
GELİN MEZARI VE MÜCEVHERLERİN SIRRI – (1)
( ECELİN SİLLESİ DEĞDİ BU CANA )
Kazancı coğrafyasında bulunan yaylaları ve dağları görmek ve tespitlerimize yazılarımızda yer vererek, çevremizi genç kuşaklara aktarmak için başlattığımız çalışmalarımıza “ gidip görmediğimiz yerler bizim değildir “ diyerek devam ediyorduk. Gezi planımıza göre, kasabamızın batı bölgesindeki Popas yaylasında bulunan ve bizim için tarihi bir yer olan Yüksek Eğrik tepesine doğru yola çıkmıştık. Ekibimizin rehberi, gençlik yıllarını bu yaylalarda geçirmiş olan eski çoban Hasan Ali kardeşimizden başkası değildi.
Çömlekçi düzlüğünde, çocukluk yıllarımızda, Kırkkuyu harmanlarından hayvanlarla yük çektiğimiz gidiş-gelişlerimizi konuşarak ilerlerken, her zaman uzaktan görülen “ Kovanlık Ardıcı “ hala gözümüze ilişmemişti. Bu, tarihe tanıklık etmiş ulu ardıcın, insafsız ellerin tuttuğu, acımasız bir motorlu bıçkı tarafından ansızın kesilip yere serildiği ve odun edildiğini duyunca tarif edilemez bir üzüntüye kapıldık. Biraz daha ilerlediğimizde, Karlık kavşağına gelmiştik. Gitmek istediğimiz tepeye ulaşabilmek için, ana yoldan sağa (Kuzeye) sapan dar yola koyulduk.
Yorulanların teklifi ile biraz dinlenmek için yaşlı bir ladin ağacının koyu gölgesine toplandık. Bulunduğumuz yerden bira aşağıda, ağaç ve çalılar arasından görülebilen kırmızı topraklı, küçük bir düzlük dikkatimizi çekti. Rehberimiz, bu düzlüğe “ Gelin Mezarı “ dendiğini söyledi. Düzlüğün yer yer kazılmış olmasını da “ buraya bir gelin defnedilmiş, hatta, mücevherleriyle birlikte gönülmüş olduğu dilden dile dolaştığından, gelip geçen define avcıları bu düzlüğü rast gele kazarlar “ diye konuşmasını tamamladı.
Ekibimizle birlikte yürüyüşümüze devam ettik. Fakat, benim aklım bu hazin öykünün ayrıntılarının neler olabileceği ? hususlarına takılıp kalmıştı. Gezi sonrası, yaşlı kişilerle konuşarak bu “ Gelin Mezarı” öyküsünü ile geline ait “ Mücevherlerin Sırrını “ biraz olsun aydınlatmaya çalıştım.
Hikayemiz, asırlar önce, yaylalara Gülnarlıların hakim olduğu ve göçlerin Doğudan (Gülnar) Batıya doğru ( Akkuyu, Kabalak, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları istikametinde) yapılmakta olduğu devirlerde yaşanmış hazin bir aşka dayanıyordu. Gülnarlı zengin bir kişi olan Zincirci Mahmut Ağa isimli kişi, sürüleri ve ailesiyle birlikte her yaz bu yaylalara göçerdi. Sürülerini çobanları otlatır, oğlak ve kuzularını kendi çocukları güderdi. Oğlak sürüsünü güden oğlu, otlaklarda ve kuyu başlarında karşılaştığı Nadire yöresinden varlıklı bir çobanın kızı olan Zeynep ile tanışır. Bu kızda kendi sürülerinin oğlaklarını otlatmaktadır.
Bu tanışma ve karşılaşmalar birkaç yıl devam eder. Genler arasında duygusal bir yakınlaşma, o zamanın deyimleri ile “ gönül düşmesi, vurulma, yanma” yaşanmaya başlamıştır. Nihayet, evlenme fikri aklına düşen oğlan, ırgat ve çobanlarını zincir demeti ile dövmesiyle tanınan babasına ve annesine bu fikrini duyurur. Mahmut Ağa, bu olayı ilk duyduğundan itibaren şiddetle karşı çıkar ve oğlunun kendi yöresinden veya obasından bir kızla evlenmesi gerektiğini belirtir.
Geçen zaman içinde, gençler arasındaki sevda artarak devam eder. Ağanın aile çevresinden teklif edilen gelin adayları, oğlan tarafından geri çevrilir. Bu aşkı en yoğun şekilde yaşayan oğlandır. Zaman içinde umutsuzluğa kapılan gencimiz yemeden ve içmeden kesilerek bir iğne bir iplik gibi olur. Bu gidişin kötüye varacağını sezen oğlanın annesi, kocasına “ bey, oğlumuzun bu sevda nedeniyle ince hastalığa (verem) yakalanmasından korkuyorum “ diyerek baskı yapmaya başlar.
Bir zaman sonra, oğlunun bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayan Mahmut Ağa, istemeyerek de olsa, oğlunun köylü kızı Zeynep ile evlenmesini kabullenmek zorunda kalır. Hatırlı kişilerden bir heyet teşkil edilerek, kız evine “isteyici” gönderilir. Kız babası da bu işe karşı çıkar. Kızlarına düşüncesi sorulduğunda “ ben bilmem, babam ne derse o olur” şeklinde yuvarlak bir cevap alırlar. İsteyicileri hemen reddetmeyen kızlarının, bu sevdada payı olduğu düşünülür ve birkaç defa daha isteyici geldikten sonra kızlarını verirler.
Mevsim yaz, her iki aile de yaylalardaki obalarında göçülüdür. Bu şartlarda düğün yapılamayacağı hususunda anlaşırlar. Düğün, sonbaharda taraflar köylerine döndükten sonra, oğlan evi birkaç kişi ile Gülnar’dan gelin almak için tekrar kızın köyüne gelecekler ve düğün sonrası gelini yanlarına alarak geri döneceklerdir. Düğün hazırlıklarına, dokuma ve örme, işleme ve ziynet eşyaların tedarikine hemen başlanmıştır.
Son bahar gelmiş, otlar sararmış, geceleri araziye “ çiy - kırağı “ düşmeye başlamıştır. Bunun anlamı, obanın köye dönüş yolculuğuna başlama zamanının geldiğidir. Mahmut Ağa, obasını toparlayıp dönüş yoluna düşmüş, çobanlarını bir ay daha yaylalarda kalmaları için yeterli azıklarıyla birlikte Yüksek Eğrik tepesinde bırakmıştır. Köyüne vardıktan hemen sonra geri dönecek olması, sinirlerini yıpratmakta, bunların nedeni olarak, lüzumsuz bir sevdaya kapılan oğlunu suçlamaktadır.
Göç katarı yorucu bir yolculuktan sonra Gülnar’a döner. Kısa bir hazırlık sonrası, aileden birkaç kişi düğün yapmak ve gelin almak için geri dönerler. Bu duruma, halk dilinde “ dizlerinin üstüne geri dönmek” denir. Oğlan evi kafilesi, kız evinin bulunduğu dağ köyüne ulaşmış ve düğün hemen başlamıştır. Oğlanın ve kızın çeyizleri sergilenir (asbap kesilmesi ), Ağanın şanına yakışır takılar takılır, keçi ve koyunlar kurban edilir, ahaliye yemekler verilir. Gelin kızın ayakkabısı, babası tarafından giydirilir ve kuşağı bağlanır. Kızın annesi ve kardeşleri başta olmak üzere, tüm köy halkı gözyaşları ile kızlarını yolcu ederler. Kolay değil, obalarının ve köylerinin biricik kızları, kara gözlü kuzuları “ aşı memlekete” yani, çok uzak diyarlara gidiyordu. O’nu, yılda bir kez, ancak, yaz mevsiminde yayladaki yeni obasında görebileceklerdi.
Havaların iyice sertleşmeye başlaması ve her an kar yağışının başlayabileceği endişesi ile bir ikindi üstü gelin alma kafilesi dönüş yoluna koyulur. Yüksek dağlar, kara tutulmadan aşılması gerektiği, gecenin yolda bir yerde geçirileceği konuşulur. Kafile, çeyizler yüklü hayvanlar ve yaya kişilerle hızlı bir yürüyüşle ormanları, dereleri geçer, Popas yaylasından Karakovanlık boğazına doğru aşarlar. Şimdiki, Gelin Mezarı denilen yere gelindiğinde, hava iyice kararmış, kulakları sağır eden gök gürlemeleri ve gözleri kör eden şimşekler altında, bir de sulu sepkene (yağmu-kar ve dolu karışımı yağış) tutulduklarından, yola devam etmeleri zorlaşmıştır. Kısa süreli bir molaya karar verilir. Hayvanların yükü indirilir (yıkılır) ve ağaç altlarına çekilir, çeyizler yağmura karşı korumaya alınır, insanlar kendilerine kuytu bir ağaç altı veya taş altı bulmaya çalışırlar. Bu telaş ve yorgunluk arasında, yapılan bunca masraf ve çekilen eziyetlerden oldukça sinirlenmiş olan Mahmut Ağa, oğluna hakaretlere başlayarak “ pis bir inadın yüzünden ne hallere düştük, sana yazıklar olsun “ şeklinde söylenmeye başlar.
Anne ve babasından, yakınlarından, sevenlerinden ve yurdundan, köyünden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin üzüntüyü yaşamakta olan taze gelin bu sözler karşısında sessiz kalamaz. Bu hakaretlerin bir hedefi de kendisidir. Taze kocası ve kayın babasının ( o zamanlar “emmi” veya “kaynata” denirdi ) yanına yaklaşır ve kaynatasına bakarak “ bu düğünü bizden çok siz istediniz, evimizden öte gitmeyen sizdiniz “ deyiverir. Bir istekte çok ısrarcı olup, isteğini elde edenler için “ öte gitmediler “ yani, vazgeçmeyip ısrar ettiler, anlatımı kullanılırdı.
Bu hikayenin yaşandığı devirlerde, kadınların, bilhassa, gelinlerin kaynataları ve babaları yanında konuşmaları, onlarla beraber sofraya oturmaları, kocaları ile konuşmaları mümkün olmayan şeylerdi. Hal böyle olunca, bu kişilere karşı cevap vermeleri, tartışma yapmaları (böyle durumlara “ yanşılama” denirdi) hiç yaşanmamış, alışık olunmayan durumlardı. Taze gelin, nasıl olduysa, öfkeli kaynatasına karşı “ yanşılamada “ bulunmuş ve onların kusurlu olduğunu belirten sözünü söylemişti. Beklemediği bir söz duyan Zincirci Mahmut Ağa, bir an duraklar, şaşkınlık içine düşer, kanı beynine sıçramış, öfkesi kontrol edilemez bir hal almıştır. Gelinine doğru döner ve “ senin dilin var da konuşurmusun? “ diyerek elinde tuttuğu, hayvanların yüklerinden çözülen uzun kendir ip (örken denir) yumağını gelinin sırtına doğru olanca gücü ile vurur. Sert ve uzun kendir ip yumağı, gelinin sırtı ve omzuna adeta balyoz gibi değer. İpin düğüm yapılmış bir ucu, yumak ortasından dışarı doğru uzanmış olduğundan, omuza çarpma sırasında gelinin yüzüne uzanır ve tam gözüne çarpar.
Gonca gelin Zeynep “ anam yandım “ demesi ile birlikte yere düşmüştür. Yüzünü kaplayan elleri arasından kanlar boşalmakta, feryatlar figana dönüşmektedir. Gelinin ellerini araladıklarında, o gözünün çarpma anında parçalandığını ve eller arasına aktığını fark ederler. Herkes çaresiz ve panik halindedir. Bir taraftan yaranın sarılmasına çalışılmakta, bir taraftan Mahmut Ağa suçlanmaktadır. Bilinemeyen şey ise bundan sonra neler olacağı, kafilenin yola nasıl devam edeceği ? konusudur.
(devam edecek…)
NOT: Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntıları yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duygularını bu şiirle ifade etmiş oldum….
Ecelin sillesi, değdi bu cana,
Şikayetim olsun, alın yazımdan.
Selamım söylensin, yaslı anama,
Meleğim dediği, nazlı kızından
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
( ECELİN SİLLESİ DEĞDİ BU CANA )
Kazancı coğrafyasında bulunan yaylaları ve dağları görmek ve tespitlerimize yazılarımızda yer vererek, çevremizi genç kuşaklara aktarmak için başlattığımız çalışmalarımıza “ gidip görmediğimiz yerler bizim değildir “ diyerek devam ediyorduk. Gezi planımıza göre, kasabamızın batı bölgesindeki Popas yaylasında bulunan ve bizim için tarihi bir yer olan Yüksek Eğrik tepesine doğru yola çıkmıştık. Ekibimizin rehberi, gençlik yıllarını bu yaylalarda geçirmiş olan eski çoban Hasan Ali kardeşimizden başkası değildi.
Çömlekçi düzlüğünde, çocukluk yıllarımızda, Kırkkuyu harmanlarından hayvanlarla yük çektiğimiz gidiş-gelişlerimizi konuşarak ilerlerken, her zaman uzaktan görülen “ Kovanlık Ardıcı “ hala gözümüze ilişmemişti. Bu, tarihe tanıklık etmiş ulu ardıcın, insafsız ellerin tuttuğu, acımasız bir motorlu bıçkı tarafından ansızın kesilip yere serildiği ve odun edildiğini duyunca tarif edilemez bir üzüntüye kapıldık. Biraz daha ilerlediğimizde, Karlık kavşağına gelmiştik. Gitmek istediğimiz tepeye ulaşabilmek için, ana yoldan sağa (Kuzeye) sapan dar yola koyulduk.
Yorulanların teklifi ile biraz dinlenmek için yaşlı bir ladin ağacının koyu gölgesine toplandık. Bulunduğumuz yerden bira aşağıda, ağaç ve çalılar arasından görülebilen kırmızı topraklı, küçük bir düzlük dikkatimizi çekti. Rehberimiz, bu düzlüğe “ Gelin Mezarı “ dendiğini söyledi. Düzlüğün yer yer kazılmış olmasını da “ buraya bir gelin defnedilmiş, hatta, mücevherleriyle birlikte gönülmüş olduğu dilden dile dolaştığından, gelip geçen define avcıları bu düzlüğü rast gele kazarlar “ diye konuşmasını tamamladı.
Ekibimizle birlikte yürüyüşümüze devam ettik. Fakat, benim aklım bu hazin öykünün ayrıntılarının neler olabileceği ? hususlarına takılıp kalmıştı. Gezi sonrası, yaşlı kişilerle konuşarak bu “ Gelin Mezarı” öyküsünü ile geline ait “ Mücevherlerin Sırrını “ biraz olsun aydınlatmaya çalıştım.
Hikayemiz, asırlar önce, yaylalara Gülnarlıların hakim olduğu ve göçlerin Doğudan (Gülnar) Batıya doğru ( Akkuyu, Kabalak, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları istikametinde) yapılmakta olduğu devirlerde yaşanmış hazin bir aşka dayanıyordu. Gülnarlı zengin bir kişi olan Zincirci Mahmut Ağa isimli kişi, sürüleri ve ailesiyle birlikte her yaz bu yaylalara göçerdi. Sürülerini çobanları otlatır, oğlak ve kuzularını kendi çocukları güderdi. Oğlak sürüsünü güden oğlu, otlaklarda ve kuyu başlarında karşılaştığı Nadire yöresinden varlıklı bir çobanın kızı olan Zeynep ile tanışır. Bu kızda kendi sürülerinin oğlaklarını otlatmaktadır.
Bu tanışma ve karşılaşmalar birkaç yıl devam eder. Genler arasında duygusal bir yakınlaşma, o zamanın deyimleri ile “ gönül düşmesi, vurulma, yanma” yaşanmaya başlamıştır. Nihayet, evlenme fikri aklına düşen oğlan, ırgat ve çobanlarını zincir demeti ile dövmesiyle tanınan babasına ve annesine bu fikrini duyurur. Mahmut Ağa, bu olayı ilk duyduğundan itibaren şiddetle karşı çıkar ve oğlunun kendi yöresinden veya obasından bir kızla evlenmesi gerektiğini belirtir.
Geçen zaman içinde, gençler arasındaki sevda artarak devam eder. Ağanın aile çevresinden teklif edilen gelin adayları, oğlan tarafından geri çevrilir. Bu aşkı en yoğun şekilde yaşayan oğlandır. Zaman içinde umutsuzluğa kapılan gencimiz yemeden ve içmeden kesilerek bir iğne bir iplik gibi olur. Bu gidişin kötüye varacağını sezen oğlanın annesi, kocasına “ bey, oğlumuzun bu sevda nedeniyle ince hastalığa (verem) yakalanmasından korkuyorum “ diyerek baskı yapmaya başlar.
Bir zaman sonra, oğlunun bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayan Mahmut Ağa, istemeyerek de olsa, oğlunun köylü kızı Zeynep ile evlenmesini kabullenmek zorunda kalır. Hatırlı kişilerden bir heyet teşkil edilerek, kız evine “isteyici” gönderilir. Kız babası da bu işe karşı çıkar. Kızlarına düşüncesi sorulduğunda “ ben bilmem, babam ne derse o olur” şeklinde yuvarlak bir cevap alırlar. İsteyicileri hemen reddetmeyen kızlarının, bu sevdada payı olduğu düşünülür ve birkaç defa daha isteyici geldikten sonra kızlarını verirler.
Mevsim yaz, her iki aile de yaylalardaki obalarında göçülüdür. Bu şartlarda düğün yapılamayacağı hususunda anlaşırlar. Düğün, sonbaharda taraflar köylerine döndükten sonra, oğlan evi birkaç kişi ile Gülnar’dan gelin almak için tekrar kızın köyüne gelecekler ve düğün sonrası gelini yanlarına alarak geri döneceklerdir. Düğün hazırlıklarına, dokuma ve örme, işleme ve ziynet eşyaların tedarikine hemen başlanmıştır.
Son bahar gelmiş, otlar sararmış, geceleri araziye “ çiy - kırağı “ düşmeye başlamıştır. Bunun anlamı, obanın köye dönüş yolculuğuna başlama zamanının geldiğidir. Mahmut Ağa, obasını toparlayıp dönüş yoluna düşmüş, çobanlarını bir ay daha yaylalarda kalmaları için yeterli azıklarıyla birlikte Yüksek Eğrik tepesinde bırakmıştır. Köyüne vardıktan hemen sonra geri dönecek olması, sinirlerini yıpratmakta, bunların nedeni olarak, lüzumsuz bir sevdaya kapılan oğlunu suçlamaktadır.
Göç katarı yorucu bir yolculuktan sonra Gülnar’a döner. Kısa bir hazırlık sonrası, aileden birkaç kişi düğün yapmak ve gelin almak için geri dönerler. Bu duruma, halk dilinde “ dizlerinin üstüne geri dönmek” denir. Oğlan evi kafilesi, kız evinin bulunduğu dağ köyüne ulaşmış ve düğün hemen başlamıştır. Oğlanın ve kızın çeyizleri sergilenir (asbap kesilmesi ), Ağanın şanına yakışır takılar takılır, keçi ve koyunlar kurban edilir, ahaliye yemekler verilir. Gelin kızın ayakkabısı, babası tarafından giydirilir ve kuşağı bağlanır. Kızın annesi ve kardeşleri başta olmak üzere, tüm köy halkı gözyaşları ile kızlarını yolcu ederler. Kolay değil, obalarının ve köylerinin biricik kızları, kara gözlü kuzuları “ aşı memlekete” yani, çok uzak diyarlara gidiyordu. O’nu, yılda bir kez, ancak, yaz mevsiminde yayladaki yeni obasında görebileceklerdi.
Havaların iyice sertleşmeye başlaması ve her an kar yağışının başlayabileceği endişesi ile bir ikindi üstü gelin alma kafilesi dönüş yoluna koyulur. Yüksek dağlar, kara tutulmadan aşılması gerektiği, gecenin yolda bir yerde geçirileceği konuşulur. Kafile, çeyizler yüklü hayvanlar ve yaya kişilerle hızlı bir yürüyüşle ormanları, dereleri geçer, Popas yaylasından Karakovanlık boğazına doğru aşarlar. Şimdiki, Gelin Mezarı denilen yere gelindiğinde, hava iyice kararmış, kulakları sağır eden gök gürlemeleri ve gözleri kör eden şimşekler altında, bir de sulu sepkene (yağmu-kar ve dolu karışımı yağış) tutulduklarından, yola devam etmeleri zorlaşmıştır. Kısa süreli bir molaya karar verilir. Hayvanların yükü indirilir (yıkılır) ve ağaç altlarına çekilir, çeyizler yağmura karşı korumaya alınır, insanlar kendilerine kuytu bir ağaç altı veya taş altı bulmaya çalışırlar. Bu telaş ve yorgunluk arasında, yapılan bunca masraf ve çekilen eziyetlerden oldukça sinirlenmiş olan Mahmut Ağa, oğluna hakaretlere başlayarak “ pis bir inadın yüzünden ne hallere düştük, sana yazıklar olsun “ şeklinde söylenmeye başlar.
Anne ve babasından, yakınlarından, sevenlerinden ve yurdundan, köyünden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin üzüntüyü yaşamakta olan taze gelin bu sözler karşısında sessiz kalamaz. Bu hakaretlerin bir hedefi de kendisidir. Taze kocası ve kayın babasının ( o zamanlar “emmi” veya “kaynata” denirdi ) yanına yaklaşır ve kaynatasına bakarak “ bu düğünü bizden çok siz istediniz, evimizden öte gitmeyen sizdiniz “ deyiverir. Bir istekte çok ısrarcı olup, isteğini elde edenler için “ öte gitmediler “ yani, vazgeçmeyip ısrar ettiler, anlatımı kullanılırdı.
Bu hikayenin yaşandığı devirlerde, kadınların, bilhassa, gelinlerin kaynataları ve babaları yanında konuşmaları, onlarla beraber sofraya oturmaları, kocaları ile konuşmaları mümkün olmayan şeylerdi. Hal böyle olunca, bu kişilere karşı cevap vermeleri, tartışma yapmaları (böyle durumlara “ yanşılama” denirdi) hiç yaşanmamış, alışık olunmayan durumlardı. Taze gelin, nasıl olduysa, öfkeli kaynatasına karşı “ yanşılamada “ bulunmuş ve onların kusurlu olduğunu belirten sözünü söylemişti. Beklemediği bir söz duyan Zincirci Mahmut Ağa, bir an duraklar, şaşkınlık içine düşer, kanı beynine sıçramış, öfkesi kontrol edilemez bir hal almıştır. Gelinine doğru döner ve “ senin dilin var da konuşurmusun? “ diyerek elinde tuttuğu, hayvanların yüklerinden çözülen uzun kendir ip (örken denir) yumağını gelinin sırtına doğru olanca gücü ile vurur. Sert ve uzun kendir ip yumağı, gelinin sırtı ve omzuna adeta balyoz gibi değer. İpin düğüm yapılmış bir ucu, yumak ortasından dışarı doğru uzanmış olduğundan, omuza çarpma sırasında gelinin yüzüne uzanır ve tam gözüne çarpar.
Gonca gelin Zeynep “ anam yandım “ demesi ile birlikte yere düşmüştür. Yüzünü kaplayan elleri arasından kanlar boşalmakta, feryatlar figana dönüşmektedir. Gelinin ellerini araladıklarında, o gözünün çarpma anında parçalandığını ve eller arasına aktığını fark ederler. Herkes çaresiz ve panik halindedir. Bir taraftan yaranın sarılmasına çalışılmakta, bir taraftan Mahmut Ağa suçlanmaktadır. Bilinemeyen şey ise bundan sonra neler olacağı, kafilenin yola nasıl devam edeceği ? konusudur.
(devam edecek…)
NOT: Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntıları yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duygularını bu şiirle ifade etmiş oldum….
Ecelin sillesi, değdi bu cana,
Şikayetim olsun, alın yazımdan.
Selamım söylensin, yaslı anama,
Meleğim dediği, nazlı kızından
Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder