı en yoğun şekilde yaşayan oğlandır. Zaman içinde umutsuzluğa kapılan gencimiz yemeden ve içmeden kesilerek bir iğne bir iplik gibi olur. Bu gidişin kötüye varacağını sezen oğlanın annesi, kocasına “ bey, oğlumuzun bu sevda nedeniyle ince hastalığa (verem) yakalanmasından korkuyorum “ diyerek baskı yapmaya başlar.
Bir zaman sonra, oğlunun bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayan Mahmut Ağa, istemeyerek de olsa, oğlunun köylü kızı Zeynep ile evlenmesini kabullenmek zorunda kalır. Hatırlı kişilerden bir heyet teşkil edilerek, kız evine “isteyici” gönderilir. Kız babası da bu işe karşı çıkar. Kızlarına düşüncesi sorulduğunda “ ben bilmem, babam ne derse o olur” şeklinde yuvarlak bir cevap alırlar. İsteyicileri hemen reddetmeyen kızlarının, bu sevdada payı olduğu düşünülür ve birkaç defa daha isteyici geldikten sonra kızlarını verirler.
Mevsim yaz, her iki aile de yaylalardaki obalarında göçülüdür. Bu şartlarda düğün yapılamayacağı hususunda anlaşırlar. Düğün, sonbaharda taraflar köylerine döndükten sonra, oğlan evi birkaç kişi ile Gülnar’dan gelin almak için tekrar kızın köyüne gelecekler ve düğün sonrası gelini yanlarına alarak geri döneceklerdir. Düğün hazırlıklarına, dokuma ve örme, işleme ve ziynet eşyaların tedarikine hemen başlanmıştır.
Son bahar gelmiş, otlar sararmış, geceleri araziye “ çiy - kırağı “ düşmeye başlamıştır. Bunun anlamı, obanın köye dönüş yolculuğuna başlama zamanının geldiğidir. Mahmut Ağa, obasını toparlayıp dönüş yoluna düşmüş, çobanlarını bir ay daha yaylalarda kalmaları için yeterli azıklarıyla birlikte Yüksek Eğrik tepesinde bırakmıştır. Köyüne vardıktan hemen sonra geri dönecek olması, sinirlerini yıpratmakta, bunların nedeni olarak, lüzumsuz bir sevdaya kapılan oğlunu suçlamaktadır.
Göç katarı yorucu bir yolculuktan sonra Gülnar’a döner. Kısa bir hazırlık sonrası, aileden birkaç kişi düğün yapmak ve gelin almak için geri dönerler. Bu duruma, halk dilinde “ dizlerinin üstüne geri dönmek” denir. Oğlan evi kafilesi, kız evinin bulunduğu dağ köyüne ulaşmış ve düğün hemen başlamıştır. Oğlanın ve kızın çeyizleri sergilenir (asbap kesilmesi ), Ağanın şanına yakışır takılar takılır, keçi ve koyunlar kurban edilir, ahaliye yemekler verilir. Gelin kızın ayakkabısı, babası tarafından giydirilir ve kuşağı bağlanır. Kızın annesi ve kardeşleri başta olmak üzere, tüm köy halkı gözyaşları ile kızlarını yolcu ederler. Kolay değil, obalarının ve köylerinin biricik kızları, kara gözlü kuzuları “ aşı memlekete” yani, çok uzak diyarlara gidiyordu. O’nu, yılda bir kez, ancak, yaz mevsiminde yayladaki yeni obasında görebileceklerdi.
Havaların iyice sertleşmeye başlaması ve her an kar yağışının başlayabileceği endişesi ile bir ikindi üstü gelin alma kafilesi dönüş yoluna koyulur. Yüksek dağlar, kara tutulmadan aşılması gerektiği, gecenin yolda bir yerde geçirileceği konuşulur. Kafile, çeyizler yüklü hayvanlar ve yaya kişilerle hızlı bir yürüyüşle ormanları, dereleri geçer, Popas yaylasından Karakovanlık boğazına doğru aşarlar. Şimdiki, Gelin Mezarı denilen yere gelindiğinde, hava iyice kararmış, kulakları sağır eden gök gürlemeleri ve gözleri kör eden şimşekler altında, bir de sulu sepkene (yağmu-kar ve dolu karışımı yağış) tutulduklarından, yola devam etmeleri zorlaşmıştır. Kısa süreli bir molaya karar verilir. Hayvanların yükü indirilir (yıkılır) ve ağaç altlarına çekilir, çeyizler yağmura karşı korumaya alınır, insanlar kendilerine kuytu bir ağaç altı veya taş altı bulmaya çalışırlar. Bu telaş ve yorgunluk arasında, yapılan bunca masraf ve çekilen eziyetlerden oldukça sinirlenmiş olan Mahmut Ağa, oğluna hakaretlere başlayarak “ pis bir inadın yüzünden ne hallere düştük, sana yazıklar olsun “ şeklinde söylenmeye başlar.
Anne ve babasından, yakınlarından, sevenlerinden ve yurdundan, köyünden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin üzüntüyü yaşamakta olan taze gelin bu sözler karşısında sessiz kalamaz. Bu hakaretlerin bir hedefi de kendisidir. Taze kocası ve kayın babasının ( o zamanlar “emmi” veya “kaynata” denirdi ) yanına yaklaşır ve kaynatasına bakarak “ bu düğünü bizden çok siz istediniz, evimizden öte gitmeyen sizdiniz “ deyiverir. Bir istekte çok ısrarcı olup, isteğini elde edenler için “ öte gitmediler “ yani, vazgeçmeyip ısrar ettiler, anlatımı kullanılırdı.
Bu hikayenin yaşandığı devirlerde, kadınların, bilhassa, gelinlerin kaynataları ve babaları yanında konuşmaları, onlarla beraber sofraya oturmaları, kocaları ile konuşmaları mümkün olmayan şeylerdi. Hal böyle olunca, bu kişilere karşı cevap vermeleri, tartışma yapmaları (böyle durumlara “ yanşılama” denirdi) hiç yaşanmamış, alışık olunmayan durumlardı. Taze gelin, nasıl olduysa, öfkeli kaynatasına karşı “ yanşılamada “ bulunmuş ve onların kusurlu olduğunu belirten sözünü söylemişti. Beklemediği bir söz duyan Zincirci Mahmut Ağa, bir an duraklar, şaşkınlık içine düşer, kanı beynine sıçramış, öfkesi kontrol edilemez bir hal almıştır. Gelinine doğru döner ve “ senin dilin var da konuşurmusun? “ diyerek elinde tuttuğu, hayvanların yüklerinden çözülen uzun kendir ip (örken denir) yumağını gelinin sırtına doğru olanca gücü ile vurur. Sert ve uzun kendir ip yumağı, gelinin sırtı ve omzuna adeta balyoz gibi değer. İpin düğüm yapılmış bir ucu, yumak ortasından dışarı doğru uzanmış olduğundan, omuza çarpma sırasında gelinin yüzüne uzanır ve tam gözüne çarpar.
Gonca gelin Zeynep “ anam yandım “ demesi ile birlikte yere düşmüştür. Yüzünü kaplayan elleri arasından kanlar boşalmakta, feryatlar figana dönüşmektedir. Gelinin ellerini araladıklarında, o gözünün çarpma anında parçalandığını ve eller arasına aktığını fark ederler. Herkes çaresiz ve panik halindedir. Bir taraftan yaranın sarılmasına çalışılmakta, bir taraftan Mahmut Ağa suçlanmaktadır. Bilinemeyen şey ise bundan sonra neler olacağı, kafilenin yola nasıl devam edeceği ? konusudur.
(devam edecek…)
NOT: Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntıları yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duygularını bu şiirle ifade etmiş oldum….
Ecelin sillesi, değdi bu cana,
Şikayetim olsun, alın yazımdan.
Selamım söylensin, yaslı anama,
Meleğim dediği, nazlı kızından
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
( ECELİN SİLLESİ DEĞDİ BU CANA )
Kazancı coğrafyasında bulunan yaylaları ve dağları görmek ve tespitlerimize yazılarımızda yer vererek, çevremizi genç kuşaklara aktarmak için başlattığımız çalışmalarımıza “ gidip görmediğimiz yerler bizim değildir “ diyerek devam ediyorduk. Gezi planımıza göre, kasabamızın batı bölgesindeki Popas yaylasında bulunan ve bizim için tarihi bir yer olan Yüksek Eğrik tepesine doğru yola çıkmıştık. Ekibimizin rehberi, gençlik yıllarını bu yaylalarda geçirmiş olan eski çoban Hasan Ali kardeşimizden başkası değildi.
Çömlekçi düzlüğünde, çocukluk yıllarımızda, Kırkkuyu harmanlarından hayvanlarla yük çektiğimiz gidiş-gelişlerimizi konuşarak ilerlerken, her zaman uzaktan görülen “ Kovanlık Ardıcı “ hala gözümüze ilişmemişti. Bu, tarihe tanıklık etmiş ulu ardıcın, insafsız ellerin tuttuğu, acımasız bir motorlu bıçkı tarafından ansızın kesilip yere serildiği ve odun edildiğini duyunca tarif edilemez bir üzüntüye kapıldık. Biraz daha ilerlediğimizde, Karlık kavşağına gelmiştik. Gitmek istediğimiz tepeye ulaşabilmek için, ana yoldan sağa (Kuzeye) sapan dar yola koyulduk.
Yorulanların teklifi ile biraz dinlenmek için yaşlı bir ladin ağacının koyu gölgesine toplandık. Bulunduğumuz yerden bira aşağıda, ağaç ve çalılar arasından görülebilen kırmızı topraklı, küçük bir düzlük dikkatimizi çekti. Rehberimiz, bu düzlüğe “ Gelin Mezarı “ dendiğini söyledi. Düzlüğün yer yer kazılmış olmasını da “ buraya bir gelin defnedilmiş, hatta, mücevherleriyle birlikte gönülmüş olduğu dilden dile dolaştığından, gelip geçen define avcıları bu düzlüğü rast gele kazarlar “ diye konuşmasını tamamladı.
Ekibimizle birlikte yürüyüşümüze devam ettik. Fakat, benim aklım bu hazin öykünün ayrıntılarının neler olabileceği ? hususlarına takılıp kalmıştı. Gezi sonrası, yaşlı kişilerle konuşarak bu “ Gelin Mezarı” öyküsünü ile geline ait “ Mücevherlerin Sırrını “ biraz olsun aydınlatmaya çalıştım.
Hikayemiz, asırlar önce, yaylalara Gülnarlıların hakim olduğu ve göçlerin Doğudan (Gülnar) Batıya doğru ( Akkuyu, Kabalak, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları istikametinde) yapılmakta olduğu devirlerde yaşanmış hazin bir aşka dayanıyordu. Gülnarlı zengin bir kişi olan Zincirci Mahmut Ağa isimli kişi, sürüleri ve ailesiyle birlikte her yaz bu yaylalara göçerdi. Sürülerini çobanları otlatır, oğlak ve kuzularını kendi çocukları güderdi. Oğlak sürüsünü güden oğlu, otlaklarda ve kuyu başlarında karşılaştığı Nadire yöresinden varlıklı bir çobanın kızı olan Zeynep ile tanışır. Bu kızda kendi sürülerinin oğlaklarını otlatmaktadır.
Bu tanışma ve karşılaşmalar birkaç yıl devam eder. Genler arasında duygusal bir yakınlaşma, o zamanın deyimleri ile “ gönül düşmesi, vurulma, yanma” yaşanmaya başlamıştır. Nihayet, evlenme fikri aklına düşen oğlan, ırgat ve çobanlarını zincir demeti ile dövmesiyle tanınan babasına ve annesine bu fikrini duyurur. Mahmut Ağa, bu olayı ilk duyduğundan itibaren şiddetle karşı çıkar ve oğlunun kendi yöresinden veya obasından bir kızla evlenmesi gerektiğini belirtir.
Geçen zaman içinde, gençler arasındaki sevda artarak devam eder. Ağanın aile çevresinden teklif edilen gelin adayları, oğlan tarafından geri çevrilir. Bu aşkı en yoğun şekilde yaşayan oğlandır. Zaman içinde umutsuzluğa kapılan gencimiz yemeden ve içmeden kesilerek bir iğne bir iplik gibi olur. Bu gidişin kötüye varacağını sezen oğlanın annesi, kocasına “ bey, oğlumuzun bu sevda nedeniyle ince hastalığa (verem) yakalanmasından korkuyorum “ diyerek baskı yapmaya başlar.
Bir zaman sonra, oğlunun bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayan Mahmut Ağa, istemeyerek de olsa, oğlunun köylü kızı Zeynep ile evlenmesini kabullenmek zorunda kalır. Hatırlı kişilerden bir heyet teşkil edilerek, kız evine “isteyici” gönderilir. Kız babası da bu işe karşı çıkar. Kızlarına düşüncesi sorulduğunda “ ben bilmem, babam ne derse o olur” şeklinde yuvarlak bir cevap alırlar. İsteyicileri hemen reddetmeyen kızlarının, bu sevdada payı olduğu düşünülür ve birkaç defa daha isteyici geldikten sonra kızlarını verirler.
Mevsim yaz, her iki aile de yaylalardaki obalarında göçülüdür. Bu şartlarda düğün yapılamayacağı hususunda anlaşırlar. Düğün, sonbaharda taraflar köylerine döndükten sonra, oğlan evi birkaç kişi ile Gülnar’dan gelin almak için tekrar kızın köyüne gelecekler ve düğün sonrası gelini yanlarına alarak geri döneceklerdir. Düğün hazırlıklarına, dokuma ve örme, işleme ve ziynet eşyaların tedarikine hemen başlanmıştır.
Son bahar gelmiş, otlar sararmış, geceleri araziye “ çiy - kırağı “ düşmeye başlamıştır. Bunun anlamı, obanın köye dönüş yolculuğuna başlama zamanının geldiğidir. Mahmut Ağa, obasını toparlayıp dönüş yoluna düşmüş, çobanlarını bir ay daha yaylalarda kalmaları için yeterli azıklarıyla birlikte Yüksek Eğrik tepesinde bırakmıştır. Köyüne vardıktan hemen sonra geri dönecek olması, sinirlerini yıpratmakta, bunların nedeni olarak, lüzumsuz bir sevdaya kapılan oğlunu suçlamaktadır.
Göç katarı yorucu bir yolculuktan sonra Gülnar’a döner. Kısa bir hazırlık sonrası, aileden birkaç kişi düğün yapmak ve gelin almak için geri dönerler. Bu duruma, halk dilinde “ dizlerinin üstüne geri dönmek” denir. Oğlan evi kafilesi, kız evinin bulunduğu dağ köyüne ulaşmış ve düğün hemen başlamıştır. Oğlanın ve kızın çeyizleri sergilenir (asbap kesilmesi ), Ağanın şanına yakışır takılar takılır, keçi ve koyunlar kurban edilir, ahaliye yemekler verilir. Gelin kızın ayakkabısı, babası tarafından giydirilir ve kuşağı bağlanır. Kızın annesi ve kardeşleri başta olmak üzere, tüm köy halkı gözyaşları ile kızlarını yolcu ederler. Kolay değil, obalarının ve köylerinin biricik kızları, kara gözlü kuzuları “ aşı memlekete” yani, çok uzak diyarlara gidiyordu. O’nu, yılda bir kez, ancak, yaz mevsiminde yayladaki yeni obasında görebileceklerdi.
Havaların iyice sertleşmeye başlaması ve her an kar yağışının başlayabileceği endişesi ile bir ikindi üstü gelin alma kafilesi dönüş yoluna koyulur. Yüksek dağlar, kara tutulmadan aşılması gerektiği, gecenin yolda bir yerde geçirileceği konuşulur. Kafile, çeyizler yüklü hayvanlar ve yaya kişilerle hızlı bir yürüyüşle ormanları, dereleri geçer, Popas yaylasından Karakovanlık boğazına doğru aşarlar. Şimdiki, Gelin Mezarı denilen yere gelindiğinde, hava iyice kararmış, kulakları sağır eden gök gürlemeleri ve gözleri kör eden şimşekler altında, bir de sulu sepkene (yağmu-kar ve dolu karışımı yağış) tutulduklarından, yola devam etmeleri zorlaşmıştır. Kısa süreli bir molaya karar verilir. Hayvanların yükü indirilir (yıkılır) ve ağaç altlarına çekilir, çeyizler yağmura karşı korumaya alınır, insanlar kendilerine kuytu bir ağaç altı veya taş altı bulmaya çalışırlar. Bu telaş ve yorgunluk arasında, yapılan bunca masraf ve çekilen eziyetlerden oldukça sinirlenmiş olan Mahmut Ağa, oğluna hakaretlere başlayarak “ pis bir inadın yüzünden ne hallere düştük, sana yazıklar olsun “ şeklinde söylenmeye başlar.
Anne ve babasından, yakınlarından, sevenlerinden ve yurdundan, köyünden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin üzüntüyü yaşamakta olan taze gelin bu sözler karşısında sessiz kalamaz. Bu hakaretlerin bir hedefi de kendisidir. Taze kocası ve kayın babasının ( o zamanlar “emmi” veya “kaynata” denirdi ) yanına yaklaşır ve kaynatasına bakarak “ bu düğünü bizden çok siz istediniz, evimizden öte gitmeyen sizdiniz “ deyiverir. Bir istekte çok ısrarcı olup, isteğini elde edenler için “ öte gitmediler “ yani, vazgeçmeyip ısrar ettiler, anlatımı kullanılırdı.
Bu hikayenin yaşandığı devirlerde, kadınların, bilhassa, gelinlerin kaynataları ve babaları yanında konuşmaları, onlarla beraber sofraya oturmaları, kocaları ile konuşmaları mümkün olmayan şeylerdi. Hal böyle olunca, bu kişilere karşı cevap vermeleri, tartışma yapmaları (böyle durumlara “ yanşılama” denirdi) hiç yaşanmamış, alışık olunmayan durumlardı. Taze gelin, nasıl olduysa, öfkeli kaynatasına karşı “ yanşılamada “ bulunmuş ve onların kusurlu olduğunu belirten sözünü söylemişti. Beklemediği bir söz duyan Zincirci Mahmut Ağa, bir an duraklar, şaşkınlık içine düşer, kanı beynine sıçramış, öfkesi kontrol edilemez bir hal almıştır. Gelinine doğru döner ve “ senin dilin var da konuşurmusun? “ diyerek elinde tuttuğu, hayvanların yüklerinden çözülen uzun kendir ip (örken denir) yumağını gelinin sırtına doğru olanca gücü ile vurur. Sert ve uzun kendir ip yumağı, gelinin sırtı ve omzuna adeta balyoz gibi değer. İpin düğüm yapılmış bir ucu, yumak ortasından dışarı doğru uzanmış olduğundan, omuza çarpma sırasında gelinin yüzüne uzanır ve tam gözüne çarpar.
Gonca gelin Zeynep “ anam yandım “ demesi ile birlikte yere düşmüştür. Yüzünü kaplayan elleri arasından kanlar boşalmakta, feryatlar figana dönüşmektedir. Gelinin ellerini araladıklarında, o gözünün çarpma anında parçalandığını ve eller arasına aktığını fark ederler. Herkes çaresiz ve panik halindedir. Bir taraftan yaranın sarılmasına çalışılmakta, bir taraftan Mahmut Ağa suçlanmaktadır. Bilinemeyen şey ise bundan sonra neler olacağı, kafilenin yola nasıl devam edeceği ? konusudur.
(devam edecek…)
NOT: Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntıları yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duygularını bu şiirle ifade etmiş oldum….
Ecelin sillesi, değdi bu cana,
Şikayetim olsun, alın yazımdan.
Selamım söylensin, yaslı anama,
Meleğim dediği, nazlı kızından
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
GELİN MEZARI VE MÜCEVHERLERİN SIRRI – (2)
( Gelin Mezarını Yazmak İstedim )
Hikayemizin birinci bölümünün sonunda, taze ve bahtsız gelin Zeynep, yüzünü elleri arasına almış ve sadece “ yandım anam !! “ diyebilmiş, patlayan sağ gözü ellerinin arasındaki kanlarla birlikte avuçlarına akmış, kafile bir panik havasında feryadı figan etmekte, Mahmut Ağa ise sinirden kendisini kaybetmiş halde, çevredeki çalı ve taşları tekmelemekteydi. Doğal olarak, düğün ekibinde kız evinden kimse yoktu. Orada bulunan insanlar, gelinin başına toplanmış, bir yandan ağıtlar yakarken, diğer yandan, akan kanı durdurmak ve yarayı tedavi edici işlemler yapmak derdine düşmüşlerdi. Yaralanmalarda alınabilecek en uygun ve bilinen tedbir, bir bez (çapıt) parçasının ateşte yakılması sonunda elde edilecek olan küllerin yara üzerine bastırılıp üzerinin sarılması olduğundan, bazı kişiler de ateş yakmak derdine düşmüşlerdi.
Mahmur Ağa, kısa süren şaşkınlık ve öfkesinin ardından “ bundan sonra ne yapmalıyım ? “ sorusunun cevabını aramaya başladı. Bu halde, dağların aşılması ve Gülnar köylerine ulaşılması çok zordu. Ayrıca, bir gözü kör olmuş olan bu gelinin çevrelerinde kabul göreceğinden de endişeliydi. Zaten, kendisi bu evliliğe başından beri karşıydı. Bu durumu değerlendirerek yol yakınken gelinden kurtulmaları gerektiğine karar verdi. Ekipte bulunan hatırlı birini yanına çağırarak, düşündüklerini anlattı ve sonuç olarak “ bir kaç kişi ile gelin geriye (köyüne) götürülecek, ailesine teslim edilerek gelinecek ve kafile ondan sonra birlikte dönüş yoluna devam edecek “ şeklindeki kararını bildirdi. Bu sözleri duyan ve talimatı alan kişi şaşkınlık içinde geri döndüğünde, gelin Zeynep dahil herkes durumu anlamaya başlamıştı.
Zeynep gelin kendisini biraz toparladıktan sonra, ailesine geri götürülmesi fikrine kesinlikle karşı olduğundan, bir günlük kocasına hitaben “ beni köyüme geri götürmeyin, annem ve babamın zaten bellerinin ipliği kopmuş durumda, onları hepten mezara sokmayın “ diyerek yalvarmaya başladı. Kendisinin ölmesi veya yaşamasının artık önemli olmadığını, öldürülüp bir kaya boşluğuna (gandak) atmaları, Gülnar’a götürüp başka bir diyarlara vermeleri, bahar gelince de ailesin “hastalanıp aniden öldü” denilerek bir mezar gösterilmesini sözlerine ekledi. Bu sözlere insafsız baba Halil Ağa için bir şey ifade etmemişti. Geri dönüş hazırlıklarına sessizce devam edildi. Bu sırada, yaşamakta olduğu acı ve üzüntüler canına “ tak “ demiş olan gelin, “ Halil Ağa, İnşaallah daşlar ve bıçaklar önüne gelirsin, eller içinden uzak olursun, dermansız dertlere düşersin, can veremez Allah’a yalvarırsın “ diyerek, aklına gelen tüm bedduaları (ilençler) sıralıyordu.
Geri dönüş hazırlıklarını tamamlayanlar, gelinin gözden kaybolduğunu fark ederler. Bir ihtiyaç için uzaklaştığını sanıp beklemeye başlanırsa da, gelin geri gelmez. Etrafı dolaşırken, ilerdeki bir ladin ağacının dalında, boğazına geçmiş kendir ipinin ucunda sallanmakta olan gelini görürler. Bedeni cansızdır artık.. Kadersiz gelin, ailesinin kendisini o halde görerek ikinci bir üzüntü ve acı ortamına sürüklenmesini önlemek için kendi canına kıymıştır. Düğün alayı ve Ağa için işler kolaylaşmış olur. Kadersiz gelin Zeynep, konaklama yerinin hemen altındaki bu kırmızı topraklı düzlüğe gömüldükten sonra, Gülnar dönüş yolculuğu gelinsiz olarak tekrar başlar.
Bahar gelmiş ve göç katarları, Kırkkuyu yaylalarındaki yurt yerlerine (obalar) ulaşmak için yola çıkmışlardır. Halil Ağa, obası mensupları ve oymağına sıkı sıkıya tembihde bulunarak, “ olanların gizlenmesini, gelinin kış mevsiminde, aniden hastalanıp öldüğü ve mezarının Gülnar köyünde olduğu “ şeklinde yapacakları açıklamaların desteklenmesini ister. O zamanlar şimdiki gibi telefon, mektup veya internet olanakları yoktu. Yaz sonunda vedalaşarak ayrı yönlere, yani kışlık köylerine geri göçen obalarla ilgili haberler, ilk baharla birlikte, tekrar yaylalarda buluşulduğunda öğrenilirdi.
Halil Ağa ve obası baharla birlikte tekrar Yünsek Eğrik dağı yamaçlarına ve Kırkkuyu yaylasına ulaştı. Gelinin ailesine, kararlaştırıldığı gibi, kızlarının kışın öldüğü ve mezarının köyde olduğu söylendi. Hasretini çektikleri biricik kızlarını oymak içinde göremeyen aile, bu haberle birlikte daha büyük bir üzüntüye düçarmaruz kaldı. Durumda bir gariplik sezilmekteydi. Hiçbir şey gizli kalmaz kuralı yine işledi ve Zeynep gelinin, köyünden ayrıldığı ilk günün akşamı, dönüş yolunda yaralandığı ve kendini ağaca asarak intihar ettiği etrafa yayılmaya başladı. Durum tam olarak öğrenilince, tarif üzerine mezar yerini bulan gözü yaşlı anne ve baba günün imkanlarıyla basit bir mezar yaptırdı. Mezarın başında ağıtlar yaktı, gözyaşı düktü ve “ kaderimiz böyleymiş “ diyerek hayata tutunmaya çalıştı.
Zalim Ağa Halil, bu olayı çabuk unutarak oğlunu obasından bir kızla evlendirdi. Yaşantısına “ bana karadan ölüm olmaz “ diyen nice zalimlere nispet yapar gibi daha havalı bir şekilde devam etti. Bir gün geldi, obada herkesin horladığı, kimsesiz olduğu için itilip kakılan ve “ pasaklı Dudu “ adıyla bilinen bir kadın, kendisini aşağılayan ve küfürler eden Halil Ağa’ya doğru, elindeki bir taşı fırlatıverdi. Taş, Ağa’nın çene kemiğine isabet ederek yaralanmasına neden olmuştu. Acı ve kanlar içinde kalan Ağa ve adamları zavallı kadını oracıkta linç ettiler. Ağa’nın yaraları sarıldı, merhemler sürüldü ve geçmiş olsun dilekleri sıralandı. Yara zamanla kapanır, beklide izi bile kalmazdı. Fakat, bilinmeyen şey, çene kemiğinde ezilme olduğu ve içten içe kemik ve çevresinin kararmaya, iltihaplanmaya başlamış olmasıydı.
Halil Ağanın çenesinde gelişen bozulma ve iltihaplı durum kısa zamanda tüm yüzünü kapladı. Yüzüne bakanların bakışlarını çevirdiği, gören çocukların ağlamaya başladığını gören Ağa, yüzünü bir poşu ile sarmaya başladı. Aile ortamında bile tabak ve kaşığını ayırdı. Bir yere gittiğinde, ayran veya şerbet ikram edildiğinde kullanmak için bardağını (tas denirdi) yanında taşımaya başladı. Durum gittikçe kötüleşiyordu. Geçmiş zalimliklerini ve Zeynep gelinin ilençlerini hatırlayanlar “ ettiklerini çekiyor “ diyerek, halk dilinde söylenen “ eden bulur “ deyişinin bir kere daha gerçekleştiğini düşünüyorlardı.
İnsanlar içine (eller) çıkamaz hale gelen Zincirci Halil Ağa, köyü ve obası içinde yaşayamayacağına karar vererek, yanına tasını, tabak-kaşık, çamaşır ve para (altınlar) kesesini alarak bir gece sessizce bölgesini terk eder. Araştırmalara ve soruşturmalara rağmen izine rastlanamaz, yüzünü gören ve sesini duyan olmaz. Çok uzaklara gittiğini, hatta, tövbe etmek ve günahlarından arınmak için yürüyerek Hac yoluna düştüğünü, bu yollarda ölmüş olabileceğini düşünenler bile olur. İşte, hikayemize konu olan ve yıllardır gelip geçen definecilerin kazıp durduğu yer, zalim Halil Ağa’nın gelini, anasının nazlı ve kadersiz kuzusu Zeynep gelinin yattığı bu yerdir.
Adı, Gelin Mezarı olarak konan bu küçük düzlük, asırlardır gelip geçen sevenlerin kalbini sızlatırken, bazı aklı evvel olanların “ gelin mücevherleriyle birlikte gömülmüş “ şeklindeki uydurma sözleri üzerinde de mezar kazıcıların hedefi olmuştur. Bu evliliğe başından itibaren karşı olan, düğün sırasında ve sonrasında bile, çekilen zahmetler ile harcamalar için oğluna hakaretler etmeye devam eden Halil Ağa’nın, geline istemeyerek taktığı altınları, gelinle birlikte mezara koyması ise asla olmayacak bir olaydır. Coğrafyamızın tarihi ve kültürüne sahip çıkılması, gelecek kuşaklara aktarılması çalışmalarına devam edilmesi ve kadersiz gelinin mezarında rahat uyumasına müsaade edilmesi dileğimizle…..
(Gelecek hafta başka bir hikayede buluşmak üzere….)
NOT : Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntılarını yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duyguları bu şiirle ifade etmiş oldum…. Bu şiirden son kıtayı tekrarlayalım….
Duydum, bu öyküyü, yazmak istedim,
Aşkın bir resmini çizmek istedim.
Kazılmasın diye, Gelin Mezarı,
Mücevher sırrını, çözmek istedim
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
AÇIKLAMA : Kitap olarak basılmasını planladığımız “Kazancı ve Kazancılılar Hakkında Bilmek İstediğimiz Her Şey “ isimli kitap hazırlık arşivinde yer alan konuları yayınlamaya devam ediyoruz. Bazı konular (tarih, coğrafya, dil-kültür)da “ kazancili.com “ sitesinde yayınlanmaktadır. Ayrıca, “arnava.net “ sitesini de izleyebilirsiniz. Bu yazıların ve diğer güncel/ulusal konularla ilgili araştırma konularının hepsine “ nacisozen.blogspot.com “ sitesinden, Yazı-Yorum adıyla ulaşabilirsiniz.
Listemizde yayınlanmayı bekleyen Kazancı Hikayelerinden bir kaçı şöyle ;
- Bağdat ve Basra Zindanlarında Bir Kazancılı
- Kazancılı “ Uçan Süvari” Mehmet Çavuş’un Hikayesi,
- Kazancılı Dağ Korumacıları ve Mavzerlerin Öyküsü
- Kazancı Yaylalarının Son Süvarisi
- Afyon Cephesinde Kazancılılar
- Hastane Önünde İncir Ağacı
- Kırkkuyu Yaylasının Son Gülnarlısı
- Kanlı Sayın İzleri ve Çobanları Hikayesi
- Kaş Yaylasında Bir Kazancılı Dövüldü
- Basmane Garında koşuşan Çarıklı Kazancılılar
- V.s.
( Gelin Mezarını Yazmak İstedim )
Hikayemizin birinci bölümünün sonunda, taze ve bahtsız gelin Zeynep, yüzünü elleri arasına almış ve sadece “ yandım anam !! “ diyebilmiş, patlayan sağ gözü ellerinin arasındaki kanlarla birlikte avuçlarına akmış, kafile bir panik havasında feryadı figan etmekte, Mahmut Ağa ise sinirden kendisini kaybetmiş halde, çevredeki çalı ve taşları tekmelemekteydi. Doğal olarak, düğün ekibinde kız evinden kimse yoktu. Orada bulunan insanlar, gelinin başına toplanmış, bir yandan ağıtlar yakarken, diğer yandan, akan kanı durdurmak ve yarayı tedavi edici işlemler yapmak derdine düşmüşlerdi. Yaralanmalarda alınabilecek en uygun ve bilinen tedbir, bir bez (çapıt) parçasının ateşte yakılması sonunda elde edilecek olan küllerin yara üzerine bastırılıp üzerinin sarılması olduğundan, bazı kişiler de ateş yakmak derdine düşmüşlerdi.
Mahmur Ağa, kısa süren şaşkınlık ve öfkesinin ardından “ bundan sonra ne yapmalıyım ? “ sorusunun cevabını aramaya başladı. Bu halde, dağların aşılması ve Gülnar köylerine ulaşılması çok zordu. Ayrıca, bir gözü kör olmuş olan bu gelinin çevrelerinde kabul göreceğinden de endişeliydi. Zaten, kendisi bu evliliğe başından beri karşıydı. Bu durumu değerlendirerek yol yakınken gelinden kurtulmaları gerektiğine karar verdi. Ekipte bulunan hatırlı birini yanına çağırarak, düşündüklerini anlattı ve sonuç olarak “ bir kaç kişi ile gelin geriye (köyüne) götürülecek, ailesine teslim edilerek gelinecek ve kafile ondan sonra birlikte dönüş yoluna devam edecek “ şeklindeki kararını bildirdi. Bu sözleri duyan ve talimatı alan kişi şaşkınlık içinde geri döndüğünde, gelin Zeynep dahil herkes durumu anlamaya başlamıştı.
Zeynep gelin kendisini biraz toparladıktan sonra, ailesine geri götürülmesi fikrine kesinlikle karşı olduğundan, bir günlük kocasına hitaben “ beni köyüme geri götürmeyin, annem ve babamın zaten bellerinin ipliği kopmuş durumda, onları hepten mezara sokmayın “ diyerek yalvarmaya başladı. Kendisinin ölmesi veya yaşamasının artık önemli olmadığını, öldürülüp bir kaya boşluğuna (gandak) atmaları, Gülnar’a götürüp başka bir diyarlara vermeleri, bahar gelince de ailesin “hastalanıp aniden öldü” denilerek bir mezar gösterilmesini sözlerine ekledi. Bu sözlere insafsız baba Halil Ağa için bir şey ifade etmemişti. Geri dönüş hazırlıklarına sessizce devam edildi. Bu sırada, yaşamakta olduğu acı ve üzüntüler canına “ tak “ demiş olan gelin, “ Halil Ağa, İnşaallah daşlar ve bıçaklar önüne gelirsin, eller içinden uzak olursun, dermansız dertlere düşersin, can veremez Allah’a yalvarırsın “ diyerek, aklına gelen tüm bedduaları (ilençler) sıralıyordu.
Geri dönüş hazırlıklarını tamamlayanlar, gelinin gözden kaybolduğunu fark ederler. Bir ihtiyaç için uzaklaştığını sanıp beklemeye başlanırsa da, gelin geri gelmez. Etrafı dolaşırken, ilerdeki bir ladin ağacının dalında, boğazına geçmiş kendir ipinin ucunda sallanmakta olan gelini görürler. Bedeni cansızdır artık.. Kadersiz gelin, ailesinin kendisini o halde görerek ikinci bir üzüntü ve acı ortamına sürüklenmesini önlemek için kendi canına kıymıştır. Düğün alayı ve Ağa için işler kolaylaşmış olur. Kadersiz gelin Zeynep, konaklama yerinin hemen altındaki bu kırmızı topraklı düzlüğe gömüldükten sonra, Gülnar dönüş yolculuğu gelinsiz olarak tekrar başlar.
Bahar gelmiş ve göç katarları, Kırkkuyu yaylalarındaki yurt yerlerine (obalar) ulaşmak için yola çıkmışlardır. Halil Ağa, obası mensupları ve oymağına sıkı sıkıya tembihde bulunarak, “ olanların gizlenmesini, gelinin kış mevsiminde, aniden hastalanıp öldüğü ve mezarının Gülnar köyünde olduğu “ şeklinde yapacakları açıklamaların desteklenmesini ister. O zamanlar şimdiki gibi telefon, mektup veya internet olanakları yoktu. Yaz sonunda vedalaşarak ayrı yönlere, yani kışlık köylerine geri göçen obalarla ilgili haberler, ilk baharla birlikte, tekrar yaylalarda buluşulduğunda öğrenilirdi.
Halil Ağa ve obası baharla birlikte tekrar Yünsek Eğrik dağı yamaçlarına ve Kırkkuyu yaylasına ulaştı. Gelinin ailesine, kararlaştırıldığı gibi, kızlarının kışın öldüğü ve mezarının köyde olduğu söylendi. Hasretini çektikleri biricik kızlarını oymak içinde göremeyen aile, bu haberle birlikte daha büyük bir üzüntüye düçarmaruz kaldı. Durumda bir gariplik sezilmekteydi. Hiçbir şey gizli kalmaz kuralı yine işledi ve Zeynep gelinin, köyünden ayrıldığı ilk günün akşamı, dönüş yolunda yaralandığı ve kendini ağaca asarak intihar ettiği etrafa yayılmaya başladı. Durum tam olarak öğrenilince, tarif üzerine mezar yerini bulan gözü yaşlı anne ve baba günün imkanlarıyla basit bir mezar yaptırdı. Mezarın başında ağıtlar yaktı, gözyaşı düktü ve “ kaderimiz böyleymiş “ diyerek hayata tutunmaya çalıştı.
Zalim Ağa Halil, bu olayı çabuk unutarak oğlunu obasından bir kızla evlendirdi. Yaşantısına “ bana karadan ölüm olmaz “ diyen nice zalimlere nispet yapar gibi daha havalı bir şekilde devam etti. Bir gün geldi, obada herkesin horladığı, kimsesiz olduğu için itilip kakılan ve “ pasaklı Dudu “ adıyla bilinen bir kadın, kendisini aşağılayan ve küfürler eden Halil Ağa’ya doğru, elindeki bir taşı fırlatıverdi. Taş, Ağa’nın çene kemiğine isabet ederek yaralanmasına neden olmuştu. Acı ve kanlar içinde kalan Ağa ve adamları zavallı kadını oracıkta linç ettiler. Ağa’nın yaraları sarıldı, merhemler sürüldü ve geçmiş olsun dilekleri sıralandı. Yara zamanla kapanır, beklide izi bile kalmazdı. Fakat, bilinmeyen şey, çene kemiğinde ezilme olduğu ve içten içe kemik ve çevresinin kararmaya, iltihaplanmaya başlamış olmasıydı.
Halil Ağanın çenesinde gelişen bozulma ve iltihaplı durum kısa zamanda tüm yüzünü kapladı. Yüzüne bakanların bakışlarını çevirdiği, gören çocukların ağlamaya başladığını gören Ağa, yüzünü bir poşu ile sarmaya başladı. Aile ortamında bile tabak ve kaşığını ayırdı. Bir yere gittiğinde, ayran veya şerbet ikram edildiğinde kullanmak için bardağını (tas denirdi) yanında taşımaya başladı. Durum gittikçe kötüleşiyordu. Geçmiş zalimliklerini ve Zeynep gelinin ilençlerini hatırlayanlar “ ettiklerini çekiyor “ diyerek, halk dilinde söylenen “ eden bulur “ deyişinin bir kere daha gerçekleştiğini düşünüyorlardı.
İnsanlar içine (eller) çıkamaz hale gelen Zincirci Halil Ağa, köyü ve obası içinde yaşayamayacağına karar vererek, yanına tasını, tabak-kaşık, çamaşır ve para (altınlar) kesesini alarak bir gece sessizce bölgesini terk eder. Araştırmalara ve soruşturmalara rağmen izine rastlanamaz, yüzünü gören ve sesini duyan olmaz. Çok uzaklara gittiğini, hatta, tövbe etmek ve günahlarından arınmak için yürüyerek Hac yoluna düştüğünü, bu yollarda ölmüş olabileceğini düşünenler bile olur. İşte, hikayemize konu olan ve yıllardır gelip geçen definecilerin kazıp durduğu yer, zalim Halil Ağa’nın gelini, anasının nazlı ve kadersiz kuzusu Zeynep gelinin yattığı bu yerdir.
Adı, Gelin Mezarı olarak konan bu küçük düzlük, asırlardır gelip geçen sevenlerin kalbini sızlatırken, bazı aklı evvel olanların “ gelin mücevherleriyle birlikte gömülmüş “ şeklindeki uydurma sözleri üzerinde de mezar kazıcıların hedefi olmuştur. Bu evliliğe başından itibaren karşı olan, düğün sırasında ve sonrasında bile, çekilen zahmetler ile harcamalar için oğluna hakaretler etmeye devam eden Halil Ağa’nın, geline istemeyerek taktığı altınları, gelinle birlikte mezara koyması ise asla olmayacak bir olaydır. Coğrafyamızın tarihi ve kültürüne sahip çıkılması, gelecek kuşaklara aktarılması çalışmalarına devam edilmesi ve kadersiz gelinin mezarında rahat uyumasına müsaade edilmesi dileğimizle…..
(Gelecek hafta başka bir hikayede buluşmak üzere….)
NOT : Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntılarını yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duyguları bu şiirle ifade etmiş oldum…. Bu şiirden son kıtayı tekrarlayalım….
Duydum, bu öyküyü, yazmak istedim,
Aşkın bir resmini çizmek istedim.
Kazılmasın diye, Gelin Mezarı,
Mücevher sırrını, çözmek istedim
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
AÇIKLAMA : Kitap olarak basılmasını planladığımız “Kazancı ve Kazancılılar Hakkında Bilmek İstediğimiz Her Şey “ isimli kitap hazırlık arşivinde yer alan konuları yayınlamaya devam ediyoruz. Bazı konular (tarih, coğrafya, dil-kültür)da “ kazancili.com “ sitesinde yayınlanmaktadır. Ayrıca, “arnava.net “ sitesini de izleyebilirsiniz. Bu yazıların ve diğer güncel/ulusal konularla ilgili araştırma konularının hepsine “ nacisozen.blogspot.com “ sitesinden, Yazı-Yorum adıyla ulaşabilirsiniz.
Listemizde yayınlanmayı bekleyen Kazancı Hikayelerinden bir kaçı şöyle ;
- Bağdat ve Basra Zindanlarında Bir Kazancılı
- Kazancılı “ Uçan Süvari” Mehmet Çavuş’un Hikayesi,
- Kazancılı Dağ Korumacıları ve Mavzerlerin Öyküsü
- Kazancı Yaylalarının Son Süvarisi
- Afyon Cephesinde Kazancılılar
- Hastane Önünde İncir Ağacı
- Kırkkuyu Yaylasının Son Gülnarlısı
- Kanlı Sayın İzleri ve Çobanları Hikayesi
- Kaş Yaylasında Bir Kazancılı Dövüldü
- Basmane Garında koşuşan Çarıklı Kazancılılar
- V.s.
4 Kasım 2007 Pazar
Kırkkuyu'da Gezen Öğrek
KIRKKUYU’DA GEZEN ÖĞREK
. Kızıl toprak gayraktan,
. Pul yaparım bayraktan,
. Dede öğretmen bir kız sevmiş,
. Kırkkuyu’da gezen öğrekten…
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Yakımın yakıcısı (Maninin Ozanı ) kasabamızın gelmiş geçmiş en ünlü ve kabiliyetli şairi (Yakımcı ) olan Kazancı / Yukarı Mahalleli Sinan’ın Çolak (Çolak Hasan / ŞENSES )’den başkası değildir. Yakımda geçen “ öğrek “ kelimesi, Kazancı diline has bir kelime olup, eskiden, atların otlaması için, ücretli bir at çobanı kontrolünde, köyün tüm atlarının Kırkkuyu yaylasına gönderilmesi durumlarında, bu at sürüsüne verilen addır. Bir ayrıntı olarak, bizim çocukluğumuzda, civar şehirlerde ortaya çıkan bulaşıcı bir at hastalığı sırasında, bizim atların bu hastalığa yakalanmaması için, tüm atların kış mevsimine girerken yaylalara toplu olarak, adeta hastalıktan kaçırılıp gizlendiğini de belirteyim.
Zaman 1948 yılı, Türkiye çok partili döneme geçiş hazırlığında, 2. Dünya Savaşı sonrası, tüm dünyada bir özgürlük rüzgarı esmekte, Marshal yardımı yağıyor ve insanlarımız bu refah dalgasından faydalanma hazırlığındadır. Mevsim ilkbahar sonu ve Haziran ayına girilmiş, Kazancının ünlü çobanları Yurt yerlerine göçmüşler, yaylalarımız, obalar, obacılar, çobanların keçi ve oğlak sürüleri, çanlar ve kaval sesleri, çoban köpeklerinin hırlamaları ve kuşların şarkılarıyla adeta bir ses ve renk cünbüşü yaşamaktadır.
Bu yakımı ve öyküsünü bize anlatan eski obacımız, o günlerde 8-10 yaşlarında bir çocuktur. Ailesinin en büyük kızı ve çok sayıda davarları (keçiler) olması nedeniyle, hem mallarına ve sütlerine sahip çıkması, hem de obacılık kültürünü öğrenmesi için komşularının yetişmiş “ obacı kızı “ ablasına emanet edilerek, onun denetimi ve korumasında, en küçük obacı sıfatını kazanmış durumdadır. Oğlakların, Çömlekçi ve Tozlu pınarlarına, akşam saatlerinde sulamaya getirilmesinde, ablasına sıklıkla arkadaşlık etmektedir.
Bu yıllarda, İvriz Öğretmen okulunda okuyan gençler, okullarından mezun olmuşlar ve bunlardan Merhum Dede Uğuz, köyümüze öğretmen/müdür olarak atanmıştır. Kendisi, cesur, atak ve boylu boslu bir delikanlı olup, ilk devlet memurlarından olması nedeniyle de genç kızların gözdesi durumundadır. Kazancı İlkokulunda, 1924 yılından beri öğretmen/müdür olarak görev yapmış olan efsane hoca Ermenekli Merhum Sami ÖZTAŞ’dan görevi devralmıştır.
Küçük obacımız ana evinden ayrılalı bir aydan fazla bir zaman geçmiştir. Bir mahzun durduğunu fark edenler ablaları, anne ve babasını görmesi için bir öğle vakti onu yola çıkarmışlar ve “ bu yoldan doğru gidersen köyü bulursun, evinizde yat ve yarın obacılarla tekrar buraya gel “ diyerek yola çıkarmışlardır. Karakovanlık boğazındaki ürpertici manzara, kuşların ani çığlıkları ve ağaçların hışırtısı altında yolun hemen bitmesi için adımlarını artırarak yürüyen kızımız, içinden de “ ah, karşımdan bir insan gelse “ diye de geçirmektedir. Bir kişi ile karşılaşsa, korkuları biraz dağılacak ve bir müddet daha korkmadan yol alabilecektir. Dönmenin Başına gelerek köyünü görmesi için daha çok yürümesi gerekmektedir.
Bir sağa bir sola bakarak tozlu yolda ilerlemekte olan kızımız, köy tarafından bir kişinin geldiğini görür. Korkuları dağılmış ve biraz olsun cesaretlenmiştir. Karşısından gelen kişi, o günlerin Kırkkuyu korumacısı (deşduvanı) olan Sinan’ın Çolak emmisidir. Erzak almak için köye gelmiş olan korumacı, hava kararmadan görev yerine varmak için dönüş yolundadır. Karşı karşıya geldiklerinde her ikisi de durur. Yakımcımız “ kızım sen kimin kızısın, hangi obadasın ? “ diye sorar. Kızımız kendini tanıtır ve çobanını söyler. Yakımcının öğrenmek istediği oba onun obasıdır.. Oğlakları sulamaya nereye getirdiklerini, kimlerin sulamaya getirdiğini de sorar. Kızımız hepsini anlatır ve ablası ile kendisinin de oğlak sulamaya geldiğini söyler. İsmi belli olan obacı ablasını duyan yakımcı “ oğlak sulama sırasında yanınıza birisi gelir mi, kimseyi gördün mü ? “ diye sorar. Kızımız, kimseyi görmediğini, sulama sonrası, ablasının kendisini oğlaklarla bırakarak biraz uzaklaştığını, sonra geri geldiğini ve obalarına döndüklerini anlatır.
Yakımcımız, köyde duyduğu söylentileri bu küçük kıza doğrulatmış olduğundan, “bak kızım” diye söze başlayarak bu maniyi söyleyiverir. Bu mani ve konuşmalardan bir şey anlamayan kız ve korumacı emmisi ayrılırlar ve herkes kendi yönüne ve yola koyulur. Daha sonraları, küçük kızımız, oğlak sulamaya geldikleri obanın en güzel kızı ablası ile zamanın gözde genci Dede Öğretmenin bir birine aşık olduklarını, ( döndüklerini ), yani, sevdalanıp, gönüllerinin kaydığını, oğlak sulama sonrası Çömlekci’ye gelen gencimizin kızla buluşup görüştüğünü, bu görüşme sıralarında, oğlakları kendisinin oyalaması için görevlendirildiğini öğrenir.
Kazancı yaylalarındaki “ Obalar ve Obacılar “ konulu araştırmamızı yaptığımız 2006 yılında, bilgisine başvurduğumuz, o eski zamanın küçük obacısı, bize, obacılık kültürü konusunda önemli bilgileri anlatırken, bir anda ve de 57 yıl sonra, bu yakım satırları, hafızasının derinliklerinden öne çıkarak sözlerine yansıyıverdi. Biz de, fırsatı kaçırmayarak bu maniyi ve öyküsünü kayda geçirdik..
( başka bir “ Yakımlar ve Öyküsü “ hikayesinde buluşmak üzere….. )
DERLEYEN ; Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
. Kızıl toprak gayraktan,
. Pul yaparım bayraktan,
. Dede öğretmen bir kız sevmiş,
. Kırkkuyu’da gezen öğrekten…
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Yakımın yakıcısı (Maninin Ozanı ) kasabamızın gelmiş geçmiş en ünlü ve kabiliyetli şairi (Yakımcı ) olan Kazancı / Yukarı Mahalleli Sinan’ın Çolak (Çolak Hasan / ŞENSES )’den başkası değildir. Yakımda geçen “ öğrek “ kelimesi, Kazancı diline has bir kelime olup, eskiden, atların otlaması için, ücretli bir at çobanı kontrolünde, köyün tüm atlarının Kırkkuyu yaylasına gönderilmesi durumlarında, bu at sürüsüne verilen addır. Bir ayrıntı olarak, bizim çocukluğumuzda, civar şehirlerde ortaya çıkan bulaşıcı bir at hastalığı sırasında, bizim atların bu hastalığa yakalanmaması için, tüm atların kış mevsimine girerken yaylalara toplu olarak, adeta hastalıktan kaçırılıp gizlendiğini de belirteyim.
Zaman 1948 yılı, Türkiye çok partili döneme geçiş hazırlığında, 2. Dünya Savaşı sonrası, tüm dünyada bir özgürlük rüzgarı esmekte, Marshal yardımı yağıyor ve insanlarımız bu refah dalgasından faydalanma hazırlığındadır. Mevsim ilkbahar sonu ve Haziran ayına girilmiş, Kazancının ünlü çobanları Yurt yerlerine göçmüşler, yaylalarımız, obalar, obacılar, çobanların keçi ve oğlak sürüleri, çanlar ve kaval sesleri, çoban köpeklerinin hırlamaları ve kuşların şarkılarıyla adeta bir ses ve renk cünbüşü yaşamaktadır.
Bu yakımı ve öyküsünü bize anlatan eski obacımız, o günlerde 8-10 yaşlarında bir çocuktur. Ailesinin en büyük kızı ve çok sayıda davarları (keçiler) olması nedeniyle, hem mallarına ve sütlerine sahip çıkması, hem de obacılık kültürünü öğrenmesi için komşularının yetişmiş “ obacı kızı “ ablasına emanet edilerek, onun denetimi ve korumasında, en küçük obacı sıfatını kazanmış durumdadır. Oğlakların, Çömlekçi ve Tozlu pınarlarına, akşam saatlerinde sulamaya getirilmesinde, ablasına sıklıkla arkadaşlık etmektedir.
Bu yıllarda, İvriz Öğretmen okulunda okuyan gençler, okullarından mezun olmuşlar ve bunlardan Merhum Dede Uğuz, köyümüze öğretmen/müdür olarak atanmıştır. Kendisi, cesur, atak ve boylu boslu bir delikanlı olup, ilk devlet memurlarından olması nedeniyle de genç kızların gözdesi durumundadır. Kazancı İlkokulunda, 1924 yılından beri öğretmen/müdür olarak görev yapmış olan efsane hoca Ermenekli Merhum Sami ÖZTAŞ’dan görevi devralmıştır.
Küçük obacımız ana evinden ayrılalı bir aydan fazla bir zaman geçmiştir. Bir mahzun durduğunu fark edenler ablaları, anne ve babasını görmesi için bir öğle vakti onu yola çıkarmışlar ve “ bu yoldan doğru gidersen köyü bulursun, evinizde yat ve yarın obacılarla tekrar buraya gel “ diyerek yola çıkarmışlardır. Karakovanlık boğazındaki ürpertici manzara, kuşların ani çığlıkları ve ağaçların hışırtısı altında yolun hemen bitmesi için adımlarını artırarak yürüyen kızımız, içinden de “ ah, karşımdan bir insan gelse “ diye de geçirmektedir. Bir kişi ile karşılaşsa, korkuları biraz dağılacak ve bir müddet daha korkmadan yol alabilecektir. Dönmenin Başına gelerek köyünü görmesi için daha çok yürümesi gerekmektedir.
Bir sağa bir sola bakarak tozlu yolda ilerlemekte olan kızımız, köy tarafından bir kişinin geldiğini görür. Korkuları dağılmış ve biraz olsun cesaretlenmiştir. Karşısından gelen kişi, o günlerin Kırkkuyu korumacısı (deşduvanı) olan Sinan’ın Çolak emmisidir. Erzak almak için köye gelmiş olan korumacı, hava kararmadan görev yerine varmak için dönüş yolundadır. Karşı karşıya geldiklerinde her ikisi de durur. Yakımcımız “ kızım sen kimin kızısın, hangi obadasın ? “ diye sorar. Kızımız kendini tanıtır ve çobanını söyler. Yakımcının öğrenmek istediği oba onun obasıdır.. Oğlakları sulamaya nereye getirdiklerini, kimlerin sulamaya getirdiğini de sorar. Kızımız hepsini anlatır ve ablası ile kendisinin de oğlak sulamaya geldiğini söyler. İsmi belli olan obacı ablasını duyan yakımcı “ oğlak sulama sırasında yanınıza birisi gelir mi, kimseyi gördün mü ? “ diye sorar. Kızımız, kimseyi görmediğini, sulama sonrası, ablasının kendisini oğlaklarla bırakarak biraz uzaklaştığını, sonra geri geldiğini ve obalarına döndüklerini anlatır.
Yakımcımız, köyde duyduğu söylentileri bu küçük kıza doğrulatmış olduğundan, “bak kızım” diye söze başlayarak bu maniyi söyleyiverir. Bu mani ve konuşmalardan bir şey anlamayan kız ve korumacı emmisi ayrılırlar ve herkes kendi yönüne ve yola koyulur. Daha sonraları, küçük kızımız, oğlak sulamaya geldikleri obanın en güzel kızı ablası ile zamanın gözde genci Dede Öğretmenin bir birine aşık olduklarını, ( döndüklerini ), yani, sevdalanıp, gönüllerinin kaydığını, oğlak sulama sonrası Çömlekci’ye gelen gencimizin kızla buluşup görüştüğünü, bu görüşme sıralarında, oğlakları kendisinin oyalaması için görevlendirildiğini öğrenir.
Kazancı yaylalarındaki “ Obalar ve Obacılar “ konulu araştırmamızı yaptığımız 2006 yılında, bilgisine başvurduğumuz, o eski zamanın küçük obacısı, bize, obacılık kültürü konusunda önemli bilgileri anlatırken, bir anda ve de 57 yıl sonra, bu yakım satırları, hafızasının derinliklerinden öne çıkarak sözlerine yansıyıverdi. Biz de, fırsatı kaçırmayarak bu maniyi ve öyküsünü kayda geçirdik..
( başka bir “ Yakımlar ve Öyküsü “ hikayesinde buluşmak üzere….. )
DERLEYEN ; Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü
SITMALI DAĞININ GITAL ÜÇLÜSÜ
(Ardıcın Dibindeki Altınların Sırrı )
Bir zamanlar, Akdeniz kıyısı ile Göksu Nehri arasında kalan Orta Toroslar (Taşeli) yöresinde, acımasız ve insafsız eylemleriyle ünlenmiş, insanlar arasında korku salmış ve güvenlik güçlerini uzun zaman peşlerinden koşturmuş olan bir eşkıya gurubu yaşamıştır. Toplam 3 kişiden oluşan bu ekip “ Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü” adıyla anılmıştır. Kış mevsiminde, Anamur veya Taşeli köylerinden birinde, yazları da, Abanoz çevresinde bulunan Sıtmalı Dağında barındıkları için bu isimle bilinmişlerdir. Gıtal kelimesi, birden çok insanı öldürmüş olan eşkıyalar için kullanılan ve “ katil “ kelimesinin çoğulu anlamını taşıyan bir kelimedir. Taşeli yöresinde, bu tanımla anılan diğer ünlü bir kişi de, Barcın-Köpüklü yaylalarında yaşamış, Küçüklü Aşiretini mensubu olan ve “ Gıtal Süleyman” ismiyle bilinen kişidir. Bu kişinin torunları halen Ankara’da yaşamaktadırlar.
Sıtmalı Dağının eşkıyalarının biri İzmirli olup, lakabı “Karanlık Şakir”, ikincisi, Anamur Sugözü köyünden “ Amansız ” , üçüncüsü ise, Karşıyaka köylerinden birinden olan “Kendirci “ lakabı ile tanınan harp kaçaklarıdır. Bunlar, Ege Bölgesindeki bir cephede, bir arada bulunmuş ve arkadaş olmuşlardır. Bir nedenle, birliklerinden topluca firar girişiminde bulunmuşlar ve yakalanarak zincire vurulmuşlardır. Birlikleri yer değiştirirken, nasıl olduysa kaçmışlar ve peşlerine düşen askerlerle çatışmışlardır.
Dağlara çıkan bu üçlü, bulundukları bölgede uzun süre saklanamayacaklarını bildiklerinden, kendileri için en uygun yerin Taşeli bölgesi olabileceği fikrini İzmirliye de kabul ettirmişler ve dağdan dağa, hem kaçarak, hem de gizlenerek bu yöreye ulaşmışlardır. Kış mevsiminde, Sugözü köyü ve çevresinde, yazın ise, Sıtmalı Dağı merkez olmak üzere, Abanoz, Kervanalanı, Beşoluk, Tersakan, Akkuyu, Siğilli ve Karşıyaka yaylalarında geçirmişlerdir. Barınma, giysi ve yemek ihtiyaçlarını köylülerden, yollarda soydukları göçerler ve çoban obalarından sağlamışlar, hızsızlık, soygun, yağma yapmışlar, direnenlere ve kendilerini ihbar edenlere acımasızca şiddet uygulamışlardır. Özellikle, yaz mevsimlerinde, geceleri otlatmak için araziye çıkarılan sürülerden mal çalmışlar, olayı fark ederek karşı gelen çobanları linç etmişlerdir. Zeyve bükünden sonra gelinen Siğilli Boğazını bu eşkıyalara yakalanmadan geçebilmek bir şans olarak kabul edilir olmuştur.
Bölgede ve yaylalarda çok sayıda harp kaçağının bulunduğu bu seferberlik yıllarında, Jandarma timlerinin listelerinin başında bu üçlünün isimleri bulunurmuş. Anamur Sugözü köyünde bir evde gizlendikleri bir sırada Jandarmalar tarafından haber alınarak çembere alınmışlar, bu kuşatmayı pencereden ayak yalın bahçeye atlayarak ve silahlarla çatışarak yarıp dağlara kaçmışlardır. Kendilerini ihbar ettiğini düşündükleri bir köylüyü, yaz mevsiminde, yaylada yakalamışlar ve işkence ile öldürmüşlerdir. Bu korku yılları gelip geçerken, eşkıyalar, evlerden ve yolculardan topladıkları altınları ve diğer kıymetli eşyaları Sıtmalı Dağındaki gizli barınma yerlerinde saklamışlar.
Bölge insanını canından bezdiren ve yaylaları yaşanmaz hale getiren bu canileri yakalamak için farklı bir yöntem uygulamaya karar verilir. Anamur savcılığı ve jandarması, hapishanede yatmakta olan başka bir azılı katili kullanmaya karar verirler. Daha doğrusu, bu tutuklu, yetkililere müracaat ederek “ bana izin verin, firar etmişim gibi duyurun, gidip o canilerden en az birinin kellesi ile geri geleyim “ diye beyanda bulunur. Bunu bir denemek için tutuklu hapishaneden firar etmiş görüntüsü altında salıverilir. Başarırsa kendisine yargılama safhasında yardımcı olunacak ve hafifletici sebeplerden faydalanması sağlanacaktır. Bu işlemler yapılırken, Sugözü köyünden bir kişinin adliye çevresinde olduğu hiç hesaba katılmamıştır. Kendi köylüsü eşkıyanın uzaktan akrabası olan bu kişi hemen Sıtmalı dağına haber göndererek, yakında kendilerinin yanına bir kaçağın geleceğini ve esas amacının onları yakalatmak veya öldürmek olduğunu bildirir.
Dağların korkulu rüyası olan eşkıyalar bulundukları dağın üç tarafına gizlenerek avcılarını beklemeye başlarlar. Nihayet, bir akşam üstü, sırtı başı perişan, yorgun, her tarafı kızarıklar içinde olan bir şahıs, çevreden kaçarmış gibi gözüken telaşlar içinde dağın eteklerinde gözükür. Kayaların arkasında, elinde silahı ile bekleyen Sugözü köyünden olan Amansız Davut lakaplı şaki, bu adamı yakalar. Zavallı adam, hapishaneden kaçtığını, katil olduğunu ve yargılanmasına yakında başlanacağını, delikte (hapishane/dam)) çürümek istemediğini, ekibe katılmak için bir yolunu bulup kaçmayı başardığını ve verilen her türlü görevi yapmak kararında olduğunu iştahla anlatır.
Beklenen misafiri dikkatle dinliyormuş gibi rol kesmekte olan eşkıyalar, adamın anlatımları sona erince, silahlarını onun ensesine dayayıp, esas geliş amacını, görevlendirenlerin kimliklerini ve kaçışının ayrıntılarını anlatıp onu beklemekte olduklarını söylerler. Gelen misafir için, sözün bittiği , hatta her şeyin bittiği andır o an.. Gıtal üçlüsü, avcıyı av olarak avlamışlar, kendileri av iken avcı rolüne geçmişlerdir. Kaçak avcılığına soyunan zavallı adama işkence edilirken “ senden, kelle isteyenlere, mutlaka bir kelle gidecek “ diyerek kulaklarını keserler. Talihsiz avcının ölüsünü bir ağaca asarlar. Kulaklarını bir keseye koyarak, Abanoz yaylasında bir çobana verip Anamur’a göndermesini isterler. Görevlendirilen adamlarını nerde bulacaklarının da söylenmesini isterler.
Bu zalim eşkıyalar, yaylalarda var oldukça, bölgedeki insanların huzur bulamayacaklarına çoktan inanmış olan köylüler, başlarındaki bu beladan kendi kendilerine kurtulmak zorunda olduklarının bilincindedirler. Köyler ve çobanlar arasında bu işin nasıl yapılacağı gizlice konuşulmaya başlanmıştır. Eşkıyalar tek başına bulundukları sırada etkisizleştirilmelidir. Bu plan doğrultusunda, Sugözü köyünden olan şakinin gizlice köye geldiği ve bir yakının evinde olduğu haberi alınınca evin çevresinde pusuya yatarlar. Bu köy Anamur’a en uzak köy olduğundan Jandarma’ya haber verilmesi ve askerlerin gelmesi günler alacaktır. Böyle bir pusunun kurulacağı konusunda yetkililere bilgi verilmiş ve olur alınmıştır. Şaki evden ayrılmak için bahçeye adım attığı sırada etraftan tüfekler patlamaya başlar. Vücuduna isabet eden onlarca dolma tüfek saçmasına daha fazla direnemeyen şaki bir nara/inilti ile yere yıkılır. Böylece, “ üçte biri elde, diğer ikisi acep nerde?” sorusu sorulmaya başlanır....
Arkadaşlarının delik deşik edilerek öldürüldüğünü duyan diğer iki şaki paniğe kapılmıştır. Sıranın kendilerine geldiğini düşünmektedirler. Dağdan aşağıya, köylere ve obalara inmeleri tehlikeli olmaya başlamıştır. Hatta, sürekli yer değiştirdikleri ve ayrı dolaştıkları konuşulmaktadır. Bilinen bir gerçek de, dağlardan inmeden sonsuza kadar yaşamalarının imkansız olduğu hususudur. Nihayet, Karşıyakalı şaki de yiyecek bulmak için Çukur Abanoz geçidine iner. Bir çobandan tehditle aldığı malzemeleri sırtlayarak yamaçları tırmanmaya başlar. Bu sırada boğazın başında eli tüfekli ve sopalı adamlar beklemektedir. Sırtında yükü, elinde silahı ile yol almakta olan eşkıya yukarıdan atılan taşların kafasına çarpmasıyla yere yığılır. Baygın halde yoldan alınarak ormanlık alana götürülen şaki kuru bir ağaç gövdesine sarılır. Etrafta ne kadar kuru dal, ot ve ağaç varsa çevresine yığılır. Adamı öldürmeyecekler, ancak etrafta çıkan bir yangın genişleyerek yakmış olacaktır. Her şey hazır olunca en uzak köşedeki bir dala ateş tutuşturulur ve bölgeden herkes uzaklaşır. Uzaktan izlenen dumanlar ve alevler akşama kadar sürer. Bir gün sonra oradan geçen göçerler yanmış ağaçlar ve yerde rüzgarla etrafa savrulan külleri görürler. Ulu ağaç kökünden hala hafif bir duman tütmektedir. Bu dumanlar, sanki orada yaşananları anlatmak ister gibi kıvrılmakta ve süzülerek boşluğa yayılmaktadır. Bu olaya katılanlar, yaşadıkları hakkında hiç konuşmamak hususunda sözleşirler. Fakat, “hayatta hiçbir şeyin gizli kalmayacağı” gerçeği vardır. Rüzgarla etrafa savrulan küller ve gökyüzüne yükselen dumanlar, tanık oldukları bu sırları geniş alanlara yayarlar ve Midas’ın Kulakları hikayesinde olduğu gibi, bu olay da zaman içinde bilinir olur.
Dağların belalı üçlüsünde “ elde var iki, acep kalan bir nerededir ? “ sorusu sorulmaya başlanır. İzmirli “Karanlık Şakir“ hayatta kalmak için geldiği, bu uzak diyarlarda ve yalçın kayalıklı dağlarda yapayalnız kalmıştır. Yol bilmez, el bilmez olarak nasıl yaşayacak, kışın hangi köye sığınacak, yazın hangi çoban evi veya obaya yamanacaktır. Tek başına kalmış olan bu şakiyi dağlarda bir daha gören olmamıştır. Öldürülmüş veya kendiliğinden ölmüş olabileceği düşünülür. Aslında bir çok kişi, uzun süreler, son iki şakinin dağlarda yaşamayı sürdürdüğünü düşünür ve ölmüş olduklarına inanmazlar. Kısacası, korku dağlarda daha uzun yıllar dolaşacaktır. Ta ki, uzun yıllar sonra, İzmir / Kiraz’da bir köy kahvesinde, köye sonradan yerleşen ve “ Dağlı “ ismi ile tanınan yaşlı bir adamın, İrnebol köyünden bir işçi ile karşılaşmasına kadar..
Uzak memleketlerden geldiğini ve kan davası nedeniyle doğduğu yerleri terk ettiğini söyleyen yabancı, bu köye yıllar önce yerleşmiş ve köyden bir hanımla evlenerek yurt yuva sahibi olmuştur. Aslında, bu kişi, İzmir çevresindeki Malsan dağı eteklerindeki bir köye mensup olan ve harp kaçağı/şaki damgasını taşıdığı için kendi muhitini terk edip bu köye yerleşen, Toros Dağlarının (Sıtmalı) eski Gıtal Üçlüsünün Karanlık lakaplı üyesidir.
Köyde fidan dikimi ve budaması işinde çalışan İrnebolluya yakın ilgi gösteren bu Dağlı, bir gün yalnız oldukları sırada, Sugözü, Sıtmalı, Abanoz, Siğilli, Zeyve ve Tersakan yörelerini sorar. Bu dağları ve çevresini ayrıntılarıyla anlatır. Sonunda, başka yerde söylenmemesi kaydıyla, yaşadığı anılarını ve sırlarını anlatır. Arkadaşlarının ortadan kaybolması sonrasında, dağlarda tek başına kaldığını, panik içinde, kuşların sesi, ağaçların hışırtısı ve otları kıpırtısı ile ölüm korkusuna sürüklendiğini anlatır. Hayatta kalabilmesi için kendi memleketi, yani İzmir yöresine doğru yola çıkması gerektiğine karar verir. Toplamış oldukları tüm altın ve diğer kıymetli malzemeleri Sıtmalı Dağının Kuzey yamaçlarındaki ulu bir ardıç ağacının dibine çukur açarak gömmüş, silahını da bırakarak, yol bilmez bir deli rolünde batıya doğru yola çıkmıştır. Memleketine döndüğü sıralarda çıkan genel afla birlikte serbest kaldığını, alnında taşıdığı “Şaki/Gıtal” damga ile köyünde barınamadığını ve bu köye doğudan gelmiş bir tanrı misafiri görüntüsüyle yerleşmiş olduğunu anlatır.
Bizim işçi dinlediği hikayeyi ve eskiye ait duyumlarını birleştirir. Köyüne döndüğünde, birkaç arkadaşına olayı anlatır. Yörükler yaylaya çıkmadan, omuzlarında kazma ve kürekler olduğu halde, Sıtmalı Dağına doğru yola koyulurlar. Dağın eteklerine varıldığında, Kuzey yamaçlarda o kadar ardıç ağacı ile karşılaşırlar ki, hangisinin dibini kazacaklarına karar veremezler. Kazdıkları çukurlarda altınlar bulundu mu ? bilinmiyor. Dönüş yolunda karşılaştıkları Anamurlu bir çobana olayı anlatırlar, Kısa bir zaman sonra, bu hikaye tüm çevreye yayılır. O günden sonra, ardıç ağacının dibinde yatan altınları sırrı hep konuşulur. Bölgeden gelip geçenler ve define avcıları yolları düştükçe Sıtmalı Dağındaki ardıçların çevresini kazıp dururlar ve bu sırrı çözmeye çalışırlar….
(Başka bir öyküde buluşmak üzere….. )
Yazan : Av. Naci SÖZEN / Kazancı /ERMENEK
(Ardıcın Dibindeki Altınların Sırrı )
Bir zamanlar, Akdeniz kıyısı ile Göksu Nehri arasında kalan Orta Toroslar (Taşeli) yöresinde, acımasız ve insafsız eylemleriyle ünlenmiş, insanlar arasında korku salmış ve güvenlik güçlerini uzun zaman peşlerinden koşturmuş olan bir eşkıya gurubu yaşamıştır. Toplam 3 kişiden oluşan bu ekip “ Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü” adıyla anılmıştır. Kış mevsiminde, Anamur veya Taşeli köylerinden birinde, yazları da, Abanoz çevresinde bulunan Sıtmalı Dağında barındıkları için bu isimle bilinmişlerdir. Gıtal kelimesi, birden çok insanı öldürmüş olan eşkıyalar için kullanılan ve “ katil “ kelimesinin çoğulu anlamını taşıyan bir kelimedir. Taşeli yöresinde, bu tanımla anılan diğer ünlü bir kişi de, Barcın-Köpüklü yaylalarında yaşamış, Küçüklü Aşiretini mensubu olan ve “ Gıtal Süleyman” ismiyle bilinen kişidir. Bu kişinin torunları halen Ankara’da yaşamaktadırlar.
Sıtmalı Dağının eşkıyalarının biri İzmirli olup, lakabı “Karanlık Şakir”, ikincisi, Anamur Sugözü köyünden “ Amansız ” , üçüncüsü ise, Karşıyaka köylerinden birinden olan “Kendirci “ lakabı ile tanınan harp kaçaklarıdır. Bunlar, Ege Bölgesindeki bir cephede, bir arada bulunmuş ve arkadaş olmuşlardır. Bir nedenle, birliklerinden topluca firar girişiminde bulunmuşlar ve yakalanarak zincire vurulmuşlardır. Birlikleri yer değiştirirken, nasıl olduysa kaçmışlar ve peşlerine düşen askerlerle çatışmışlardır.
Dağlara çıkan bu üçlü, bulundukları bölgede uzun süre saklanamayacaklarını bildiklerinden, kendileri için en uygun yerin Taşeli bölgesi olabileceği fikrini İzmirliye de kabul ettirmişler ve dağdan dağa, hem kaçarak, hem de gizlenerek bu yöreye ulaşmışlardır. Kış mevsiminde, Sugözü köyü ve çevresinde, yazın ise, Sıtmalı Dağı merkez olmak üzere, Abanoz, Kervanalanı, Beşoluk, Tersakan, Akkuyu, Siğilli ve Karşıyaka yaylalarında geçirmişlerdir. Barınma, giysi ve yemek ihtiyaçlarını köylülerden, yollarda soydukları göçerler ve çoban obalarından sağlamışlar, hızsızlık, soygun, yağma yapmışlar, direnenlere ve kendilerini ihbar edenlere acımasızca şiddet uygulamışlardır. Özellikle, yaz mevsimlerinde, geceleri otlatmak için araziye çıkarılan sürülerden mal çalmışlar, olayı fark ederek karşı gelen çobanları linç etmişlerdir. Zeyve bükünden sonra gelinen Siğilli Boğazını bu eşkıyalara yakalanmadan geçebilmek bir şans olarak kabul edilir olmuştur.
Bölgede ve yaylalarda çok sayıda harp kaçağının bulunduğu bu seferberlik yıllarında, Jandarma timlerinin listelerinin başında bu üçlünün isimleri bulunurmuş. Anamur Sugözü köyünde bir evde gizlendikleri bir sırada Jandarmalar tarafından haber alınarak çembere alınmışlar, bu kuşatmayı pencereden ayak yalın bahçeye atlayarak ve silahlarla çatışarak yarıp dağlara kaçmışlardır. Kendilerini ihbar ettiğini düşündükleri bir köylüyü, yaz mevsiminde, yaylada yakalamışlar ve işkence ile öldürmüşlerdir. Bu korku yılları gelip geçerken, eşkıyalar, evlerden ve yolculardan topladıkları altınları ve diğer kıymetli eşyaları Sıtmalı Dağındaki gizli barınma yerlerinde saklamışlar.
Bölge insanını canından bezdiren ve yaylaları yaşanmaz hale getiren bu canileri yakalamak için farklı bir yöntem uygulamaya karar verilir. Anamur savcılığı ve jandarması, hapishanede yatmakta olan başka bir azılı katili kullanmaya karar verirler. Daha doğrusu, bu tutuklu, yetkililere müracaat ederek “ bana izin verin, firar etmişim gibi duyurun, gidip o canilerden en az birinin kellesi ile geri geleyim “ diye beyanda bulunur. Bunu bir denemek için tutuklu hapishaneden firar etmiş görüntüsü altında salıverilir. Başarırsa kendisine yargılama safhasında yardımcı olunacak ve hafifletici sebeplerden faydalanması sağlanacaktır. Bu işlemler yapılırken, Sugözü köyünden bir kişinin adliye çevresinde olduğu hiç hesaba katılmamıştır. Kendi köylüsü eşkıyanın uzaktan akrabası olan bu kişi hemen Sıtmalı dağına haber göndererek, yakında kendilerinin yanına bir kaçağın geleceğini ve esas amacının onları yakalatmak veya öldürmek olduğunu bildirir.
Dağların korkulu rüyası olan eşkıyalar bulundukları dağın üç tarafına gizlenerek avcılarını beklemeye başlarlar. Nihayet, bir akşam üstü, sırtı başı perişan, yorgun, her tarafı kızarıklar içinde olan bir şahıs, çevreden kaçarmış gibi gözüken telaşlar içinde dağın eteklerinde gözükür. Kayaların arkasında, elinde silahı ile bekleyen Sugözü köyünden olan Amansız Davut lakaplı şaki, bu adamı yakalar. Zavallı adam, hapishaneden kaçtığını, katil olduğunu ve yargılanmasına yakında başlanacağını, delikte (hapishane/dam)) çürümek istemediğini, ekibe katılmak için bir yolunu bulup kaçmayı başardığını ve verilen her türlü görevi yapmak kararında olduğunu iştahla anlatır.
Beklenen misafiri dikkatle dinliyormuş gibi rol kesmekte olan eşkıyalar, adamın anlatımları sona erince, silahlarını onun ensesine dayayıp, esas geliş amacını, görevlendirenlerin kimliklerini ve kaçışının ayrıntılarını anlatıp onu beklemekte olduklarını söylerler. Gelen misafir için, sözün bittiği , hatta her şeyin bittiği andır o an.. Gıtal üçlüsü, avcıyı av olarak avlamışlar, kendileri av iken avcı rolüne geçmişlerdir. Kaçak avcılığına soyunan zavallı adama işkence edilirken “ senden, kelle isteyenlere, mutlaka bir kelle gidecek “ diyerek kulaklarını keserler. Talihsiz avcının ölüsünü bir ağaca asarlar. Kulaklarını bir keseye koyarak, Abanoz yaylasında bir çobana verip Anamur’a göndermesini isterler. Görevlendirilen adamlarını nerde bulacaklarının da söylenmesini isterler.
Bu zalim eşkıyalar, yaylalarda var oldukça, bölgedeki insanların huzur bulamayacaklarına çoktan inanmış olan köylüler, başlarındaki bu beladan kendi kendilerine kurtulmak zorunda olduklarının bilincindedirler. Köyler ve çobanlar arasında bu işin nasıl yapılacağı gizlice konuşulmaya başlanmıştır. Eşkıyalar tek başına bulundukları sırada etkisizleştirilmelidir. Bu plan doğrultusunda, Sugözü köyünden olan şakinin gizlice köye geldiği ve bir yakının evinde olduğu haberi alınınca evin çevresinde pusuya yatarlar. Bu köy Anamur’a en uzak köy olduğundan Jandarma’ya haber verilmesi ve askerlerin gelmesi günler alacaktır. Böyle bir pusunun kurulacağı konusunda yetkililere bilgi verilmiş ve olur alınmıştır. Şaki evden ayrılmak için bahçeye adım attığı sırada etraftan tüfekler patlamaya başlar. Vücuduna isabet eden onlarca dolma tüfek saçmasına daha fazla direnemeyen şaki bir nara/inilti ile yere yıkılır. Böylece, “ üçte biri elde, diğer ikisi acep nerde?” sorusu sorulmaya başlanır....
Arkadaşlarının delik deşik edilerek öldürüldüğünü duyan diğer iki şaki paniğe kapılmıştır. Sıranın kendilerine geldiğini düşünmektedirler. Dağdan aşağıya, köylere ve obalara inmeleri tehlikeli olmaya başlamıştır. Hatta, sürekli yer değiştirdikleri ve ayrı dolaştıkları konuşulmaktadır. Bilinen bir gerçek de, dağlardan inmeden sonsuza kadar yaşamalarının imkansız olduğu hususudur. Nihayet, Karşıyakalı şaki de yiyecek bulmak için Çukur Abanoz geçidine iner. Bir çobandan tehditle aldığı malzemeleri sırtlayarak yamaçları tırmanmaya başlar. Bu sırada boğazın başında eli tüfekli ve sopalı adamlar beklemektedir. Sırtında yükü, elinde silahı ile yol almakta olan eşkıya yukarıdan atılan taşların kafasına çarpmasıyla yere yığılır. Baygın halde yoldan alınarak ormanlık alana götürülen şaki kuru bir ağaç gövdesine sarılır. Etrafta ne kadar kuru dal, ot ve ağaç varsa çevresine yığılır. Adamı öldürmeyecekler, ancak etrafta çıkan bir yangın genişleyerek yakmış olacaktır. Her şey hazır olunca en uzak köşedeki bir dala ateş tutuşturulur ve bölgeden herkes uzaklaşır. Uzaktan izlenen dumanlar ve alevler akşama kadar sürer. Bir gün sonra oradan geçen göçerler yanmış ağaçlar ve yerde rüzgarla etrafa savrulan külleri görürler. Ulu ağaç kökünden hala hafif bir duman tütmektedir. Bu dumanlar, sanki orada yaşananları anlatmak ister gibi kıvrılmakta ve süzülerek boşluğa yayılmaktadır. Bu olaya katılanlar, yaşadıkları hakkında hiç konuşmamak hususunda sözleşirler. Fakat, “hayatta hiçbir şeyin gizli kalmayacağı” gerçeği vardır. Rüzgarla etrafa savrulan küller ve gökyüzüne yükselen dumanlar, tanık oldukları bu sırları geniş alanlara yayarlar ve Midas’ın Kulakları hikayesinde olduğu gibi, bu olay da zaman içinde bilinir olur.
Dağların belalı üçlüsünde “ elde var iki, acep kalan bir nerededir ? “ sorusu sorulmaya başlanır. İzmirli “Karanlık Şakir“ hayatta kalmak için geldiği, bu uzak diyarlarda ve yalçın kayalıklı dağlarda yapayalnız kalmıştır. Yol bilmez, el bilmez olarak nasıl yaşayacak, kışın hangi köye sığınacak, yazın hangi çoban evi veya obaya yamanacaktır. Tek başına kalmış olan bu şakiyi dağlarda bir daha gören olmamıştır. Öldürülmüş veya kendiliğinden ölmüş olabileceği düşünülür. Aslında bir çok kişi, uzun süreler, son iki şakinin dağlarda yaşamayı sürdürdüğünü düşünür ve ölmüş olduklarına inanmazlar. Kısacası, korku dağlarda daha uzun yıllar dolaşacaktır. Ta ki, uzun yıllar sonra, İzmir / Kiraz’da bir köy kahvesinde, köye sonradan yerleşen ve “ Dağlı “ ismi ile tanınan yaşlı bir adamın, İrnebol köyünden bir işçi ile karşılaşmasına kadar..
Uzak memleketlerden geldiğini ve kan davası nedeniyle doğduğu yerleri terk ettiğini söyleyen yabancı, bu köye yıllar önce yerleşmiş ve köyden bir hanımla evlenerek yurt yuva sahibi olmuştur. Aslında, bu kişi, İzmir çevresindeki Malsan dağı eteklerindeki bir köye mensup olan ve harp kaçağı/şaki damgasını taşıdığı için kendi muhitini terk edip bu köye yerleşen, Toros Dağlarının (Sıtmalı) eski Gıtal Üçlüsünün Karanlık lakaplı üyesidir.
Köyde fidan dikimi ve budaması işinde çalışan İrnebolluya yakın ilgi gösteren bu Dağlı, bir gün yalnız oldukları sırada, Sugözü, Sıtmalı, Abanoz, Siğilli, Zeyve ve Tersakan yörelerini sorar. Bu dağları ve çevresini ayrıntılarıyla anlatır. Sonunda, başka yerde söylenmemesi kaydıyla, yaşadığı anılarını ve sırlarını anlatır. Arkadaşlarının ortadan kaybolması sonrasında, dağlarda tek başına kaldığını, panik içinde, kuşların sesi, ağaçların hışırtısı ve otları kıpırtısı ile ölüm korkusuna sürüklendiğini anlatır. Hayatta kalabilmesi için kendi memleketi, yani İzmir yöresine doğru yola çıkması gerektiğine karar verir. Toplamış oldukları tüm altın ve diğer kıymetli malzemeleri Sıtmalı Dağının Kuzey yamaçlarındaki ulu bir ardıç ağacının dibine çukur açarak gömmüş, silahını da bırakarak, yol bilmez bir deli rolünde batıya doğru yola çıkmıştır. Memleketine döndüğü sıralarda çıkan genel afla birlikte serbest kaldığını, alnında taşıdığı “Şaki/Gıtal” damga ile köyünde barınamadığını ve bu köye doğudan gelmiş bir tanrı misafiri görüntüsüyle yerleşmiş olduğunu anlatır.
Bizim işçi dinlediği hikayeyi ve eskiye ait duyumlarını birleştirir. Köyüne döndüğünde, birkaç arkadaşına olayı anlatır. Yörükler yaylaya çıkmadan, omuzlarında kazma ve kürekler olduğu halde, Sıtmalı Dağına doğru yola koyulurlar. Dağın eteklerine varıldığında, Kuzey yamaçlarda o kadar ardıç ağacı ile karşılaşırlar ki, hangisinin dibini kazacaklarına karar veremezler. Kazdıkları çukurlarda altınlar bulundu mu ? bilinmiyor. Dönüş yolunda karşılaştıkları Anamurlu bir çobana olayı anlatırlar, Kısa bir zaman sonra, bu hikaye tüm çevreye yayılır. O günden sonra, ardıç ağacının dibinde yatan altınları sırrı hep konuşulur. Bölgeden gelip geçenler ve define avcıları yolları düştükçe Sıtmalı Dağındaki ardıçların çevresini kazıp dururlar ve bu sırrı çözmeye çalışırlar….
(Başka bir öyküde buluşmak üzere….. )
Yazan : Av. Naci SÖZEN / Kazancı /ERMENEK
Masırlık Çardağından Bir Kız Kaçırılacak- (1)
KAZANCI HİKAYELERİ – (14)
MASIRLIK ÇARDAĞINDAN BİR KIZ KAÇIRILACAK- (1)
Bu yazı serimizde 14. hikayeyi sunuyoruz. Bilindiği üzere, Kazancı ve Kazancılıların geçmişinde “ kız kaçırma “ ve “ kızın kaçması “ durumları zaman içinde yaşanmış olaylardandır. Kız kaçırma ve kızın kaçması, hem tarafların arzusu, olayın cereyan tarzı, hem de, hukuksal ve duygusal sonuçları yönünden çok farklı durumlardır. Kız kaçırmada, sadece kaçıran erkek istekli, kız ve ailesi bu evliliğe karşıdırlar. Oğlan, yanına birkaç arkadaşını alarak sevdiği kızı sakin bir yerde karşılar ve zor kullanarak kaçırırlar. Sonuçları, genellikle istenmeyen olaylara kadar varan bir süreç başlar. Kızın kaçması ise, kız ve oğlan birbirini sevmekte, aileler karşıdırlar. Önceden varılan mutabakat ile, kız bohçasını alır ve kararlaştırılan yerde oğlan ile buluşurlar, istedikleri bir yere kaçarlar. Nadiren de olsa, kız bohçasını alarak oğlanın evine gelir ve bir köşede misafir edilir. Bu olayın sonunda, genellikle, yakınları tarafından, aileler ikna edilir, barış sağlanır ve olay tatlıya bağlanır.
Hikayemizin kahramanı, İstanbul şehrinin, Kazancılılar için iş ve aş kapısı olarak kabul edildiği yıllarda, akrabalarının yardımı ile çocuk yaşında bu şehre giden Mustafa’dır. Bizden yaş olarak büyük olan delikanlı, köye izinli geldiği sıralarda, Beyoğlu İlçesi Galatasaray semtinde çalıştığını, Galatasaray futbol takımını tuttuğunu, Beyoğlu’nda bulunan Fitaş, Dünya ve İpek sinemalarına gittiklerini, zamanın modası olan Herkül ve kovboy filmlerini seyrettiklerini ballandırarak anlatırdı. Bir keresinde, takımının maçı kaybetmesi üzerine “ Galatasaray bu sefer pilav yemedi “ diyerek tepkisini dile getirdiğini de hatırlıyorum.
Kahramanımız askere gideceği sırada, tatil için köye gelmiştir. Ailesi, onu köyden evlendirmek istemekte ve yakınlarına “ İstanbul’da çocuğun başına bir şey gelmesinden korkuyoruz. Bir yabancı ile evlenirse çocuğu kaybederiz “ diyerek endişelerini belirtmektedirler. Bu endişeleri taşımakta olan aile, oğlanın köye gelmesiyle birlikte, onu köyden evlenmeye ikna etme ve buldukları kızı beğendirme çabasına girişirler. Mahallede oturan yakın akrabalarının güzel kızını gösterirler. Oğlan razı edilince de, hatırı sayılır kişilerden bir “ kız isteme ekibi / ulema gurubu “ teşkil edilir ve kız evine, kız istemeye gönderilir.
Kız isteme ekibi, kız evine, önceden haber verilmiş şekilde misafirliğe varırlar. Kısa bir hal hatır sohbetinden sonra, ekibin sözcüsü lafa girerek ailenin kızını, kendilerini gönderen ailenin oğluna, Allah’ın emri ile istediklerini söyler. Kızın ailesi kısa bir suskunluktan sonra “ bir düşünelim, Allah yazdıysa olur, hayırlısı olsun, bir de kıza soralım “ gibi sözlerle durumu geçiştirmeye çalışırlar. Belli ki, aile, ilk istemede “ kızımızı, oğlunuza verdik gitti “ demeyecektir. Ekip durumdan umutsuz değildir. Çünkü, ailenin davranışları çok olumlu gözükmektedir. Kız isteme ekibi, işin olup olmayacağını, kız evinin davranışları ve kendilerine gösterilen saygı ve ikramlarına göre tahmin edebiliyordu. Kız isteme ve düğün işleri eskiden kış mevsiminde gerçekleşirdi. Misafire, ceviz, üzüm, bandırma gibi kıymetli şeyler ikram edilmesi işin olacağı, darı kavurgası, iğde ve kuru kak ikram edilmesi de işin olmayacağı anlamına gelirdi.
Kız isteme ekibi umutla geri döner ve durumu oğlan evine bildirir. Fakat, kızın hemen bitirilmemiş olması kahramanımızı çılgına çevirir. Kız istemeye giden ekip, kız evinden “ kızı verdik “ cevabı alarak dönerse, bu durum “ kız bitirilmiş “ kavramı ile tanımlanırdı. İstanbul’dan gelmiş, yakışıklı delikanlıya kız ilk istemede nasıl verilmezdi? Çevreden “ kız evi naz evidir, ilk istemede biraz naz yapılır, sabret “ dedilerse de, ikna edemediler. Bu öfke durumunu duyan kızın anası haber göndererek “ canım bir daha istesinler bakalım, ilk istemede kız verilir mi? “ şeklinde haber göndererek olumlu düşündüklerini bildirmiş olmasına rağmen, kahramanımız bu durumu bir gurur meselesi yaparak “ kız istemeye ikinci kere asla gidilmeyecek “ diyerek öfke saçmaktadır.
Oğlan evi ve yakınları, oğullarının bu kızı isteme işinden vazgeçtiğini düşünerek ortamın sakinleşmesini beklemeye başlarlar. Fakat, kahramanımız çok farklı bir düşünceye doğru kaymaktadır. Yakın arkadaşı Mehmet “ ne üzülüyorsun ulan, kızı vermedilerse kolayı var, bir gece, kolundan tutup kaçıralım, İstanbul’a götür git “ diyerek aklını çeler. Bu fikri olumlu karşılayan delikanlı hemen kız kaçırma hazırlıklarına başlar. Bu sırada, kaçırma işini iki kişinin başaramayacağı, üçüncü bir kişinin bulunması gerektiği konuşulur. Kahvede karşılaştıkları arkadaşları Hasan’a konuyu açarlar ve kendilerine yardımcı olmasını isterler. Macera arayan Hasan, bu teklifi hemen kabul eder ve ekibe katılmış olur.
Mevsim yaz, aylardan Temmuzdur. Masırlık ve diğer sahil arazilerde ekinler biçilmekte, bir çok aile ekin tarlasına göçmüş durumdadır. O zamanlar, ekin orakla biçilir, saplar harmanlarda düvenle sürülür, tınaz yaba ile rüzgara karşı savrulur ve yükler evlere hayvan sırtında çekilirdi. Bu gelişmelerin ardından kız ailesi de Masırlık yöresindeki ekin tarlalarına göçmüşler, geceleri tarladaki çardaklarında yatmaktadırlar. Ekip, gerekli inceleme ve araştırmaları yapar. Bir gece çardak çevresi ablukaya alınacak, kız bir nedenle dışarı çıktığında, kollarından tutulacak, ağzı kapatılacak, zor kullanılarak, acı verici zorlamalarla kendileriyle yürümeye zorlanacak ve Ermenek istikametine gidilecektir. Bir kolayını bulup Ermenek’e varıldığında, Mut yollarına düşülecek ve yakalanmadan bu şehre varıldığında ver elini İstanbul denilecektir.
Bu aşamada, kız kaçırma eyleminin de kendine has incelikleri olduğu ve bazı usullerin uygulanmasının gerektiği konusunda da bilgi vereyim. Konya’da görev yaptığım 1977 yıllarında, Ali BAYAT isminde (Bayatlar ünlü bir Türk boyunun adıdır ve bu adı taşıyan çok sayıda köy de vardır) bir askerimiz vardı. Kollarındaki yara izlerini sorduğumuzda “ kız kaçırırken oluşan yaralar “ olduğunu söylemişti. Kendisi, yaşadığı köyünde “ kız kaçırma uzmanı” olarak bilinirmiş ve işi düşen ona gelerek yardım istermiş. Bu işin zorlukları, taktikleri ve tehlikeleri hakkında bir çok şey anlatmıştı. Yani, kız kaçırma işini sıradan bir iş olarak göremeyiz. Bu zor işe koyulan ekibimiz, yanlarına gerekli malzemeleri alarak tarlalar ve arazilerden yürüyerek, önce, kızın mahallesine uğrarlar. Tesadüf olacak ki, kızın babası evlerinin yanındaki bahçede, elinde feneri ile gece suyu sulamaktadır. Kız kaçırma üçlümüz (triyomuz) bu durumu bir şans olarak değerlendirir ve babası çardağa dönmeden kızı alıp uzaklaşalım, diyerek adımlarını sıklaştırırlar.
Çardak, gecenin karanlığında duldal, zor seçilecek şekilde görünür. Ekibimiz sessizce yaklaşır. İçerde ateş yanmakta olduğu duvar taşlarının aralarındaki boşluklardan dışarı sızan ışıklarda anlaşılmıştır. Ekibe sonradan katılan Hasan, çardağın uzağında duracak, gözetleme görevi yürütecek, olay ortaya çıkarsa onun adı hiç konuşulmayacaktır. Bu mutabakat doğrultusunda gözcümüz çalılar içinde yerini alırken, cengaver ikilimiz çardağın kapısına kadar yaklaşırlar. Kapı derme çatma bir şekilde kapatılmış, içeride, kız, anası ve birkaç kardeşi ile sohbet etmektedir. Bu sırada, çocuklardan biri “ Ali emmi “ diye seslenir. Arkasından da bir erkek sesi duyulur. Hesapta olmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Kızın babası çardakta yok diye sevinen ekip, içerde başka bir erkek olduğunu anlayınca şok olur. Fakat, eylemin dönüşü asla yoktur. Bu çardaktan, bu gece, bu kız mutlaka kaçırılacaktır. Fakat, nasıl ????....
(devam edecek….)
Yazan: Av. Naci SÖZEN – Kazancı / ERMENEK
.
MASIRLIK ÇARDAĞINDAN BİR KIZ KAÇIRILACAK- (1)
Bu yazı serimizde 14. hikayeyi sunuyoruz. Bilindiği üzere, Kazancı ve Kazancılıların geçmişinde “ kız kaçırma “ ve “ kızın kaçması “ durumları zaman içinde yaşanmış olaylardandır. Kız kaçırma ve kızın kaçması, hem tarafların arzusu, olayın cereyan tarzı, hem de, hukuksal ve duygusal sonuçları yönünden çok farklı durumlardır. Kız kaçırmada, sadece kaçıran erkek istekli, kız ve ailesi bu evliliğe karşıdırlar. Oğlan, yanına birkaç arkadaşını alarak sevdiği kızı sakin bir yerde karşılar ve zor kullanarak kaçırırlar. Sonuçları, genellikle istenmeyen olaylara kadar varan bir süreç başlar. Kızın kaçması ise, kız ve oğlan birbirini sevmekte, aileler karşıdırlar. Önceden varılan mutabakat ile, kız bohçasını alır ve kararlaştırılan yerde oğlan ile buluşurlar, istedikleri bir yere kaçarlar. Nadiren de olsa, kız bohçasını alarak oğlanın evine gelir ve bir köşede misafir edilir. Bu olayın sonunda, genellikle, yakınları tarafından, aileler ikna edilir, barış sağlanır ve olay tatlıya bağlanır.
Hikayemizin kahramanı, İstanbul şehrinin, Kazancılılar için iş ve aş kapısı olarak kabul edildiği yıllarda, akrabalarının yardımı ile çocuk yaşında bu şehre giden Mustafa’dır. Bizden yaş olarak büyük olan delikanlı, köye izinli geldiği sıralarda, Beyoğlu İlçesi Galatasaray semtinde çalıştığını, Galatasaray futbol takımını tuttuğunu, Beyoğlu’nda bulunan Fitaş, Dünya ve İpek sinemalarına gittiklerini, zamanın modası olan Herkül ve kovboy filmlerini seyrettiklerini ballandırarak anlatırdı. Bir keresinde, takımının maçı kaybetmesi üzerine “ Galatasaray bu sefer pilav yemedi “ diyerek tepkisini dile getirdiğini de hatırlıyorum.
Kahramanımız askere gideceği sırada, tatil için köye gelmiştir. Ailesi, onu köyden evlendirmek istemekte ve yakınlarına “ İstanbul’da çocuğun başına bir şey gelmesinden korkuyoruz. Bir yabancı ile evlenirse çocuğu kaybederiz “ diyerek endişelerini belirtmektedirler. Bu endişeleri taşımakta olan aile, oğlanın köye gelmesiyle birlikte, onu köyden evlenmeye ikna etme ve buldukları kızı beğendirme çabasına girişirler. Mahallede oturan yakın akrabalarının güzel kızını gösterirler. Oğlan razı edilince de, hatırı sayılır kişilerden bir “ kız isteme ekibi / ulema gurubu “ teşkil edilir ve kız evine, kız istemeye gönderilir.
Kız isteme ekibi, kız evine, önceden haber verilmiş şekilde misafirliğe varırlar. Kısa bir hal hatır sohbetinden sonra, ekibin sözcüsü lafa girerek ailenin kızını, kendilerini gönderen ailenin oğluna, Allah’ın emri ile istediklerini söyler. Kızın ailesi kısa bir suskunluktan sonra “ bir düşünelim, Allah yazdıysa olur, hayırlısı olsun, bir de kıza soralım “ gibi sözlerle durumu geçiştirmeye çalışırlar. Belli ki, aile, ilk istemede “ kızımızı, oğlunuza verdik gitti “ demeyecektir. Ekip durumdan umutsuz değildir. Çünkü, ailenin davranışları çok olumlu gözükmektedir. Kız isteme ekibi, işin olup olmayacağını, kız evinin davranışları ve kendilerine gösterilen saygı ve ikramlarına göre tahmin edebiliyordu. Kız isteme ve düğün işleri eskiden kış mevsiminde gerçekleşirdi. Misafire, ceviz, üzüm, bandırma gibi kıymetli şeyler ikram edilmesi işin olacağı, darı kavurgası, iğde ve kuru kak ikram edilmesi de işin olmayacağı anlamına gelirdi.
Kız isteme ekibi umutla geri döner ve durumu oğlan evine bildirir. Fakat, kızın hemen bitirilmemiş olması kahramanımızı çılgına çevirir. Kız istemeye giden ekip, kız evinden “ kızı verdik “ cevabı alarak dönerse, bu durum “ kız bitirilmiş “ kavramı ile tanımlanırdı. İstanbul’dan gelmiş, yakışıklı delikanlıya kız ilk istemede nasıl verilmezdi? Çevreden “ kız evi naz evidir, ilk istemede biraz naz yapılır, sabret “ dedilerse de, ikna edemediler. Bu öfke durumunu duyan kızın anası haber göndererek “ canım bir daha istesinler bakalım, ilk istemede kız verilir mi? “ şeklinde haber göndererek olumlu düşündüklerini bildirmiş olmasına rağmen, kahramanımız bu durumu bir gurur meselesi yaparak “ kız istemeye ikinci kere asla gidilmeyecek “ diyerek öfke saçmaktadır.
Oğlan evi ve yakınları, oğullarının bu kızı isteme işinden vazgeçtiğini düşünerek ortamın sakinleşmesini beklemeye başlarlar. Fakat, kahramanımız çok farklı bir düşünceye doğru kaymaktadır. Yakın arkadaşı Mehmet “ ne üzülüyorsun ulan, kızı vermedilerse kolayı var, bir gece, kolundan tutup kaçıralım, İstanbul’a götür git “ diyerek aklını çeler. Bu fikri olumlu karşılayan delikanlı hemen kız kaçırma hazırlıklarına başlar. Bu sırada, kaçırma işini iki kişinin başaramayacağı, üçüncü bir kişinin bulunması gerektiği konuşulur. Kahvede karşılaştıkları arkadaşları Hasan’a konuyu açarlar ve kendilerine yardımcı olmasını isterler. Macera arayan Hasan, bu teklifi hemen kabul eder ve ekibe katılmış olur.
Mevsim yaz, aylardan Temmuzdur. Masırlık ve diğer sahil arazilerde ekinler biçilmekte, bir çok aile ekin tarlasına göçmüş durumdadır. O zamanlar, ekin orakla biçilir, saplar harmanlarda düvenle sürülür, tınaz yaba ile rüzgara karşı savrulur ve yükler evlere hayvan sırtında çekilirdi. Bu gelişmelerin ardından kız ailesi de Masırlık yöresindeki ekin tarlalarına göçmüşler, geceleri tarladaki çardaklarında yatmaktadırlar. Ekip, gerekli inceleme ve araştırmaları yapar. Bir gece çardak çevresi ablukaya alınacak, kız bir nedenle dışarı çıktığında, kollarından tutulacak, ağzı kapatılacak, zor kullanılarak, acı verici zorlamalarla kendileriyle yürümeye zorlanacak ve Ermenek istikametine gidilecektir. Bir kolayını bulup Ermenek’e varıldığında, Mut yollarına düşülecek ve yakalanmadan bu şehre varıldığında ver elini İstanbul denilecektir.
Bu aşamada, kız kaçırma eyleminin de kendine has incelikleri olduğu ve bazı usullerin uygulanmasının gerektiği konusunda da bilgi vereyim. Konya’da görev yaptığım 1977 yıllarında, Ali BAYAT isminde (Bayatlar ünlü bir Türk boyunun adıdır ve bu adı taşıyan çok sayıda köy de vardır) bir askerimiz vardı. Kollarındaki yara izlerini sorduğumuzda “ kız kaçırırken oluşan yaralar “ olduğunu söylemişti. Kendisi, yaşadığı köyünde “ kız kaçırma uzmanı” olarak bilinirmiş ve işi düşen ona gelerek yardım istermiş. Bu işin zorlukları, taktikleri ve tehlikeleri hakkında bir çok şey anlatmıştı. Yani, kız kaçırma işini sıradan bir iş olarak göremeyiz. Bu zor işe koyulan ekibimiz, yanlarına gerekli malzemeleri alarak tarlalar ve arazilerden yürüyerek, önce, kızın mahallesine uğrarlar. Tesadüf olacak ki, kızın babası evlerinin yanındaki bahçede, elinde feneri ile gece suyu sulamaktadır. Kız kaçırma üçlümüz (triyomuz) bu durumu bir şans olarak değerlendirir ve babası çardağa dönmeden kızı alıp uzaklaşalım, diyerek adımlarını sıklaştırırlar.
Çardak, gecenin karanlığında duldal, zor seçilecek şekilde görünür. Ekibimiz sessizce yaklaşır. İçerde ateş yanmakta olduğu duvar taşlarının aralarındaki boşluklardan dışarı sızan ışıklarda anlaşılmıştır. Ekibe sonradan katılan Hasan, çardağın uzağında duracak, gözetleme görevi yürütecek, olay ortaya çıkarsa onun adı hiç konuşulmayacaktır. Bu mutabakat doğrultusunda gözcümüz çalılar içinde yerini alırken, cengaver ikilimiz çardağın kapısına kadar yaklaşırlar. Kapı derme çatma bir şekilde kapatılmış, içeride, kız, anası ve birkaç kardeşi ile sohbet etmektedir. Bu sırada, çocuklardan biri “ Ali emmi “ diye seslenir. Arkasından da bir erkek sesi duyulur. Hesapta olmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Kızın babası çardakta yok diye sevinen ekip, içerde başka bir erkek olduğunu anlayınca şok olur. Fakat, eylemin dönüşü asla yoktur. Bu çardaktan, bu gece, bu kız mutlaka kaçırılacaktır. Fakat, nasıl ????....
(devam edecek….)
Yazan: Av. Naci SÖZEN – Kazancı / ERMENEK
.
Masırlık Çardağından Bir Kız Kaçırılacak- (2)
KAZANCI HİKAYELERİ – (14)
MASIRLIK ÇARDAĞINDAN BİR KIZ KAÇIRILACAK- (2)
Hikayemizin birinci bölümünü “ bu gece, bu kız, bu çardaktan mutlaka kaçırılacak, ama, nasıl..? “ diyerek bitirmiştik. Kız kaçırma ekibinin gözcüsü, gizlendiği çalıların içinde etrafı kolaçan ederken, eylem ikilisi çardağın etrafında telaşlı bir şekilde dolanmakta ve içerde olup biteni anlamaya çalışmaktadır. Bir müddet sonra, çıtırtıları duyan kızın annesi dışarıya çıkar. Kadıncağız, karanlıkta karşılaştığı kişileri tanımaya çalışırken, esas oğlan, kısık bir sesle, “kızını kaçırmak için geldik“ diye fısıldayıverir. Onları tanıyan ve olayı kavramış olan kadın, çocukların uyumasını beklemelerini, içeride bir de komşu olduğunu, sonra kızı bohçasıyla birlikte dışarı çıkararak kendisine teslim edeceğini söyler. Bu sözlere inanan ikili çardak etrafındaki dönüşlerini sürdürür.
Saatler gece yarısını geçmiş, çardak etrafında bir hareket yoktur. Bu durumdan endişelenen gözcü, “ hişt “ diye seslenerek ikiliyi yanına çağırır. Kadının “ çocuklar uyusun, kızı size teslim edeceğim “ teklifini duyunca şaşkına döner. Gözcü, kadının zaman kazanmaya çalıştığını, kızın babasının her an atının sırtında ve omzunda tüfekle gelebileceğini, arkalarından silah atılmasını istemiyorlarsa kızın hiç beklemeden kaçırılıp oradan uzaklaşmaları gerektiğini bildirir. Kendilerine hazırlanan tuzağı anlayan ikili büyük bir öfkeye kapılarak çardağa doğru saldırıya geçer.
Bundan sonrasını gözcünün tespitleriyle anlatalım. Çardağın önüne bir hışımla varan esas oğlan, derme çatma dallardan oluşan çardak kapısına tekmeyi vurduğu gibi içeri dalar. Arkasından baş yardımcıda girer. Henüz yeni uyumuş olan çocuklar hep bir ağızdan figan feryat bağırırlar. Halk deyimi ile bu “ çil yavrusu gibi bağırışlar “ arasında, Ali Emmi, şeytanların veya eşkıyaların baskın yaptığını sanarak salavatlar getirmekte, kadın “durun yeğenim” diye yalvarmaktadır. Bu kargaşa ortasında ve alaca karanlıkta kaçıracakları kızı, yerde yatan çocukların arasından belirleyen ikili, onu kollarından tutarak dışarı doğru sürümeye çalışmaktadırlar.
Kaçırılacak kız kapıya kadar getirilmiştir. Saldırıya karşı direnen kız ve anası, çığlıklara devam eden çocuklar ve duasını hiç bitirmeyen misafir derken, kızı kaçırmaya çalışan kişinin önceden isteyen akrabası olduğunu anlaşılır. Böyle bir davranışı kabullenemeyen kız, bir yandan kendisini sürüyenlere karşı tekmeler savururken, diğer yandan, esas oğlana hitaben “ ay ….dığımın oğlu, kaldım kaldım da senin gibi … e mi kaldım “ diyerek, yapılabilecek en ağır hakaret ve küfürlerini savurmaktadır. Bu beklenmedik direniş ve hakaretler karşısında şaşıran oğlan çaresizdir. Kızın kollarını bir an bırakır ve “ ben, ağzı bu kadar bozuk bir kızı avrat etmem, ne günün varsa gör “ diye bağırarak kapıya yönelir. Durumu kavrayamayan yardımcısı, kızın kolunu bırakmamasını söylerken, ne yapmak istediğini de sorar. Oğlan “ kızın ağzı ne kadar bozuk görmedin mi? Şimdiden bana bu hakaretleri yapan kız, sonradan neler yapmaz ? “ diye söylenirken, onunda bırakmasını ve dışarı çıkmalarını ister.
Çardak içindeki feryatlar bir anda kesilir ve ikilimiz süratle gözcünün yanına gelirler. Yanlarında kız olmadığını gören gözcü, neler olup bittiğini sorar. Lafın fazla uzatılmasını istemeyen oğlan “ kızı kaçırmaktan vazgeçtik, nedenini sonra anlatırım, hadi şimdi doğru Kazancıya dönüyoruz “ diyerek yola koyulur. Olayların sonrasını düşünmeyi akıl edebilen gözcü “ durun bakalım “ dedikten sonra, olayın bu kadar basit olmadığını, biraz sonra kızın babasının çardağa geleceğini, olup bitenleri öğrenince atından inmeden doğruca Kazancı Jandarma Karakoluna gideceğini, jandarmaların da evlerinden hepsini toplayıp hapse atacağını anlatır ve diğerlerine nasıl bir güç durumla karşı karşıya olduklarını hatırlatır. Bizim hızlı ikili, gözcüye “ haklısın vallahi, o zaman biz yayan olarak Ermenek yoluna düşelim, sabaha şehre varır, oradan İstanbul’un yolunu tutarız. Sonra, para göndeririz sende gelirsin “ derler. Gözcü köye, ikili, Ermenek yönüne doğru yola çıkarken, esas oğlan “ bizim eve uğra, benim çantaya eşyalarımı koyup sabah şehre gelecek dolmuşa veriversin, fazla bir şey anlatma, bizde senden hiç bahsetmeyiz “ demeyi de ihmal etmez.
Ekibin hızlı ikilisi, çamların arasından, Alaköprü’ye ulaşmak için Çavuş Alanına doğru giderken, gözcüsü de araziden giderek Kazancı yolundadır. Sabaha karşı köye gelen gözcü, Ahmetlerin evini çalar. Kapıyı “ hayırdır “ dualarıyla açan Ahmet’in annesine notları iletir. Sessizce evlerine varan gözcü yavaşça evlerinin girişinde yatan kardeşlerinin yanına uzanarak uyumaya çalışır.
Sabah olmuş ve güneş doğmak üzeredir. Hasanın babası “ Hasan, kalk bakayım “ diyerek içeri girer. Sanki uykudan uyanmış gibi gözlerini ovuşturan oğlunu “ dayınlar sebze toplayacaklarmış, seni bekliyorlar, hadi çabuk “ diye azarlayarak ona günlük işini bildirir. Hasan, evden uzaklaşmanın bahanesini aradığından, hemen kalkar ve kaşla göz arasında evi terk eder. Dayılarıyla birlikte Değirmen Alanı mevkiindeki tarlaya giden Hasan’ın aklı “Ermenek yollarına düşen arkadaşlarının başına neler geldiği ?” sorusu ile meşguldür. Gün boyu çalışılır ve ikindi zamanı köye dönüş yolculuğu başlar. Hasan, sürekli olarak, arkadaşlarına ne oldu, olay köyde duyuldu mu, kendi adı olaylarda geçti mi ? gibi önemli soruların cevaplarını merak etmektedir.
Gözcümüz Hasan ve dayısının ailesi, yüklü hayvanlarla birlikte onların evinin önüne gelmişlerdir. Hayvanlardaki çuvalları indirmeye çalıştıkları (yüklerin yıkılması ) sırada, Hasanın babası, uzaktan bir hışım gibi yaklaşırken “ ulan, dün gece neredeydin, söyle bakıyım “ diye bağırmaktadır. Bu durum karşısında, olayın ortaya çıktığı ve kendisinin de karıştığının bilindiğini anlayan gözcü, dayak yemekten korktuğu için arkasına bakmadan kaçar ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir tanıdığın evine girerek orada saklanmaya karar veriri.
Saklandığı evden olayların gelişmesini öğrenmeye ve takip etmeye çalışan gözcü, tahmin ettiği gibi, kızın babası çardağa döndüğünde olayı öğrenmiş ve hemen karakola gelerek şikayetçi olmuştur. Jandarmalar, esas oğlanın babasının evine gelerek oğlunun nerede olduğunu sormuşlardır. Babası “dün akşam bir arkadaşı ile geldi, yemek yeyip çıktılar, bir daha eve dönmedi” demiş, bu arada, çantayı yolcu arabasına vermiş ve Hasan’ın sabaha karşı evlerine geldiğini ve oğlunun çantasının Ermenek’e gönderilmesini istediğini de onun babasına de söylemişlerdir. Böylece, olayı ve oğlunun da bu olaya karıştığını Hasan’ın babası da öğrenmiş olur. Bizim kaçaklar Ermenek’te çantayı alırlar ve en erken hareket eden bir dolmuşa binerek Mut istikametine giderler. Bu durum duyulunca, Jandarma telefonla durumu Mut jandarmasına bildirir ve kimlikleri vererek kaçakların yakalanmasını ve geri gönderilmesini ister.
Ermenek dolmuşu, Mut’un Kadıköy isimli köyü yakınlarındaki köprüyü geçmiş, Fakırca ve Balabanlı köylerinin bağları arasındaki dar ve kıvrımlı yolunda ilerlemektedir. Kalpleri küt-küt atan kaçaklar, az sonra Mut garajında olacaklarını, garajdan şehir içine doğru uzaklaşmaları gerektiğini, hatta, Mersin istikametine giden otobüslere binmelerinin iyi olacağını, İstanbul yolculuğuna Mersin’den başlamalarını konuşup durmaktadırlar. Mut-Karaman yoluna tam çıkılacağı sırada, silahlı bir Jandarma timi dolmuşu durdurur. Kimlik kontrolü başlamıştır. Dolmuşta, kaçışın buraya kadar olduğunu anlamış iki yolcu vardır. Diğer yolcuların, “ne oluyor, suçlu kim, kaçak mı var ?” gibi mırıldanmaları arasında aradıkları kişileri elleriyle koymuş gibi bulan jandarma timi, bizimkileri araçtan indirir, diğer yolculardan özür dileyerek hayırlı yolculuklar diler. Yoluna devam eden dolmuştaki yolcular “ demek kaçaklar aramızdaymış, adamlar ne kadar da sakin ve masum duruyorlardı “ şeklinde konuşarak şaşkınlıklarını belirtmektedirler.
Kaçaklar Ermenek’e getirilmiş ve tutuklanarak hapse atılmıştır. Hasan, gizlendiği evden dışarı hiç çıkmamış, gelişmeleri izlemekte, kendisinin jandarma tarafından aranmadığını haberini de almış durumdadır. Fakat, ne olur, ne olmaz, olaya karıştığım her an ortaya çıkabilir ve hapse girebilirim diyerek gizlenmeye devam eder. Sonsuza kadar bu evde saklanması mümkün değildir. Bir akşam, saat 23.00 sıralarında dışarı çıkarak, Sülüklerin Kahvesi olarak bilinen kahvehaneye gelir ve arka pencereden içeriyi kolaçan eder. Kahve kapanmak üzere ve sadece dip köşede bir masada kumar oynayan bir gurup kalmış durumdadır. Kapıya yaklaşır. Bir ara kahveci dışarıya çıktığında “ kumar oynayan merhum Hacı Ömer (Hacomar)’in kapıya gelmesini” söylemesini ister. Oyunu bırakarak kapıya gelen Hacomar “ hayrola kardeş, ne istiyorsun? “ diye söylenir. Anamur yolculuğunu sorulunca, ertesi sabah Siğilli yolundan gideceğini söyler. Erken saatlerde Siğilli boğazında olacağını ve kendisini aracına almasını ister. Olumlu cevap üzerine, gerekli eşyalarını alarak Sıkkoyak-Kızıltaş- Dinek üzerinden gece boyunca yürüyerek sabaha karşı Siğilli tepelerinde olan Hasan, Kazancı arabasına binerek Anamur’a ulaşır ve gelişmeleri oradan takip etmeye başlar.
Kız kaçırmaya teşebbüs eden ikili tutuklu olarak mahkemede yapılacak duruşmayı beklerler. Duruşma günü İstanbul’dan sürpriz bir kişi Ermenek adliyesindedir. Bu kişi yanında çalışan Ahmet’in hapiste olduğunu duyan ustası tarafından görevlendirilen bir kişidir. Duruşmada çok yüksek bir para teminat olarak yatırılırsa tutukluların salıverileceği belirtilir. İstanbul’dan gelen kişi bu parayı yatırınca bizim ikili tutuksuz yargılanmak üzere salıverilir. Ertesi gün ver elini İstanbul diyerek ekip Ermenek’ten ayrılır. Daha sonraki duruşmalar sonunda az bir ceza alırlar ve yattıkları günlere sayılır. Bu olayların hiçbir aşamasında gözcü Hasan ile ilgili bir işlem yapılmamıştır. Tehlikenin tamamen geçtiğini anlayan Hasan da Anamur yaşantısına son vererek Kazancıya döner. Böylece, Masırlık Çardağından Kız Kaçırma operasyonu da hatıralardaki yerini almış olur……
(Başka bir hikayede buluşmak üzere……. )
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
MASIRLIK ÇARDAĞINDAN BİR KIZ KAÇIRILACAK- (2)
Hikayemizin birinci bölümünü “ bu gece, bu kız, bu çardaktan mutlaka kaçırılacak, ama, nasıl..? “ diyerek bitirmiştik. Kız kaçırma ekibinin gözcüsü, gizlendiği çalıların içinde etrafı kolaçan ederken, eylem ikilisi çardağın etrafında telaşlı bir şekilde dolanmakta ve içerde olup biteni anlamaya çalışmaktadır. Bir müddet sonra, çıtırtıları duyan kızın annesi dışarıya çıkar. Kadıncağız, karanlıkta karşılaştığı kişileri tanımaya çalışırken, esas oğlan, kısık bir sesle, “kızını kaçırmak için geldik“ diye fısıldayıverir. Onları tanıyan ve olayı kavramış olan kadın, çocukların uyumasını beklemelerini, içeride bir de komşu olduğunu, sonra kızı bohçasıyla birlikte dışarı çıkararak kendisine teslim edeceğini söyler. Bu sözlere inanan ikili çardak etrafındaki dönüşlerini sürdürür.
Saatler gece yarısını geçmiş, çardak etrafında bir hareket yoktur. Bu durumdan endişelenen gözcü, “ hişt “ diye seslenerek ikiliyi yanına çağırır. Kadının “ çocuklar uyusun, kızı size teslim edeceğim “ teklifini duyunca şaşkına döner. Gözcü, kadının zaman kazanmaya çalıştığını, kızın babasının her an atının sırtında ve omzunda tüfekle gelebileceğini, arkalarından silah atılmasını istemiyorlarsa kızın hiç beklemeden kaçırılıp oradan uzaklaşmaları gerektiğini bildirir. Kendilerine hazırlanan tuzağı anlayan ikili büyük bir öfkeye kapılarak çardağa doğru saldırıya geçer.
Bundan sonrasını gözcünün tespitleriyle anlatalım. Çardağın önüne bir hışımla varan esas oğlan, derme çatma dallardan oluşan çardak kapısına tekmeyi vurduğu gibi içeri dalar. Arkasından baş yardımcıda girer. Henüz yeni uyumuş olan çocuklar hep bir ağızdan figan feryat bağırırlar. Halk deyimi ile bu “ çil yavrusu gibi bağırışlar “ arasında, Ali Emmi, şeytanların veya eşkıyaların baskın yaptığını sanarak salavatlar getirmekte, kadın “durun yeğenim” diye yalvarmaktadır. Bu kargaşa ortasında ve alaca karanlıkta kaçıracakları kızı, yerde yatan çocukların arasından belirleyen ikili, onu kollarından tutarak dışarı doğru sürümeye çalışmaktadırlar.
Kaçırılacak kız kapıya kadar getirilmiştir. Saldırıya karşı direnen kız ve anası, çığlıklara devam eden çocuklar ve duasını hiç bitirmeyen misafir derken, kızı kaçırmaya çalışan kişinin önceden isteyen akrabası olduğunu anlaşılır. Böyle bir davranışı kabullenemeyen kız, bir yandan kendisini sürüyenlere karşı tekmeler savururken, diğer yandan, esas oğlana hitaben “ ay ….dığımın oğlu, kaldım kaldım da senin gibi … e mi kaldım “ diyerek, yapılabilecek en ağır hakaret ve küfürlerini savurmaktadır. Bu beklenmedik direniş ve hakaretler karşısında şaşıran oğlan çaresizdir. Kızın kollarını bir an bırakır ve “ ben, ağzı bu kadar bozuk bir kızı avrat etmem, ne günün varsa gör “ diye bağırarak kapıya yönelir. Durumu kavrayamayan yardımcısı, kızın kolunu bırakmamasını söylerken, ne yapmak istediğini de sorar. Oğlan “ kızın ağzı ne kadar bozuk görmedin mi? Şimdiden bana bu hakaretleri yapan kız, sonradan neler yapmaz ? “ diye söylenirken, onunda bırakmasını ve dışarı çıkmalarını ister.
Çardak içindeki feryatlar bir anda kesilir ve ikilimiz süratle gözcünün yanına gelirler. Yanlarında kız olmadığını gören gözcü, neler olup bittiğini sorar. Lafın fazla uzatılmasını istemeyen oğlan “ kızı kaçırmaktan vazgeçtik, nedenini sonra anlatırım, hadi şimdi doğru Kazancıya dönüyoruz “ diyerek yola koyulur. Olayların sonrasını düşünmeyi akıl edebilen gözcü “ durun bakalım “ dedikten sonra, olayın bu kadar basit olmadığını, biraz sonra kızın babasının çardağa geleceğini, olup bitenleri öğrenince atından inmeden doğruca Kazancı Jandarma Karakoluna gideceğini, jandarmaların da evlerinden hepsini toplayıp hapse atacağını anlatır ve diğerlerine nasıl bir güç durumla karşı karşıya olduklarını hatırlatır. Bizim hızlı ikili, gözcüye “ haklısın vallahi, o zaman biz yayan olarak Ermenek yoluna düşelim, sabaha şehre varır, oradan İstanbul’un yolunu tutarız. Sonra, para göndeririz sende gelirsin “ derler. Gözcü köye, ikili, Ermenek yönüne doğru yola çıkarken, esas oğlan “ bizim eve uğra, benim çantaya eşyalarımı koyup sabah şehre gelecek dolmuşa veriversin, fazla bir şey anlatma, bizde senden hiç bahsetmeyiz “ demeyi de ihmal etmez.
Ekibin hızlı ikilisi, çamların arasından, Alaköprü’ye ulaşmak için Çavuş Alanına doğru giderken, gözcüsü de araziden giderek Kazancı yolundadır. Sabaha karşı köye gelen gözcü, Ahmetlerin evini çalar. Kapıyı “ hayırdır “ dualarıyla açan Ahmet’in annesine notları iletir. Sessizce evlerine varan gözcü yavaşça evlerinin girişinde yatan kardeşlerinin yanına uzanarak uyumaya çalışır.
Sabah olmuş ve güneş doğmak üzeredir. Hasanın babası “ Hasan, kalk bakayım “ diyerek içeri girer. Sanki uykudan uyanmış gibi gözlerini ovuşturan oğlunu “ dayınlar sebze toplayacaklarmış, seni bekliyorlar, hadi çabuk “ diye azarlayarak ona günlük işini bildirir. Hasan, evden uzaklaşmanın bahanesini aradığından, hemen kalkar ve kaşla göz arasında evi terk eder. Dayılarıyla birlikte Değirmen Alanı mevkiindeki tarlaya giden Hasan’ın aklı “Ermenek yollarına düşen arkadaşlarının başına neler geldiği ?” sorusu ile meşguldür. Gün boyu çalışılır ve ikindi zamanı köye dönüş yolculuğu başlar. Hasan, sürekli olarak, arkadaşlarına ne oldu, olay köyde duyuldu mu, kendi adı olaylarda geçti mi ? gibi önemli soruların cevaplarını merak etmektedir.
Gözcümüz Hasan ve dayısının ailesi, yüklü hayvanlarla birlikte onların evinin önüne gelmişlerdir. Hayvanlardaki çuvalları indirmeye çalıştıkları (yüklerin yıkılması ) sırada, Hasanın babası, uzaktan bir hışım gibi yaklaşırken “ ulan, dün gece neredeydin, söyle bakıyım “ diye bağırmaktadır. Bu durum karşısında, olayın ortaya çıktığı ve kendisinin de karıştığının bilindiğini anlayan gözcü, dayak yemekten korktuğu için arkasına bakmadan kaçar ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir tanıdığın evine girerek orada saklanmaya karar veriri.
Saklandığı evden olayların gelişmesini öğrenmeye ve takip etmeye çalışan gözcü, tahmin ettiği gibi, kızın babası çardağa döndüğünde olayı öğrenmiş ve hemen karakola gelerek şikayetçi olmuştur. Jandarmalar, esas oğlanın babasının evine gelerek oğlunun nerede olduğunu sormuşlardır. Babası “dün akşam bir arkadaşı ile geldi, yemek yeyip çıktılar, bir daha eve dönmedi” demiş, bu arada, çantayı yolcu arabasına vermiş ve Hasan’ın sabaha karşı evlerine geldiğini ve oğlunun çantasının Ermenek’e gönderilmesini istediğini de onun babasına de söylemişlerdir. Böylece, olayı ve oğlunun da bu olaya karıştığını Hasan’ın babası da öğrenmiş olur. Bizim kaçaklar Ermenek’te çantayı alırlar ve en erken hareket eden bir dolmuşa binerek Mut istikametine giderler. Bu durum duyulunca, Jandarma telefonla durumu Mut jandarmasına bildirir ve kimlikleri vererek kaçakların yakalanmasını ve geri gönderilmesini ister.
Ermenek dolmuşu, Mut’un Kadıköy isimli köyü yakınlarındaki köprüyü geçmiş, Fakırca ve Balabanlı köylerinin bağları arasındaki dar ve kıvrımlı yolunda ilerlemektedir. Kalpleri küt-küt atan kaçaklar, az sonra Mut garajında olacaklarını, garajdan şehir içine doğru uzaklaşmaları gerektiğini, hatta, Mersin istikametine giden otobüslere binmelerinin iyi olacağını, İstanbul yolculuğuna Mersin’den başlamalarını konuşup durmaktadırlar. Mut-Karaman yoluna tam çıkılacağı sırada, silahlı bir Jandarma timi dolmuşu durdurur. Kimlik kontrolü başlamıştır. Dolmuşta, kaçışın buraya kadar olduğunu anlamış iki yolcu vardır. Diğer yolcuların, “ne oluyor, suçlu kim, kaçak mı var ?” gibi mırıldanmaları arasında aradıkları kişileri elleriyle koymuş gibi bulan jandarma timi, bizimkileri araçtan indirir, diğer yolculardan özür dileyerek hayırlı yolculuklar diler. Yoluna devam eden dolmuştaki yolcular “ demek kaçaklar aramızdaymış, adamlar ne kadar da sakin ve masum duruyorlardı “ şeklinde konuşarak şaşkınlıklarını belirtmektedirler.
Kaçaklar Ermenek’e getirilmiş ve tutuklanarak hapse atılmıştır. Hasan, gizlendiği evden dışarı hiç çıkmamış, gelişmeleri izlemekte, kendisinin jandarma tarafından aranmadığını haberini de almış durumdadır. Fakat, ne olur, ne olmaz, olaya karıştığım her an ortaya çıkabilir ve hapse girebilirim diyerek gizlenmeye devam eder. Sonsuza kadar bu evde saklanması mümkün değildir. Bir akşam, saat 23.00 sıralarında dışarı çıkarak, Sülüklerin Kahvesi olarak bilinen kahvehaneye gelir ve arka pencereden içeriyi kolaçan eder. Kahve kapanmak üzere ve sadece dip köşede bir masada kumar oynayan bir gurup kalmış durumdadır. Kapıya yaklaşır. Bir ara kahveci dışarıya çıktığında “ kumar oynayan merhum Hacı Ömer (Hacomar)’in kapıya gelmesini” söylemesini ister. Oyunu bırakarak kapıya gelen Hacomar “ hayrola kardeş, ne istiyorsun? “ diye söylenir. Anamur yolculuğunu sorulunca, ertesi sabah Siğilli yolundan gideceğini söyler. Erken saatlerde Siğilli boğazında olacağını ve kendisini aracına almasını ister. Olumlu cevap üzerine, gerekli eşyalarını alarak Sıkkoyak-Kızıltaş- Dinek üzerinden gece boyunca yürüyerek sabaha karşı Siğilli tepelerinde olan Hasan, Kazancı arabasına binerek Anamur’a ulaşır ve gelişmeleri oradan takip etmeye başlar.
Kız kaçırmaya teşebbüs eden ikili tutuklu olarak mahkemede yapılacak duruşmayı beklerler. Duruşma günü İstanbul’dan sürpriz bir kişi Ermenek adliyesindedir. Bu kişi yanında çalışan Ahmet’in hapiste olduğunu duyan ustası tarafından görevlendirilen bir kişidir. Duruşmada çok yüksek bir para teminat olarak yatırılırsa tutukluların salıverileceği belirtilir. İstanbul’dan gelen kişi bu parayı yatırınca bizim ikili tutuksuz yargılanmak üzere salıverilir. Ertesi gün ver elini İstanbul diyerek ekip Ermenek’ten ayrılır. Daha sonraki duruşmalar sonunda az bir ceza alırlar ve yattıkları günlere sayılır. Bu olayların hiçbir aşamasında gözcü Hasan ile ilgili bir işlem yapılmamıştır. Tehlikenin tamamen geçtiğini anlayan Hasan da Anamur yaşantısına son vererek Kazancıya döner. Böylece, Masırlık Çardağından Kız Kaçırma operasyonu da hatıralardaki yerini almış olur……
(Başka bir hikayede buluşmak üzere……. )
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)