4 Kasım 2007 Pazar

Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü

SITMALI DAĞININ GITAL ÜÇLÜSÜ
(Ardıcın Dibindeki Altınların Sırrı )

Bir zamanlar, Akdeniz kıyısı ile Göksu Nehri arasında kalan Orta Toroslar (Taşeli) yöresinde, acımasız ve insafsız eylemleriyle ünlenmiş, insanlar arasında korku salmış ve güvenlik güçlerini uzun zaman peşlerinden koşturmuş olan bir eşkıya gurubu yaşamıştır. Toplam 3 kişiden oluşan bu ekip “ Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü” adıyla anılmıştır. Kış mevsiminde, Anamur veya Taşeli köylerinden birinde, yazları da, Abanoz çevresinde bulunan Sıtmalı Dağında barındıkları için bu isimle bilinmişlerdir. Gıtal kelimesi, birden çok insanı öldürmüş olan eşkıyalar için kullanılan ve “ katil “ kelimesinin çoğulu anlamını taşıyan bir kelimedir. Taşeli yöresinde, bu tanımla anılan diğer ünlü bir kişi de, Barcın-Köpüklü yaylalarında yaşamış, Küçüklü Aşiretini mensubu olan ve “ Gıtal Süleyman” ismiyle bilinen kişidir. Bu kişinin torunları halen Ankara’da yaşamaktadırlar.

Sıtmalı Dağının eşkıyalarının biri İzmirli olup, lakabı “Karanlık Şakir”, ikincisi, Anamur Sugözü köyünden “ Amansız ” , üçüncüsü ise, Karşıyaka köylerinden birinden olan “Kendirci “ lakabı ile tanınan harp kaçaklarıdır. Bunlar, Ege Bölgesindeki bir cephede, bir arada bulunmuş ve arkadaş olmuşlardır. Bir nedenle, birliklerinden topluca firar girişiminde bulunmuşlar ve yakalanarak zincire vurulmuşlardır. Birlikleri yer değiştirirken, nasıl olduysa kaçmışlar ve peşlerine düşen askerlerle çatışmışlardır.

Dağlara çıkan bu üçlü, bulundukları bölgede uzun süre saklanamayacaklarını bildiklerinden, kendileri için en uygun yerin Taşeli bölgesi olabileceği fikrini İzmirliye de kabul ettirmişler ve dağdan dağa, hem kaçarak, hem de gizlenerek bu yöreye ulaşmışlardır. Kış mevsiminde, Sugözü köyü ve çevresinde, yazın ise, Sıtmalı Dağı merkez olmak üzere, Abanoz, Kervanalanı, Beşoluk, Tersakan, Akkuyu, Siğilli ve Karşıyaka yaylalarında geçirmişlerdir. Barınma, giysi ve yemek ihtiyaçlarını köylülerden, yollarda soydukları göçerler ve çoban obalarından sağlamışlar, hızsızlık, soygun, yağma yapmışlar, direnenlere ve kendilerini ihbar edenlere acımasızca şiddet uygulamışlardır. Özellikle, yaz mevsimlerinde, geceleri otlatmak için araziye çıkarılan sürülerden mal çalmışlar, olayı fark ederek karşı gelen çobanları linç etmişlerdir. Zeyve bükünden sonra gelinen Siğilli Boğazını bu eşkıyalara yakalanmadan geçebilmek bir şans olarak kabul edilir olmuştur.
Bölgede ve yaylalarda çok sayıda harp kaçağının bulunduğu bu seferberlik yıllarında, Jandarma timlerinin listelerinin başında bu üçlünün isimleri bulunurmuş. Anamur Sugözü köyünde bir evde gizlendikleri bir sırada Jandarmalar tarafından haber alınarak çembere alınmışlar, bu kuşatmayı pencereden ayak yalın bahçeye atlayarak ve silahlarla çatışarak yarıp dağlara kaçmışlardır. Kendilerini ihbar ettiğini düşündükleri bir köylüyü, yaz mevsiminde, yaylada yakalamışlar ve işkence ile öldürmüşlerdir. Bu korku yılları gelip geçerken, eşkıyalar, evlerden ve yolculardan topladıkları altınları ve diğer kıymetli eşyaları Sıtmalı Dağındaki gizli barınma yerlerinde saklamışlar.

Bölge insanını canından bezdiren ve yaylaları yaşanmaz hale getiren bu canileri yakalamak için farklı bir yöntem uygulamaya karar verilir. Anamur savcılığı ve jandarması, hapishanede yatmakta olan başka bir azılı katili kullanmaya karar verirler. Daha doğrusu, bu tutuklu, yetkililere müracaat ederek “ bana izin verin, firar etmişim gibi duyurun, gidip o canilerden en az birinin kellesi ile geri geleyim “ diye beyanda bulunur. Bunu bir denemek için tutuklu hapishaneden firar etmiş görüntüsü altında salıverilir. Başarırsa kendisine yargılama safhasında yardımcı olunacak ve hafifletici sebeplerden faydalanması sağlanacaktır. Bu işlemler yapılırken, Sugözü köyünden bir kişinin adliye çevresinde olduğu hiç hesaba katılmamıştır. Kendi köylüsü eşkıyanın uzaktan akrabası olan bu kişi hemen Sıtmalı dağına haber göndererek, yakında kendilerinin yanına bir kaçağın geleceğini ve esas amacının onları yakalatmak veya öldürmek olduğunu bildirir.

Dağların korkulu rüyası olan eşkıyalar bulundukları dağın üç tarafına gizlenerek avcılarını beklemeye başlarlar. Nihayet, bir akşam üstü, sırtı başı perişan, yorgun, her tarafı kızarıklar içinde olan bir şahıs, çevreden kaçarmış gibi gözüken telaşlar içinde dağın eteklerinde gözükür. Kayaların arkasında, elinde silahı ile bekleyen Sugözü köyünden olan Amansız Davut lakaplı şaki, bu adamı yakalar. Zavallı adam, hapishaneden kaçtığını, katil olduğunu ve yargılanmasına yakında başlanacağını, delikte (hapishane/dam)) çürümek istemediğini, ekibe katılmak için bir yolunu bulup kaçmayı başardığını ve verilen her türlü görevi yapmak kararında olduğunu iştahla anlatır.

Beklenen misafiri dikkatle dinliyormuş gibi rol kesmekte olan eşkıyalar, adamın anlatımları sona erince, silahlarını onun ensesine dayayıp, esas geliş amacını, görevlendirenlerin kimliklerini ve kaçışının ayrıntılarını anlatıp onu beklemekte olduklarını söylerler. Gelen misafir için, sözün bittiği , hatta her şeyin bittiği andır o an.. Gıtal üçlüsü, avcıyı av olarak avlamışlar, kendileri av iken avcı rolüne geçmişlerdir. Kaçak avcılığına soyunan zavallı adama işkence edilirken “ senden, kelle isteyenlere, mutlaka bir kelle gidecek “ diyerek kulaklarını keserler. Talihsiz avcının ölüsünü bir ağaca asarlar. Kulaklarını bir keseye koyarak, Abanoz yaylasında bir çobana verip Anamur’a göndermesini isterler. Görevlendirilen adamlarını nerde bulacaklarının da söylenmesini isterler.

Bu zalim eşkıyalar, yaylalarda var oldukça, bölgedeki insanların huzur bulamayacaklarına çoktan inanmış olan köylüler, başlarındaki bu beladan kendi kendilerine kurtulmak zorunda olduklarının bilincindedirler. Köyler ve çobanlar arasında bu işin nasıl yapılacağı gizlice konuşulmaya başlanmıştır. Eşkıyalar tek başına bulundukları sırada etkisizleştirilmelidir. Bu plan doğrultusunda, Sugözü köyünden olan şakinin gizlice köye geldiği ve bir yakının evinde olduğu haberi alınınca evin çevresinde pusuya yatarlar. Bu köy Anamur’a en uzak köy olduğundan Jandarma’ya haber verilmesi ve askerlerin gelmesi günler alacaktır. Böyle bir pusunun kurulacağı konusunda yetkililere bilgi verilmiş ve olur alınmıştır. Şaki evden ayrılmak için bahçeye adım attığı sırada etraftan tüfekler patlamaya başlar. Vücuduna isabet eden onlarca dolma tüfek saçmasına daha fazla direnemeyen şaki bir nara/inilti ile yere yıkılır. Böylece, “ üçte biri elde, diğer ikisi acep nerde?” sorusu sorulmaya başlanır....

Arkadaşlarının delik deşik edilerek öldürüldüğünü duyan diğer iki şaki paniğe kapılmıştır. Sıranın kendilerine geldiğini düşünmektedirler. Dağdan aşağıya, köylere ve obalara inmeleri tehlikeli olmaya başlamıştır. Hatta, sürekli yer değiştirdikleri ve ayrı dolaştıkları konuşulmaktadır. Bilinen bir gerçek de, dağlardan inmeden sonsuza kadar yaşamalarının imkansız olduğu hususudur. Nihayet, Karşıyakalı şaki de yiyecek bulmak için Çukur Abanoz geçidine iner. Bir çobandan tehditle aldığı malzemeleri sırtlayarak yamaçları tırmanmaya başlar. Bu sırada boğazın başında eli tüfekli ve sopalı adamlar beklemektedir. Sırtında yükü, elinde silahı ile yol almakta olan eşkıya yukarıdan atılan taşların kafasına çarpmasıyla yere yığılır. Baygın halde yoldan alınarak ormanlık alana götürülen şaki kuru bir ağaç gövdesine sarılır. Etrafta ne kadar kuru dal, ot ve ağaç varsa çevresine yığılır. Adamı öldürmeyecekler, ancak etrafta çıkan bir yangın genişleyerek yakmış olacaktır. Her şey hazır olunca en uzak köşedeki bir dala ateş tutuşturulur ve bölgeden herkes uzaklaşır. Uzaktan izlenen dumanlar ve alevler akşama kadar sürer. Bir gün sonra oradan geçen göçerler yanmış ağaçlar ve yerde rüzgarla etrafa savrulan külleri görürler. Ulu ağaç kökünden hala hafif bir duman tütmektedir. Bu dumanlar, sanki orada yaşananları anlatmak ister gibi kıvrılmakta ve süzülerek boşluğa yayılmaktadır. Bu olaya katılanlar, yaşadıkları hakkında hiç konuşmamak hususunda sözleşirler. Fakat, “hayatta hiçbir şeyin gizli kalmayacağı” gerçeği vardır. Rüzgarla etrafa savrulan küller ve gökyüzüne yükselen dumanlar, tanık oldukları bu sırları geniş alanlara yayarlar ve Midas’ın Kulakları hikayesinde olduğu gibi, bu olay da zaman içinde bilinir olur.

Dağların belalı üçlüsünde “ elde var iki, acep kalan bir nerededir ? “ sorusu sorulmaya başlanır. İzmirli “Karanlık Şakir“ hayatta kalmak için geldiği, bu uzak diyarlarda ve yalçın kayalıklı dağlarda yapayalnız kalmıştır. Yol bilmez, el bilmez olarak nasıl yaşayacak, kışın hangi köye sığınacak, yazın hangi çoban evi veya obaya yamanacaktır. Tek başına kalmış olan bu şakiyi dağlarda bir daha gören olmamıştır. Öldürülmüş veya kendiliğinden ölmüş olabileceği düşünülür. Aslında bir çok kişi, uzun süreler, son iki şakinin dağlarda yaşamayı sürdürdüğünü düşünür ve ölmüş olduklarına inanmazlar. Kısacası, korku dağlarda daha uzun yıllar dolaşacaktır. Ta ki, uzun yıllar sonra, İzmir / Kiraz’da bir köy kahvesinde, köye sonradan yerleşen ve “ Dağlı “ ismi ile tanınan yaşlı bir adamın, İrnebol köyünden bir işçi ile karşılaşmasına kadar..

Uzak memleketlerden geldiğini ve kan davası nedeniyle doğduğu yerleri terk ettiğini söyleyen yabancı, bu köye yıllar önce yerleşmiş ve köyden bir hanımla evlenerek yurt yuva sahibi olmuştur. Aslında, bu kişi, İzmir çevresindeki Malsan dağı eteklerindeki bir köye mensup olan ve harp kaçağı/şaki damgasını taşıdığı için kendi muhitini terk edip bu köye yerleşen, Toros Dağlarının (Sıtmalı) eski Gıtal Üçlüsünün Karanlık lakaplı üyesidir.

Köyde fidan dikimi ve budaması işinde çalışan İrnebolluya yakın ilgi gösteren bu Dağlı, bir gün yalnız oldukları sırada, Sugözü, Sıtmalı, Abanoz, Siğilli, Zeyve ve Tersakan yörelerini sorar. Bu dağları ve çevresini ayrıntılarıyla anlatır. Sonunda, başka yerde söylenmemesi kaydıyla, yaşadığı anılarını ve sırlarını anlatır. Arkadaşlarının ortadan kaybolması sonrasında, dağlarda tek başına kaldığını, panik içinde, kuşların sesi, ağaçların hışırtısı ve otları kıpırtısı ile ölüm korkusuna sürüklendiğini anlatır. Hayatta kalabilmesi için kendi memleketi, yani İzmir yöresine doğru yola çıkması gerektiğine karar verir. Toplamış oldukları tüm altın ve diğer kıymetli malzemeleri Sıtmalı Dağının Kuzey yamaçlarındaki ulu bir ardıç ağacının dibine çukur açarak gömmüş, silahını da bırakarak, yol bilmez bir deli rolünde batıya doğru yola çıkmıştır. Memleketine döndüğü sıralarda çıkan genel afla birlikte serbest kaldığını, alnında taşıdığı “Şaki/Gıtal” damga ile köyünde barınamadığını ve bu köye doğudan gelmiş bir tanrı misafiri görüntüsüyle yerleşmiş olduğunu anlatır.

Bizim işçi dinlediği hikayeyi ve eskiye ait duyumlarını birleştirir. Köyüne döndüğünde, birkaç arkadaşına olayı anlatır. Yörükler yaylaya çıkmadan, omuzlarında kazma ve kürekler olduğu halde, Sıtmalı Dağına doğru yola koyulurlar. Dağın eteklerine varıldığında, Kuzey yamaçlarda o kadar ardıç ağacı ile karşılaşırlar ki, hangisinin dibini kazacaklarına karar veremezler. Kazdıkları çukurlarda altınlar bulundu mu ? bilinmiyor. Dönüş yolunda karşılaştıkları Anamurlu bir çobana olayı anlatırlar, Kısa bir zaman sonra, bu hikaye tüm çevreye yayılır. O günden sonra, ardıç ağacının dibinde yatan altınları sırrı hep konuşulur. Bölgeden gelip geçenler ve define avcıları yolları düştükçe Sıtmalı Dağındaki ardıçların çevresini kazıp dururlar ve bu sırrı çözmeye çalışırlar….

(Başka bir öyküde buluşmak üzere….. )


Yazan : Av. Naci SÖZEN / Kazancı /ERMENEK

Hiç yorum yok: