MANKURTLAŞAN TÜRKLER..!!!!!!
Değerli dostlar;
Hainliğin bu derecesine de tanık olacakmışız demek ki diyoruz.. Televizyon kanallarından Milletin gözüne bakarak “ Atatürk’ü sevmiyorum, fakat, Humeyni’yi seviyorum” diyenleri şaşkınlıkla izledik. Özledikleri Iran görüntülerini de yayınladık.
Bu olayla bağlantısı olan ve uzun zaman önce derleyip yayınladığımız bir yazı aklımıza geldi. Hem de, bu yazının kaynağı olan Ünlü Türk Yazar Cengiz AYMATOV ustanın öldüğü günlerde…. Günümüzde bir çok kişi para karşılığı başka bir devletin idaresinde olmayı tercih ettiklerini açıkça söylemektedirler.. Bu genç kızın “ İngiliz idaresinde olsak daha iyiydi “ dediği gibi.. Şimdi o yazımızı, fikir babasını da rahmetle anarak tekrarlayalım…. Yazı şöyleydi ;
“ Son günlerde gündeme getirilen " "TÜRK HALKININ MANKURTLAŞTIRILMIŞ OLDUĞU" iddialarının doğru olabileceği ihtimali akılları karıştırıyor..
Bu MAHKURTLAŞMA ne demektir?
Bu kavram gündeme ATO Başkanı Sayın Sinan AYGÜN tarafından yazılan " Avrupa Tuzağında Mankurtlaşan Türkiye " isimli kitap piyasaya çıkınca geldi..
Bir televizyon proğramındaki açıklamalar ve Sayın Rahmi TURAN'ın yazısında açıkladığı üzere, bu MANKURT kavramı ilk kez Kırgız Yazar Cengiz AYMATOV'un yazdığı ve Gün Olur Asra Bedel adıyla ülkemizde yayınlanan kitabında geçer.. Bu kitaptaki Nayman Ana söylencesinde bu kavram şöyle anlatılır;
" Mankurt, efendisine sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yaratık.. Açlıktan ölmemek için yiyecek, donmamak için eski de olsa giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemez.. Ve bu mankurt, efendisinin emriyle, kendisinden, aslına dönmesini isteyen öz annesini bile öldürecek kadar kimliğinden ve kişiliğinden uzaklaşmış... olurlar..
Sinan AYGÜN kitabında ve söyleşisinde bu bilgileri vererek, özetle; " bu söylence, bu gün ki Türkiye'nin bir gerçeğidir " dedikten sonra şu değerlendirmeleri yapmaktadır;
" emperyalizmin Türkiye'yi mankurtlaşturma süreci hemen hemen tamamlandı.. Ülkemiz, beyinleri dumura uğrayan, ulusuna tarihine, kültürüne, dinine, bütün öz değerlerine yabancılaşmış kalabalıklarla dolu..
Yabancılaşmanın ötesinde, köleleşme olgusu ile karşı karşıyayız. Beynini ve vicdanını batı değerlerine göre biçimlendiren satılık ve ve kiralık ruhlar ülkesine döndük..
İhanet koalisyonlarının oluşturduğu korodan çıkan sesler, vatansever çığlıkları tamamen bastırdı. Emperyalist dayatmalarına itirazın adı PARAYONAKLIK oldu..Bu ne çürettirki, duvarlarımızdan Mustafa Kemal'i indirmemiz bile istendi.. Çün kü, mankurtlaştırdılar bizi..
Sonuç, cinnet geçiren bir toplum, suç cenneti bir ülke, dilini, dinini, tarihini unutan gençlik, işsizlik, yoksulluk, cahillik..."
i Açıklamalr böyle devam edip gidiyor. Bu arada ATATÜRK'ün kendi ocağı ve yuvası olan Kara Kuvvetleri Komutanlığı bürövesinden nasıl ve kimlerce çıkartıldığı sorunu da tam açıklanmadı diyebiliriz..
Ülkemizin dış güçler ve dahili hainlerce tezgahlanan, planlı, sistemli ve sürekli uygulanmakta olan bir çok OYUN sahası haline gelmiş olduğunu hala anlayamadık.. Hatta, bu oyunlarla yetinmeyenler, belli konu ve yörelerle ilgili başka sinsi planları uygulayarak " OYUN İÇİNDE OYUN " sistemine bile çoktan başvurmuşlar da bizlerin haberi yok, haberi olanlarda mankurtlaşdıkları için bilmiyorlarmış gibi davranıyorlar veya aldırmıyorlar.. Bazende, çok küçün bir menfaat uğruna ülkesel menfaatleri gözardı edebiliyoruz...Bunun örneklerini vereceğiz. Oyun içinde oyunlardan biri olan " Günümüzde KÜRTLEŞTİRME sürecinin son aşamasına gelinen ilimiz neresidir ? " sorusuna cevap vereceğiz..
Sağlık ve mutluluk dileklerimizle,
Av. Naci SÖZEN
13 Haziran 2008 Cuma
Bir Ay Doğdu Geceden
BİR AY DOĞDU GECEDEN
Bir ay doğdu, şu karanlık geceden,
Şavkı vurdu, pencereden, bacadan..
Yalvarmıştım, Yaradan’dan, Yüce’den,
Uykusuz kalmıştım, dünkü geceden,
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe…
Deh…dehhh….dehhhh…..
Söyleyen (Ağıtcı) :Kazancı Yukarı Mahalleden Halil Hocaların gelini, Muttalip Hoca kızı merhum Duduş Garı (Ayşe Nine )…
Derleyen : Naci SÖZEN, 28 Mayıs 2008 / ANKARA
AĞIT (MANİ-YAKIM) ÖYKÜSÜ ;
Osmanlının son dönemlerinde, bitmez ve tükenmez savaşların ve cephelerin yaşandığı devirler.. Halil Hocaların genç ve güçlü oğlu, Muttalip Hoca Kızı Ayşe ile evlendirilmiş ve iki kızları olmuştur. Yeniden başlayan ve yenilgilerle sonuçlanan savaşların birine asker temin etmek amacıyla seferberlik ilan edilmiş ve bu kapsamda Ayşe gelinin kocasına da celp gelmiştir.
Bildik törenler ve helalaşma ile cephelere sevk edilen yağız Anadolu delikanlılarından çoğunun geri dönmeyeceği bilinmektedir. Bu ihtimale rağmen “ Allah’tan umut kesilmez “ deyişi gereği herkes sevdiği kocası, oğlu, kardeşi ve arkadaşının bir gün çıkıp gelmesini umutla beklerdi.
Ayşe gelin de eşinin geri döneceği günü yıllarca beklemiştir. Bir gece gördüğü kötü bir rüya sonrasında, eşinin geri dönmeyeceğine karar vermiş ve yüreğindeki acısını dindirmeye çalışmaktadır. Bir bahar gecesi, küçük kızları uyurken, kendisini uyku tutmamış ve pencere dediğimiz küçük zavrak boşluğundan odanın içine sızan ay ışığına doğru yönelmiştir. Zavrak duvarına dayanarak, başını dışarı doğru uzatıp, görebildiği ay ve ışığı ile aydınlattığı Guzyaka – Kızıltaş istikametini seyrederken, dudaklarından bu satırlar dökülmüştür.
Ağıt, ay ışığı ile bir dertleşme ve çekilen acılar içinde Allah’a yalvarışı, kadere de gizli bir isyanı işlemektedir. Aynı zamanda, bir endişe de dile getirilmiştir. Ordular, yürüttüğü savaşlarda zafer kazanırsa, devletin yine başlarında olacağı, fakat, düşmanların kazanması halinde, devlet dağılacak, kuzgunların ortalıkta duran bir leşe topluca saldırdıkları gibi, düşmanların vatanımıza ve köyümüze çullanacakları endişesi sezilmektedir.
Zaman geçmiş, Ağıtcımızın tahmin ettiği gibi genç eşi cepheden dönmemiştir. Bu satırları, yataklarında uyumuş gibi gizlenen kızları duymuş olup, uzun yıllar sonra, onlarda kendi çocuklarına anlatmışlardır. Böylece, kuşaktan kuşağa aktarılarak unutulması önlenen bu ağıt satırları arkadaşımız Hikmet GÜRBÜZ’e annesi tarafından da söylenmiştir. Biz de, bu arkadaşımızın Ankara ziyaretinde, geçmişimizin manileri üzerine konuşurken hatırlayıp söylediği bu hüzünlü Ağıt ve öyküsünü kayda geçirip okuyucularla paylaşmak istedik…
Derleyen : Av. Naci SÖZEN , Haziran 2008 / ANKARA
Bir ay doğdu, şu karanlık geceden,
Şavkı vurdu, pencereden, bacadan..
Yalvarmıştım, Yaradan’dan, Yüce’den,
Uykusuz kalmıştım, dünkü geceden,
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe…
Deh…dehhh….dehhhh…..
Söyleyen (Ağıtcı) :Kazancı Yukarı Mahalleden Halil Hocaların gelini, Muttalip Hoca kızı merhum Duduş Garı (Ayşe Nine )…
Derleyen : Naci SÖZEN, 28 Mayıs 2008 / ANKARA
AĞIT (MANİ-YAKIM) ÖYKÜSÜ ;
Osmanlının son dönemlerinde, bitmez ve tükenmez savaşların ve cephelerin yaşandığı devirler.. Halil Hocaların genç ve güçlü oğlu, Muttalip Hoca Kızı Ayşe ile evlendirilmiş ve iki kızları olmuştur. Yeniden başlayan ve yenilgilerle sonuçlanan savaşların birine asker temin etmek amacıyla seferberlik ilan edilmiş ve bu kapsamda Ayşe gelinin kocasına da celp gelmiştir.
Bildik törenler ve helalaşma ile cephelere sevk edilen yağız Anadolu delikanlılarından çoğunun geri dönmeyeceği bilinmektedir. Bu ihtimale rağmen “ Allah’tan umut kesilmez “ deyişi gereği herkes sevdiği kocası, oğlu, kardeşi ve arkadaşının bir gün çıkıp gelmesini umutla beklerdi.
Ayşe gelin de eşinin geri döneceği günü yıllarca beklemiştir. Bir gece gördüğü kötü bir rüya sonrasında, eşinin geri dönmeyeceğine karar vermiş ve yüreğindeki acısını dindirmeye çalışmaktadır. Bir bahar gecesi, küçük kızları uyurken, kendisini uyku tutmamış ve pencere dediğimiz küçük zavrak boşluğundan odanın içine sızan ay ışığına doğru yönelmiştir. Zavrak duvarına dayanarak, başını dışarı doğru uzatıp, görebildiği ay ve ışığı ile aydınlattığı Guzyaka – Kızıltaş istikametini seyrederken, dudaklarından bu satırlar dökülmüştür.
Ağıt, ay ışığı ile bir dertleşme ve çekilen acılar içinde Allah’a yalvarışı, kadere de gizli bir isyanı işlemektedir. Aynı zamanda, bir endişe de dile getirilmiştir. Ordular, yürüttüğü savaşlarda zafer kazanırsa, devletin yine başlarında olacağı, fakat, düşmanların kazanması halinde, devlet dağılacak, kuzgunların ortalıkta duran bir leşe topluca saldırdıkları gibi, düşmanların vatanımıza ve köyümüze çullanacakları endişesi sezilmektedir.
Zaman geçmiş, Ağıtcımızın tahmin ettiği gibi genç eşi cepheden dönmemiştir. Bu satırları, yataklarında uyumuş gibi gizlenen kızları duymuş olup, uzun yıllar sonra, onlarda kendi çocuklarına anlatmışlardır. Böylece, kuşaktan kuşağa aktarılarak unutulması önlenen bu ağıt satırları arkadaşımız Hikmet GÜRBÜZ’e annesi tarafından da söylenmiştir. Biz de, bu arkadaşımızın Ankara ziyaretinde, geçmişimizin manileri üzerine konuşurken hatırlayıp söylediği bu hüzünlü Ağıt ve öyküsünü kayda geçirip okuyucularla paylaşmak istedik…
Derleyen : Av. Naci SÖZEN , Haziran 2008 / ANKARA
Nerelerde Rastladım ?
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (11)
( Galiba, Arabada Ermenekli Var ? )
İzmir’de geçici görevle bulunduğum 1980’li yılların başlarıydı. Gece yarısından sonra sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Bu nedenle, misafirliğe, gazinoya veya sinemaya gidenler yasak başlamadan evlerine veya kalacakları misafirhaneye dönmek zorundaydılar. Bir akşam, İzmir’in Karabağlar semtinde oturan akrabalarımızı ziyarete gitmiştim. Çaylar içilip sohbetler edilirken, geç kalmamak için, çaktırmadan, saatin kaç olduğunu da gözetliyordum.
Konak civarındaki Orduevine zamanında varmak için biraz erken, ev sahipleriyle vedalaşıp yola çıktım. İlk gelen dolmuşa bindim. Araba şehir merkezine doğru gittiğinden zaman itibariyle yolcu fazla değildi. Arka koltuklarda iki kişi, ortalarda ben ve ön koltukta bir bay ve yanında bir bayan yolcu vardı. Dolmuş, Eşref Paşa semtinden aşağıya eğildi. Konak meydanına inen yol “ varyant “ denilen kıvrımlar şeklindeydi. Dolmuşun içindeki sakin ve sessizlik ortamı, ön koltukta oturanların konuşmaları arasında geçen “ aluuuu, otobüsü kaçıracağız hoyuuu “ şeklindeki feryatla değişti. Belli ki, bu yolcular Konak meydanından başka bir otobüse binecekler ve şehirler arası otobüs garajına yetişeceklerdi.
Beni ilgilendiren husus, bu yolcular arasında geçen konuşmanın içeriği değil, kelimelerin uzatılarak (sündürülerek), farklı, yani, bizim bölgenin insanı lisanıyla (lehçesi-ağzı) konuşuluyor olmasıydı. Hemen dikkatimi yönlendirdim. Sessizlikten faydalanarak, kendi kendime “ dolmuşta Ermenekli var gibi “ diye mırıldandım. Öndeki çift, hemen başlarını arkaya çevirerek sesin sahibini aramaya başladı. Göz göze gelince, gülümseyerek, Ermenekli olduğumu, konuşmaların bana yabancı gelmediğini söyledim. Dolmuş süratle son durağa yaklaşıyordu.
Dolmuştan inerek tanışma faslını da tamamladık. Yolcu çift, uzun yıllar Ermenek Belediye Meclisi üyeliği ve Başkan vekilliği de yapmış olan terzi Muhittin DEMİRAYAK ve eşiydi. Kısa bir konuşma-tanışma sonrası garaja doğru yolcu ettik. Bu tanışmayla başlayan dostluğumuz halen devam etmektedir. Kendisi, nesli tükenmiş olan “ ısmarlama elbise diken “ eski terzilerin son temsilcisi olarak halen mesleğini icra etmektedir. Ermenek merkeze her vardığımda, dükkanına uğrar ve kapıdan girerken “ dolmuşta Ermenekli mi var? “ diyerek tanışma olayını hatırlatırım. Demek ki, Ermenekliye her an ve her yerde rastlayabilirmişiz dedirten bir olayımız da bu …
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerelerde Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , 15 Haziran 2008 / ANKARA
( Galiba, Arabada Ermenekli Var ? )
İzmir’de geçici görevle bulunduğum 1980’li yılların başlarıydı. Gece yarısından sonra sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Bu nedenle, misafirliğe, gazinoya veya sinemaya gidenler yasak başlamadan evlerine veya kalacakları misafirhaneye dönmek zorundaydılar. Bir akşam, İzmir’in Karabağlar semtinde oturan akrabalarımızı ziyarete gitmiştim. Çaylar içilip sohbetler edilirken, geç kalmamak için, çaktırmadan, saatin kaç olduğunu da gözetliyordum.
Konak civarındaki Orduevine zamanında varmak için biraz erken, ev sahipleriyle vedalaşıp yola çıktım. İlk gelen dolmuşa bindim. Araba şehir merkezine doğru gittiğinden zaman itibariyle yolcu fazla değildi. Arka koltuklarda iki kişi, ortalarda ben ve ön koltukta bir bay ve yanında bir bayan yolcu vardı. Dolmuş, Eşref Paşa semtinden aşağıya eğildi. Konak meydanına inen yol “ varyant “ denilen kıvrımlar şeklindeydi. Dolmuşun içindeki sakin ve sessizlik ortamı, ön koltukta oturanların konuşmaları arasında geçen “ aluuuu, otobüsü kaçıracağız hoyuuu “ şeklindeki feryatla değişti. Belli ki, bu yolcular Konak meydanından başka bir otobüse binecekler ve şehirler arası otobüs garajına yetişeceklerdi.
Beni ilgilendiren husus, bu yolcular arasında geçen konuşmanın içeriği değil, kelimelerin uzatılarak (sündürülerek), farklı, yani, bizim bölgenin insanı lisanıyla (lehçesi-ağzı) konuşuluyor olmasıydı. Hemen dikkatimi yönlendirdim. Sessizlikten faydalanarak, kendi kendime “ dolmuşta Ermenekli var gibi “ diye mırıldandım. Öndeki çift, hemen başlarını arkaya çevirerek sesin sahibini aramaya başladı. Göz göze gelince, gülümseyerek, Ermenekli olduğumu, konuşmaların bana yabancı gelmediğini söyledim. Dolmuş süratle son durağa yaklaşıyordu.
Dolmuştan inerek tanışma faslını da tamamladık. Yolcu çift, uzun yıllar Ermenek Belediye Meclisi üyeliği ve Başkan vekilliği de yapmış olan terzi Muhittin DEMİRAYAK ve eşiydi. Kısa bir konuşma-tanışma sonrası garaja doğru yolcu ettik. Bu tanışmayla başlayan dostluğumuz halen devam etmektedir. Kendisi, nesli tükenmiş olan “ ısmarlama elbise diken “ eski terzilerin son temsilcisi olarak halen mesleğini icra etmektedir. Ermenek merkeze her vardığımda, dükkanına uğrar ve kapıdan girerken “ dolmuşta Ermenekli mi var? “ diyerek tanışma olayını hatırlatırım. Demek ki, Ermenekliye her an ve her yerde rastlayabilirmişiz dedirten bir olayımız da bu …
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerelerde Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , 15 Haziran 2008 / ANKARA
7 Haziran 2008 Cumartesi
Nerelerde Rastladım - (9)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (9)
( Sirkeci Köseoğlu Pasajı’nda Bir Dükkan )
İstanbul’da öğrenciliğimiz sırasında, yani, 1970 yılında, cebimizde yeterli miktarda harçlık olmadığından sivil kıyafet alamıyor, şehir izinlerinde sürekli olarak okuldan verilen resmi elbiseleri giyiyordum. Bir çok arkadaşım da benim gibi kırsal kesimden gelmiş, dar gelirli ailelerin çocukları olduğundan aynı durumdaydılar. Varlıklı ailelere mensup olduğu her hallerinden belli olan birkaç arkadaş, zamanın moda kıyafetlerinden satın alarak şehir izinlerinde giyiyorlardı. İki kefilli senet düzenleyerek yapılan satışlar yeni başlamış ve İGS (İstanbul Giyim Sanayi) başta olmak üzere bir kısım mağaza taksitli satışlar yapıyordu. Bizler öğrenci olduğumuz ve maaşlı kefilimiz olmadığından bu tür satışlardan da faydalanamıyorduk.
Eğitim yılının ortalarına doğru, şehir izninden dönen bir arkadaş, etrafına topladığı öğrencilere hararetli bir nutuk atıyordu. Guruba yaklaşarak anlatılanları yakalamaya çalıştım. Şehirde karşılaştığı diğer askeri okullardan öğrencilerin, Sirkecide bulunan bir mağazanın, resmi kurumlara mensup okul öğrencilerine (askeri okullar ve polis okulları) istediği giyecekleri peşinsiz olarak verdiği, ödemenin mezun olup maaşa bağlandıktan sonra başlayacağı, iki öğrencinin kefilliğinin kabul edildiği şeklinde bilgiler edindiğini, mağazanın Köseoğlu pasajına girişte olduğunu anlatıyordu. Mağazada, iskarpinden spor ayakkabısına, gömlekten kravata, kazaktan paltoya kadar her şey varmış. Hatta, elbise için, kendilerinde bulunan bir kumaş seçilirse, anlaştıkları bir terzide diktiriyorlar ve dikiş parasını da kendileri ödüyorlarmış. Resmi okulların öğrencilerinin genellikle okullarından mezun oldukları ve hemen maaşa bağlandıkları için bu uygulamanın yapıldığı konuşuldu. Arkadaşlarımızın kefilliği kabul edildiğine göre, üç kişi olarak mağazaya gidersek bir birimize kefil olarak herkesin istediği giysileri alabileceği anlaşılıyordu. Bu yıllarda, ekonomik dengeler henüz bozulmamış, Türk halkı henüz enflasyon canavarı ile tanışmamış, paramız yabancı paralar karşısında pul olmamış, Arap-İsrail savaşı yaşanmamış ve dünyada petrol krizi başlamamıştı. Kısacası, satılan malın fiyatı uzun süre sabit kalıyor, satıcı, aynı malı aynı fiyatla tekrar yerine koyabiliyordu.
Duyduklarım herkes gibi benimde hoşuma gitmişti. Birkaç arkadaşla anlaşarak ilk hafta sonu izninde bu mağazaya gidecek ve ayrıntılı bilgiler alacaktık. Hafta boyunca bu durumu düşündüm ve bu kadar inceliği değerlendiren ve uzun zaman sonrasında yapılacak ödeme riskini göze alan, uyanık girişimcilerin kimler olabileceğini merak ettim. Hafta sonu geldi ve anlaştığımız arkadaşlarla banliyö trenine binerek, Sirkeci istasyonunda indik ve aradığımız pasajı sorarak giriş kapısına dayandık. İş hanı olan binanın ilk mekanında karşımıza gelen mağaza aranan yerdi. Hava Harp Okulu öğrencileri olduğumuz resmi kıyafetlerimizden anlaşılıyordu. İçerisi bizden önce gelmiş, denizci, karacı subay ve astsubay okulu öğrencileri ve polis okulu öğrenciler ile doluydu.
Görevli tezgahtarlarla görüşme sırasının bize gelmesini beklerken, gözlerimiz içerde bulunan ve satın alabileceğimiz malzemelerdeydi. Bu arada, gözüm telaşla, sorulan sorulara cevap vermeye çalışan, yüzü yabancı gelmeyen genç bir görevliye takıldı. Bu görevli, Ermenek Ortaokulundan sınıf arkadaşım olan futbolcu İsmail TOPAKTAŞ’tan başkası değildi. Biraz yaklaşarak “ merhaba İsmail, sen misin, hayrola, burada necisin?” dedim. Şaşkın bakışlarıyla beni tanıyan İsmail “ vay, Naci sen haa..” diye bağırarak boynuma sarıldı. Kısa bir konuşma yaptık. Böyle orijinal bir yerde nasıl iş bulduğunu sordum. İş bulmasının çok kolay olduğunu, çünkü, mağaza sahiplerinin Ermenekli Kubilay YILMAZ ve kardeşi olduğunu söyledi. Şaşkınlık sırası bana gelmişti. Bu kadar enteresan ve kimsenin düşünemeyeceği bir fikri ve uygulamayı ancak bir Ermeneklinin düşünebileceğini aklımdan geçirdim. Mağaza sahibinin Ermenek ile fiziksel ve duygusal bağlantılarının devam edip etmediğini sordum. Çünkü, bize, uzaklarda yaşayan bir çok Ermeneklinin kuşaklar öncesi sılayı terk ettikleri ve sonraki kuşakların Ata Yurdu bu uzak diyarları bilmedikleri, görmedikleri anlatılmıştı. Arkadaşım İsmail, patronlarının sılalarından hiç kopmadıklarını, izine giderken ilk ısmarladıklarının “ kuru keş (suya ıslatılan Yörük keşi), düğü, tat tak helva, bandırma ve ceviz” olduğunu, her hafta batırık (batırma) yaptıklarını anlattı.
Patronu Ermenekli, çalışan tezgahtarı Ermenekli olan bu mağazadan, arkadaşlarımızla bir birimize karşılıklı kefil olmak suretiyle, istediğimiz malları satın aldık. Hayatımda ilk defa, boğazlı kazak, kürk yakalı kaban, rugan ayakkabı ve kolalı gömlek sahibi olmuştum. Şehir iznine çıktığımda, o dönemler İstanbul’da bekar olarak terzilik yapan amca oğlum Abdurrahman SÖZEN’den ödünç palto almayacaktım. Bu alış verişler eğitimin sonuna kadar sürdü. Mezun olarak İstanbul dışına çıktığımızda ve maaşa bağlandığımızda taksitlerimi ödemeye başladım. Zaman içinden telefon ederek diğer (kefil olduğum) arkadaşlarımın ödemelerini sordum. Zaten, birkaç yıl sonra, ekonomik kriz, enflasyon ve şiddet hareketleri derken veresiye mal satmak imkansız hale geldi. Arkadaşım İsmail de bir müddet sonra Almanya’ya gitti. Yıllar sonra Ermenek Ortaokulu önünde (2006 yılında) düzenlediğimiz mezuniyetin 40. yılını kutlama törenine katıldı. Yurtdışı dönüşünü takiben Karaman merkeze yerleşmiş ne halen orada yaşıyordu.
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, İstanbul’daki birkaç tanıdığı ve Sayın Mesut GÜRBÜZ’ü aradım. Köseoğlu Pasajındaki Ermenekli mağaza sahiplerinin şimdiki durumları hakkında bilgi verilmesini istedim. Maalesef, bu akıllı ve girişimci Ermeneklilerin çoktan vefat etmiş olduklarını büyük bir üzüntüyle öğrendim. Gurbet ellerde, başarılı olmuş, bize ve diğer hemşerilerimize sayısız iyilikleri dokunmuş, doğdukları toprakları hiç unutmamış ve geleneklerini hep yaşamış-yaşatmış olan bu değerli insanlara ve diğerlerine sonsuz rahmetler diliyorum..
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerede Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , Nisan 2008 / ANKARA
( Sirkeci Köseoğlu Pasajı’nda Bir Dükkan )
İstanbul’da öğrenciliğimiz sırasında, yani, 1970 yılında, cebimizde yeterli miktarda harçlık olmadığından sivil kıyafet alamıyor, şehir izinlerinde sürekli olarak okuldan verilen resmi elbiseleri giyiyordum. Bir çok arkadaşım da benim gibi kırsal kesimden gelmiş, dar gelirli ailelerin çocukları olduğundan aynı durumdaydılar. Varlıklı ailelere mensup olduğu her hallerinden belli olan birkaç arkadaş, zamanın moda kıyafetlerinden satın alarak şehir izinlerinde giyiyorlardı. İki kefilli senet düzenleyerek yapılan satışlar yeni başlamış ve İGS (İstanbul Giyim Sanayi) başta olmak üzere bir kısım mağaza taksitli satışlar yapıyordu. Bizler öğrenci olduğumuz ve maaşlı kefilimiz olmadığından bu tür satışlardan da faydalanamıyorduk.
Eğitim yılının ortalarına doğru, şehir izninden dönen bir arkadaş, etrafına topladığı öğrencilere hararetli bir nutuk atıyordu. Guruba yaklaşarak anlatılanları yakalamaya çalıştım. Şehirde karşılaştığı diğer askeri okullardan öğrencilerin, Sirkecide bulunan bir mağazanın, resmi kurumlara mensup okul öğrencilerine (askeri okullar ve polis okulları) istediği giyecekleri peşinsiz olarak verdiği, ödemenin mezun olup maaşa bağlandıktan sonra başlayacağı, iki öğrencinin kefilliğinin kabul edildiği şeklinde bilgiler edindiğini, mağazanın Köseoğlu pasajına girişte olduğunu anlatıyordu. Mağazada, iskarpinden spor ayakkabısına, gömlekten kravata, kazaktan paltoya kadar her şey varmış. Hatta, elbise için, kendilerinde bulunan bir kumaş seçilirse, anlaştıkları bir terzide diktiriyorlar ve dikiş parasını da kendileri ödüyorlarmış. Resmi okulların öğrencilerinin genellikle okullarından mezun oldukları ve hemen maaşa bağlandıkları için bu uygulamanın yapıldığı konuşuldu. Arkadaşlarımızın kefilliği kabul edildiğine göre, üç kişi olarak mağazaya gidersek bir birimize kefil olarak herkesin istediği giysileri alabileceği anlaşılıyordu. Bu yıllarda, ekonomik dengeler henüz bozulmamış, Türk halkı henüz enflasyon canavarı ile tanışmamış, paramız yabancı paralar karşısında pul olmamış, Arap-İsrail savaşı yaşanmamış ve dünyada petrol krizi başlamamıştı. Kısacası, satılan malın fiyatı uzun süre sabit kalıyor, satıcı, aynı malı aynı fiyatla tekrar yerine koyabiliyordu.
Duyduklarım herkes gibi benimde hoşuma gitmişti. Birkaç arkadaşla anlaşarak ilk hafta sonu izninde bu mağazaya gidecek ve ayrıntılı bilgiler alacaktık. Hafta boyunca bu durumu düşündüm ve bu kadar inceliği değerlendiren ve uzun zaman sonrasında yapılacak ödeme riskini göze alan, uyanık girişimcilerin kimler olabileceğini merak ettim. Hafta sonu geldi ve anlaştığımız arkadaşlarla banliyö trenine binerek, Sirkeci istasyonunda indik ve aradığımız pasajı sorarak giriş kapısına dayandık. İş hanı olan binanın ilk mekanında karşımıza gelen mağaza aranan yerdi. Hava Harp Okulu öğrencileri olduğumuz resmi kıyafetlerimizden anlaşılıyordu. İçerisi bizden önce gelmiş, denizci, karacı subay ve astsubay okulu öğrencileri ve polis okulu öğrenciler ile doluydu.
Görevli tezgahtarlarla görüşme sırasının bize gelmesini beklerken, gözlerimiz içerde bulunan ve satın alabileceğimiz malzemelerdeydi. Bu arada, gözüm telaşla, sorulan sorulara cevap vermeye çalışan, yüzü yabancı gelmeyen genç bir görevliye takıldı. Bu görevli, Ermenek Ortaokulundan sınıf arkadaşım olan futbolcu İsmail TOPAKTAŞ’tan başkası değildi. Biraz yaklaşarak “ merhaba İsmail, sen misin, hayrola, burada necisin?” dedim. Şaşkın bakışlarıyla beni tanıyan İsmail “ vay, Naci sen haa..” diye bağırarak boynuma sarıldı. Kısa bir konuşma yaptık. Böyle orijinal bir yerde nasıl iş bulduğunu sordum. İş bulmasının çok kolay olduğunu, çünkü, mağaza sahiplerinin Ermenekli Kubilay YILMAZ ve kardeşi olduğunu söyledi. Şaşkınlık sırası bana gelmişti. Bu kadar enteresan ve kimsenin düşünemeyeceği bir fikri ve uygulamayı ancak bir Ermeneklinin düşünebileceğini aklımdan geçirdim. Mağaza sahibinin Ermenek ile fiziksel ve duygusal bağlantılarının devam edip etmediğini sordum. Çünkü, bize, uzaklarda yaşayan bir çok Ermeneklinin kuşaklar öncesi sılayı terk ettikleri ve sonraki kuşakların Ata Yurdu bu uzak diyarları bilmedikleri, görmedikleri anlatılmıştı. Arkadaşım İsmail, patronlarının sılalarından hiç kopmadıklarını, izine giderken ilk ısmarladıklarının “ kuru keş (suya ıslatılan Yörük keşi), düğü, tat tak helva, bandırma ve ceviz” olduğunu, her hafta batırık (batırma) yaptıklarını anlattı.
Patronu Ermenekli, çalışan tezgahtarı Ermenekli olan bu mağazadan, arkadaşlarımızla bir birimize karşılıklı kefil olmak suretiyle, istediğimiz malları satın aldık. Hayatımda ilk defa, boğazlı kazak, kürk yakalı kaban, rugan ayakkabı ve kolalı gömlek sahibi olmuştum. Şehir iznine çıktığımda, o dönemler İstanbul’da bekar olarak terzilik yapan amca oğlum Abdurrahman SÖZEN’den ödünç palto almayacaktım. Bu alış verişler eğitimin sonuna kadar sürdü. Mezun olarak İstanbul dışına çıktığımızda ve maaşa bağlandığımızda taksitlerimi ödemeye başladım. Zaman içinden telefon ederek diğer (kefil olduğum) arkadaşlarımın ödemelerini sordum. Zaten, birkaç yıl sonra, ekonomik kriz, enflasyon ve şiddet hareketleri derken veresiye mal satmak imkansız hale geldi. Arkadaşım İsmail de bir müddet sonra Almanya’ya gitti. Yıllar sonra Ermenek Ortaokulu önünde (2006 yılında) düzenlediğimiz mezuniyetin 40. yılını kutlama törenine katıldı. Yurtdışı dönüşünü takiben Karaman merkeze yerleşmiş ne halen orada yaşıyordu.
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, İstanbul’daki birkaç tanıdığı ve Sayın Mesut GÜRBÜZ’ü aradım. Köseoğlu Pasajındaki Ermenekli mağaza sahiplerinin şimdiki durumları hakkında bilgi verilmesini istedim. Maalesef, bu akıllı ve girişimci Ermeneklilerin çoktan vefat etmiş olduklarını büyük bir üzüntüyle öğrendim. Gurbet ellerde, başarılı olmuş, bize ve diğer hemşerilerimize sayısız iyilikleri dokunmuş, doğdukları toprakları hiç unutmamış ve geleneklerini hep yaşamış-yaşatmış olan bu değerli insanlara ve diğerlerine sonsuz rahmetler diliyorum..
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerede Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , Nisan 2008 / ANKARA
24 Nisan Günü
TARİHİMİZDE, “ 23 NİSAN VE 24 NİSAN “ GÜNLERİ NEDEN ÖNEMLİDİR ?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Ulusal Egemenliğimizin temelini teşkil eden Milli Mücadele (kurtuluş Savaşı) destanımızı ve bu mücadeleyi gerçekleştiren kahramanları unutmamak için hiç olmazsa Milli Bayram günlerinde hafızalarımızı yoklayalım. Ulusal Egemenliğimizin kazanılması ve korunması yönünden, bu gün, yani, 23 Nisan 2008 günü, Milletçe kutlamakta olduğumuz bayramımızın, artan bir coşku ile, sonsuza kadar kutlanmaya devam edilmesini diliyor, herkesin bu yüce bayramını gönülden kutluyoruz. Sonuç olarak, 23 Nisan günleri, Kurtuluş Savaşımızın temeli olması, Milli Egemenlik ve Bağımsızlık gününü hatırlatması, Vatan, Millet, Devlet ve Bayrak gibi kutsal sayılan değerlerimize olan sevgimizi pekiştirmesi yönlerinden bizler için çok önemli bir gündür.
Bu günün hemen ertesinde yaşayacağımız “ 24 Nisan” gününün önemi nedir? Bizim yakın tarihimizle ilgili olarak önemi olan “ 24 Nisan “ günü, Ermeniler tarafından, Anadolu’da isyan çıkararak Osmanlı Ordusu’nu arkadan vuran, düşmanlarla işbirliği yapan, halkımızı katleden ve sonrasında başarısızlığa uğradıklarında, geleceğe yatırım olsun diye SÖZDE “ SOYKIRIM GÜNÜ “ olarak seçilen, bir asırdan beri sürekli canlı tutulan ve dünya çapında yayılarak bir çok ülkenin kanunlarına girmesi ve meydanlarına anıtlar dikilmesi gibi önemli aşamalar kazandırılan bir gündür.
Tarihimizi bilmediğimiz, okuma alışkanlığımızın az olduğu ve hafızamızın zayıflığı gibi eleştirileri haklı çıkarırcasına, torak bütünlüğümüzü ve Milli varlığımızı tehdit eder seviyeye gelmiş olan bu ve benzer olaylara karşı ilgisiz ve bilgisiz davranmayı sürdürüyoruz. Düşmanlarımız ise, tarihin derinliklerinden gelenler dahil hiçbir sorunu unutmuyor, yazıyor, okuyor, yayıyor ve canlı tutarak, fırsatını bulduğunda hemen karşımıza çıkarıyorlar.
" OSMANLI ARŞİVLERİ YILDIZ TASNİFİ /ERMENİ MESELESİ " KİTABINA GÖRE,(RESMİBELGELER), Özetle ; (belgedeki bilgileri aynen alıyoruz),
" Osmanlı Devleti 1. Dünya savaşı içinde Doğu cephesi başta olmak üzere bir çok cephede savaşırken Ermeni Komitelerinin doğu şehirlerinde isyanlar çıkarması, düşmanla işbirliği yapması ve Türk halkını katletmeleri üzerine, önceden olayların boyutu anlaşılamamış ve kısa süreceği düşünülmüştür. Ancak, Ermeni saldırıları artarak yayılınca, OLMAK, YADA OLMAMAK ayrımında olan Osmanlı Devleti, bu kötü durumun vahametini anlar ve zamanın dahiliye Nazırı,Talat Paşa, Erzurum Mebbusu Vartkes Efendiye, Ermenilerin düşmanla işbirliğini sürdürmeleri halinde şiddetli tedbirler alınacağını ihtar eder.Osmanlı Devletinin seferberlik ilan etmesinden 9 ay sonra bile isyanlar devam ettiğinden köklü tedbirler alınmasına karar verilir. 24 Nisan 1915 günü , vilayetlere ve mutasarrıflıklara gizli bir telgraf çekilerek, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, evraklarına el konulması ve elebaşlarının tutuklanması istenir. 26 Nisan 1915 günü Başkumandanlık tarafından birliklere mesajlar çekilerek 2345 Ermeni Komitacısının /isyancı çetelerin liderleri / tutuklanması sağlanmıştır. İşte, Ermeni isyanlarının dönüm noktası olan ve Ermenilerin başarısızlığının en önemli dönüm olayı olan bu tutuklamanın hareket günü ki, bu gün 24 Nisan günü olup, Ermeniler için “ EN KÖTÜ GÜN /KARA GÜN”olduğundan sözde SOYKIRIM GÜNÜ olarak kabul edilmiş ve kutlanmaya başlanmıştır..”
Araştırmalarımızda karşımıza çıkan bu bilgileri okurlarla paylaşmak ve bir birini takip eden bu iki gününün bizler için ne kadar önemli (zıt etkilerle) olduğunu hayretlerinize sunmak istedim.
Yazan : Araştıran Av. Naci SÖZEN, 23 Nisan 2008 /ANKARA
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Ulusal Egemenliğimizin temelini teşkil eden Milli Mücadele (kurtuluş Savaşı) destanımızı ve bu mücadeleyi gerçekleştiren kahramanları unutmamak için hiç olmazsa Milli Bayram günlerinde hafızalarımızı yoklayalım. Ulusal Egemenliğimizin kazanılması ve korunması yönünden, bu gün, yani, 23 Nisan 2008 günü, Milletçe kutlamakta olduğumuz bayramımızın, artan bir coşku ile, sonsuza kadar kutlanmaya devam edilmesini diliyor, herkesin bu yüce bayramını gönülden kutluyoruz. Sonuç olarak, 23 Nisan günleri, Kurtuluş Savaşımızın temeli olması, Milli Egemenlik ve Bağımsızlık gününü hatırlatması, Vatan, Millet, Devlet ve Bayrak gibi kutsal sayılan değerlerimize olan sevgimizi pekiştirmesi yönlerinden bizler için çok önemli bir gündür.
Bu günün hemen ertesinde yaşayacağımız “ 24 Nisan” gününün önemi nedir? Bizim yakın tarihimizle ilgili olarak önemi olan “ 24 Nisan “ günü, Ermeniler tarafından, Anadolu’da isyan çıkararak Osmanlı Ordusu’nu arkadan vuran, düşmanlarla işbirliği yapan, halkımızı katleden ve sonrasında başarısızlığa uğradıklarında, geleceğe yatırım olsun diye SÖZDE “ SOYKIRIM GÜNÜ “ olarak seçilen, bir asırdan beri sürekli canlı tutulan ve dünya çapında yayılarak bir çok ülkenin kanunlarına girmesi ve meydanlarına anıtlar dikilmesi gibi önemli aşamalar kazandırılan bir gündür.
Tarihimizi bilmediğimiz, okuma alışkanlığımızın az olduğu ve hafızamızın zayıflığı gibi eleştirileri haklı çıkarırcasına, torak bütünlüğümüzü ve Milli varlığımızı tehdit eder seviyeye gelmiş olan bu ve benzer olaylara karşı ilgisiz ve bilgisiz davranmayı sürdürüyoruz. Düşmanlarımız ise, tarihin derinliklerinden gelenler dahil hiçbir sorunu unutmuyor, yazıyor, okuyor, yayıyor ve canlı tutarak, fırsatını bulduğunda hemen karşımıza çıkarıyorlar.
" OSMANLI ARŞİVLERİ YILDIZ TASNİFİ /ERMENİ MESELESİ " KİTABINA GÖRE,(RESMİBELGELER), Özetle ; (belgedeki bilgileri aynen alıyoruz),
" Osmanlı Devleti 1. Dünya savaşı içinde Doğu cephesi başta olmak üzere bir çok cephede savaşırken Ermeni Komitelerinin doğu şehirlerinde isyanlar çıkarması, düşmanla işbirliği yapması ve Türk halkını katletmeleri üzerine, önceden olayların boyutu anlaşılamamış ve kısa süreceği düşünülmüştür. Ancak, Ermeni saldırıları artarak yayılınca, OLMAK, YADA OLMAMAK ayrımında olan Osmanlı Devleti, bu kötü durumun vahametini anlar ve zamanın dahiliye Nazırı,Talat Paşa, Erzurum Mebbusu Vartkes Efendiye, Ermenilerin düşmanla işbirliğini sürdürmeleri halinde şiddetli tedbirler alınacağını ihtar eder.Osmanlı Devletinin seferberlik ilan etmesinden 9 ay sonra bile isyanlar devam ettiğinden köklü tedbirler alınmasına karar verilir. 24 Nisan 1915 günü , vilayetlere ve mutasarrıflıklara gizli bir telgraf çekilerek, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, evraklarına el konulması ve elebaşlarının tutuklanması istenir. 26 Nisan 1915 günü Başkumandanlık tarafından birliklere mesajlar çekilerek 2345 Ermeni Komitacısının /isyancı çetelerin liderleri / tutuklanması sağlanmıştır. İşte, Ermeni isyanlarının dönüm noktası olan ve Ermenilerin başarısızlığının en önemli dönüm olayı olan bu tutuklamanın hareket günü ki, bu gün 24 Nisan günü olup, Ermeniler için “ EN KÖTÜ GÜN /KARA GÜN”olduğundan sözde SOYKIRIM GÜNÜ olarak kabul edilmiş ve kutlanmaya başlanmıştır..”
Araştırmalarımızda karşımıza çıkan bu bilgileri okurlarla paylaşmak ve bir birini takip eden bu iki gününün bizler için ne kadar önemli (zıt etkilerle) olduğunu hayretlerinize sunmak istedim.
Yazan : Araştıran Av. Naci SÖZEN, 23 Nisan 2008 /ANKARA
Çoculu Kardeşler
KABALAK EŞKIYALARI ÇOCULU KARDEŞLER’İN HİKAYESİ
Osmanlı ordularının dört cephede savaştığı ve seferberlik emriyle köyünden ayrılan erkeklerin geri dönmedikleri dönemlerde, Taşeli yöresi dağları asker kaçaklarıyla dolmuştu. Bu kaçakların bazıları, sevk emirleri geldiğinde hemen dağa çıkıyor, diğerleri, sevk sırasında veya cepheden kaçıp memleketlerine geri dönüyorlardı. Kaçaklar, genellikle 3-4 kişilik guruplar halinde dolaşırdı. Nöbet tutulması, ihtiyaç maddelerinin temin edilmesi ve inlerde saklanması işleri için fazla insana ihtiyaç vardı. Kendi bölgesinde saklanamayanlar, bir tanıdık veya akrabası bulunan civar köylerin dağlarına gidiyordu. Kazancılı kaçaklar, yaylalardaki Yörük obalarına sığınıyor, Akmanastır ve Sarıvadi kaçakları bizim yaylaları tercih ediyorlardı. Anamur Yörüklerinden olan “ Çoculu Kardeşler “ de Kazancı’nın Kabalak yaylasına saklanmışlardı.
Asker kaçakları arasından, soygun, yol kesme, mal çalma, kadınlara saldırı ve şiddet uygulama gibi yasalara ve ahlaki kurallara aykırı yöntemleri seçenler “ eşkıya” olarak tanımlanırdı. Yayınlanmış olan “ Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü “ isimli hikayemiz, bu nitelikli eşkıyaları anlatır. Anamur Yörüklerinden asker kaçakları iken Kabalak yaylası ve çevresini saklanma bölgesi olarak seçen, namı değer “ Çoculu Kardeşler “ kaçak olma özelliğinin ilerisine geçmişler ve etrafa korku salan kötü eylemleriyle “ eşkıyalar “ olarak tanınmışlardı.
Ermenekli Hacı Sofulara ait bir sürüden keçi çalan bu kişiler, sürünün Kazancı Merkez Mahalleden olan çobanının karşı koyması üzerine, çobanı feci şekilde döverler. Çobana, “ sürü ağaların, nerden bilecek bu keçiye ne olduğunu, canavar yedi veya sürüden ayrılıp gitmiş dersin, inat etme, dayak yemeden uzaklaş “ demelerine aldırmadan, “ bu sürü bana emanet, hıyanetlik edemem, yalan söyleyemem” diyerek eşkıyalara saldırısını sürdürmüş ve ölüm derecesinde dayak yemiştir. Haber alan Ağa, hemen Kazancıya gelmiş, çobanına kızarak “ be oğlum, bir keçi için bu dayağı yemişsin, keçinin üstüne birde oğlak versen de hiç dayak yemeseydin” diyerek onu azarlamak istemiş, bu söze karşılık, çoban, yaralı haliyle “bana emanet edilen malı korumalıyım” diyerek dürüstlüğünü sürdürmüştür. Ermenek Jandarmasına giden Ağa, bu eşkıya kardeşlerin mutlaka yakalanmasını talep etmiştir. Eşkıyaların, yaylalardaki çobanlar veya çiftçilerden yardım gördükleri de söyleniyordu. Çevrede çok sayıda kaçak olduğundan, sürekli olarak jandarma baskını ve korkusu yaşarlardı.
Çoculu Kardeşler, kıvrak ve atik, hareketli, kurnaz ve atıcı kişiler olduğundan her baskın veya kuşatmadan ustalıkla kurtuluyorlardı. Ermenek’te görev yapan, zamanın ünlü Jandarma Çavuşu (Trakyalı Haydar Çavuş) tüm kaçaklar ve eşkıyaların korkulu rüyası olmuştu. Kabalak Taş olarak bilinen tepede Çoculu Kardeşler kıstırılır. Çatışma sırasında bir jandarma eri vurulur ve eşkıyalar kayanın tepesinden atlayarak kaçarlar. Taşın tam zirvesine çıkan biri, peşlerindeki Çavuşa ağır hakaret içeren küfürler ederek tahriklerini sürdürmüştür. Büyük bir öfkeye ve kine kapılan Haydar Çavuş, çevresine “ bu eşkıyaları ölü veya diri yakalayanları alnından öpeceğim “ şeklinde söz verir. Kazancı yaylalarında herkes tarafından tanınmış olan bu eşkıyalar, diğer kaçaklardan da çekinerek bölgeyi terk ederler ve Çömlekci, Tozlu ve Popas yaylalarından sonra Akmanastır ve Sarıvadi yaylalarına geçerler. İzlerinin oralarda da sürüleceğini ve jandarmanın peşlerini bırakmayacağını anlayan bu eşkıyalar, besili iki at temin ederek Gazipaşa, Akseki ve Alanya bölgesine doğru uzaklaşma kararı alırlar. Karar verilmiştir, fakat, bu besili atlar nereden ve nasıl temin edilecektir?
Çoculu Kardeşler, bu tehlikeli bölgeden uzaklaşmak için ihtiyaç duydukları besili atlardan birini Akmanastır köyünün zenginlerinden olan İmamlar (Gümüş) sülalesinin ahırından, diğerini de, zamanın Sarıvadi muhtarı Hacı Mümin Ağa’nın ahırından çalacaklardır. Bu bilgiler, Muhterem Hocamız Prof. Dr. (önceki Rektör ve YÖK üyelerinden) Mümin KÖKSOY tarafından yazılmış olan “ Karamanoğulları, Ermenek ve Bir Bölge Medresesi “ isimli kitapta (Ankara 2007 basımı, sayfa, 226-227) geniş olarak yer almıştır. Bu hikaye kapsamında, kitapta yer alan bilgileri kullanmak için kitabın yazarından izin alınmıştır. Yaklaşan bir dini bayramdan faydalanarak atları çalmayı planlamış olan eşkıya kardeşler, bekledikleri gün gelince, yani, arife günü gecesi bir birinden ayrılır ve iki köyün yolunu tutarlar. Alaca karanlıkta, silahları paltolarının altına gizlenmiş, yüzleri fazla belirgin olmayacak şekilde kapatılmış, yayla çobanlarının namaz için köylere inmiş olduğu izlenimi verecek bir tarzda sokaklarda ilerlemektedirler.
Sarıvadi köyüne giden eşkıya, at çalacağı evi bulur ve uygun bir ortam kollamaya başlar. Bu sırada, Koca Ali ismindeki köylü, erkenden camiye gitmek için sokağa çıkmıştır.. Biraz ilerde, alaca karanlıkta gördüğü bu meçhul kişiye “ arkadaş, sen kimsin? “ diye seslenir. Bu soru heybetli eşkıyanın ağırına gider ve “ ulan, beni senden sorarlar mı? “ şeklinde bağırarak elindeki mavzerin dipçiğini köylünün alnına çakar. Burada eşkıyanın kendisini çok önemli ve köylüyü çok basit kişiler olarak algılaması vardır. Eşkıyaya göre, basit bir köylü, ünlü bir dağ eşkıyasını hakkında bir şey bilemez ve kimse de ona bu konuda soru sormaz anlamına gelmektedir. Aslında, eşkıya bu davranışı ile, üzerinde olduğu işini unutmuş ve kimliğini ele vermiş olmaktadır.
Eşkıyanın tüfek dipçiği alnında çatlayan Koca Ali, gözlerinin önünden uçuşan yıldızlar arasında “ imdat, yetişin “ diye bağırarak onun boynuna sarılır. İkisi birden yere yuvarlanmışlardır. İmdat sesini Dede adındaki oğlu duyar ve “ bu bağıran babam” diyerek olay yerine koşar. Çevreden yetişen diğer köylülerle birlikte Çoculu etkisiz hale getirilir. Elinden silahı alınır ve iplerle elleri, ayakları bağlanarak köy odasına kapatılır. Bu sırada, diğer Çoculu’nun Akmanastır köyüne gittiği öğrenilmiştir. Bu köye adam salınarak haber verilir. Muhtar başta olmak üzere tüm Akmanastırlı sokak aralarında insan avı başlatır. Bir tavuk kümesinde yakalanan eşkıya, üç kişi ile Sarıvadi köyüne gönderilir. Çoculu kardeşler, elleri ve ayakları bağlı vaziyette, demir parmaklı ve kilitli bir odaya kapatılır. Köy bekçisi Bekir, jandarmaya haber vermek üzere atıyla Ermenek yollarına düşmüştür.
Bekçi, şehre gece varacak ve Jandarma ancak ikinci gün köye gelebilecektir. Köylü bayram hazırlığındadır. Nihayet, arife akşamı yat saatinde insafa gelinerek eşkıyaların elleri çözülür. Şafak vakti tüm erkekler bayram namazına gitmiştir. Camiden namaz sonrası çıkıldığında eşkıyalardan birinin odada olmadığı fark edilir. Kapı ve pencere sağlamdır. Bu eşkıya nasıl kaçtı ? diğeri niye burada kaldı ? sorularına cevap ararlar. Neden sonra, eşkıyanın kardeşinin omzuna çıkarak odanın bacası (yemek ocağının) içinde yukarı çıktığı, kardeşini çıkaramadığı, hava aydınlanınca da telaşlanıp köyü terk ettiği anlaşılır.
Sarıvadi köylüleri ellerindeki azılı eşkıyayı kaçırtmış olmanın üzüntüsü içindedir. Diğerini bari Jandarma gelene kadar elimizde tutalım diyerek ellerini tekrar bağlarlar. Köyün erkeklerinden çoğu cephelerdedir. Bu arada, savaş kaçağı olan Sarıvadili Hacı Hüseyin’in Mustafa isminde biri köyün üzerindeki kayalıklarda gizlenmektedir. Köylü, bayram sevinciyle bir birini kutlarken, öğleye yakın saatlerde, köyün üstündeki kayalıklardan bir ses “ acele gelin, adamınız burada, yetişin” diye bağırmaktadır. Çoculu dağlara doru tırmanırken, Kıran mevkisinde, asker kaçağı Mustafa tarafından görülür. Dur ihtarına uymadığı için silahını ateşleyen Mustafa, eşkıyayı bacaklarından vurmuştur. Olay yerine gelen köylüler, kaçağın kan kaybını önleyecek şekilde bacaklarını sararlar ve onu bir katıra yükleyerek köye taşırlar.
Sarıvadi köylüleri dini bayramlarını kutlarken, iki azılı eşkıyayı jandarmaya teslim etmek üzere olduklarından çifte mutluluk yaşıyorlardı. Nihayet, ikindi üstü, köy bekçisi Bekir, yanında bir jandarma timi ile Göksu çayı yönünden köye yaklaşmaktadır. Jandarma timinin Komutanı Trakyalı Haydar Çavuştur. Çavuş, eşkıyaların yanına gelince kendisini tutamaz ve onları biraz hırpalar. Yaralı olan çok kan kaybetmiştir. Çavuş, Kazancı yaylası Kabalak çatışmasında verdiği sözü hatırlar ve “ bu eşkıyaları kim yakaladıysa ortaya çıksın, onu alnından öpeceğime söz verdim “ diye seslenir. Yaralı eşkıya ölebilir ve sorumluluk doğar diye kimse bir şey söyleyemez. Haydar Çavuş “ yakalayan asker kaçağı bile olsa ortaya çıksın, onu izinli sayacağım” deyince gerçek anlatılır. Asker kaçağı haber gönderilerek köye getirilir. Kaçak Mustafa, Haydar Çavuş’un yanına gelince “ Komutanım, durmadı, yakalamak için bacağına atmak zorunda kaldım, beni affedin “ deyince, Çavuş, hiddetli bir tavırla “ niye biraz yukarı atıp da gebertmedin “ der ve herkes rahat bir nefes alır.
Jandarma Komutanı, verdiği sözü tutar ve kaçak Mustafa’yı alnından öperek kutlar. Kendisine “ benden sana iki ay izin, sonunda doğru birliğine katılacaksın “ emrini verir. Eşkıyaları alarak Ermenek merkeze dönem Çavuş, Mustafa için izin kağıdı tanzim edip köye gönderir. İzin sonunda, yetkisini kullanarak bir yazı yazar ve Mustafa bu yazıyı alarak Konya üzerinden birliğine döner. Kaçak sayılmayacak, mahkemeye çıkmayacak ve kaldığı yerden askerlik hizmetine devam edecektir. Yakaladığı azılı eşkıya ve kaçakları bizzat Konya’ya kadar götürerek toplanma ve dağıtım merkezine teslim etmeyi adet haline getirmiş olan Haydar Çavuş, Kabalak Eşkıyaları adıyla korku ve nam salmış olan Anamurlu Çoculu Kardeşleri de kendi elleriyle teslim etmek üzere Karaman, Konya yoluna düşer.
Bu eşkıya hadisesi de tesadüflere ve fedakarlıklara dayalı bir dizi zahmetli işlerden sonra kapanır. Çoculu Kardeşlerin sonlarının ne olduğu hakkında hiçbir bilgi alınamaz. Savaşlar sonunda da onları yaylalarda gören ve duyan olmaz..
(Başka bir Hikayede buluşmak üzere .. selamlar )
Yazan /Derleyen : Kazancılı Naci SÖZEN, Nisan 2008 / ANKA
Osmanlı ordularının dört cephede savaştığı ve seferberlik emriyle köyünden ayrılan erkeklerin geri dönmedikleri dönemlerde, Taşeli yöresi dağları asker kaçaklarıyla dolmuştu. Bu kaçakların bazıları, sevk emirleri geldiğinde hemen dağa çıkıyor, diğerleri, sevk sırasında veya cepheden kaçıp memleketlerine geri dönüyorlardı. Kaçaklar, genellikle 3-4 kişilik guruplar halinde dolaşırdı. Nöbet tutulması, ihtiyaç maddelerinin temin edilmesi ve inlerde saklanması işleri için fazla insana ihtiyaç vardı. Kendi bölgesinde saklanamayanlar, bir tanıdık veya akrabası bulunan civar köylerin dağlarına gidiyordu. Kazancılı kaçaklar, yaylalardaki Yörük obalarına sığınıyor, Akmanastır ve Sarıvadi kaçakları bizim yaylaları tercih ediyorlardı. Anamur Yörüklerinden olan “ Çoculu Kardeşler “ de Kazancı’nın Kabalak yaylasına saklanmışlardı.
Asker kaçakları arasından, soygun, yol kesme, mal çalma, kadınlara saldırı ve şiddet uygulama gibi yasalara ve ahlaki kurallara aykırı yöntemleri seçenler “ eşkıya” olarak tanımlanırdı. Yayınlanmış olan “ Sıtmalı Dağının Gıtal Üçlüsü “ isimli hikayemiz, bu nitelikli eşkıyaları anlatır. Anamur Yörüklerinden asker kaçakları iken Kabalak yaylası ve çevresini saklanma bölgesi olarak seçen, namı değer “ Çoculu Kardeşler “ kaçak olma özelliğinin ilerisine geçmişler ve etrafa korku salan kötü eylemleriyle “ eşkıyalar “ olarak tanınmışlardı.
Ermenekli Hacı Sofulara ait bir sürüden keçi çalan bu kişiler, sürünün Kazancı Merkez Mahalleden olan çobanının karşı koyması üzerine, çobanı feci şekilde döverler. Çobana, “ sürü ağaların, nerden bilecek bu keçiye ne olduğunu, canavar yedi veya sürüden ayrılıp gitmiş dersin, inat etme, dayak yemeden uzaklaş “ demelerine aldırmadan, “ bu sürü bana emanet, hıyanetlik edemem, yalan söyleyemem” diyerek eşkıyalara saldırısını sürdürmüş ve ölüm derecesinde dayak yemiştir. Haber alan Ağa, hemen Kazancıya gelmiş, çobanına kızarak “ be oğlum, bir keçi için bu dayağı yemişsin, keçinin üstüne birde oğlak versen de hiç dayak yemeseydin” diyerek onu azarlamak istemiş, bu söze karşılık, çoban, yaralı haliyle “bana emanet edilen malı korumalıyım” diyerek dürüstlüğünü sürdürmüştür. Ermenek Jandarmasına giden Ağa, bu eşkıya kardeşlerin mutlaka yakalanmasını talep etmiştir. Eşkıyaların, yaylalardaki çobanlar veya çiftçilerden yardım gördükleri de söyleniyordu. Çevrede çok sayıda kaçak olduğundan, sürekli olarak jandarma baskını ve korkusu yaşarlardı.
Çoculu Kardeşler, kıvrak ve atik, hareketli, kurnaz ve atıcı kişiler olduğundan her baskın veya kuşatmadan ustalıkla kurtuluyorlardı. Ermenek’te görev yapan, zamanın ünlü Jandarma Çavuşu (Trakyalı Haydar Çavuş) tüm kaçaklar ve eşkıyaların korkulu rüyası olmuştu. Kabalak Taş olarak bilinen tepede Çoculu Kardeşler kıstırılır. Çatışma sırasında bir jandarma eri vurulur ve eşkıyalar kayanın tepesinden atlayarak kaçarlar. Taşın tam zirvesine çıkan biri, peşlerindeki Çavuşa ağır hakaret içeren küfürler ederek tahriklerini sürdürmüştür. Büyük bir öfkeye ve kine kapılan Haydar Çavuş, çevresine “ bu eşkıyaları ölü veya diri yakalayanları alnından öpeceğim “ şeklinde söz verir. Kazancı yaylalarında herkes tarafından tanınmış olan bu eşkıyalar, diğer kaçaklardan da çekinerek bölgeyi terk ederler ve Çömlekci, Tozlu ve Popas yaylalarından sonra Akmanastır ve Sarıvadi yaylalarına geçerler. İzlerinin oralarda da sürüleceğini ve jandarmanın peşlerini bırakmayacağını anlayan bu eşkıyalar, besili iki at temin ederek Gazipaşa, Akseki ve Alanya bölgesine doğru uzaklaşma kararı alırlar. Karar verilmiştir, fakat, bu besili atlar nereden ve nasıl temin edilecektir?
Çoculu Kardeşler, bu tehlikeli bölgeden uzaklaşmak için ihtiyaç duydukları besili atlardan birini Akmanastır köyünün zenginlerinden olan İmamlar (Gümüş) sülalesinin ahırından, diğerini de, zamanın Sarıvadi muhtarı Hacı Mümin Ağa’nın ahırından çalacaklardır. Bu bilgiler, Muhterem Hocamız Prof. Dr. (önceki Rektör ve YÖK üyelerinden) Mümin KÖKSOY tarafından yazılmış olan “ Karamanoğulları, Ermenek ve Bir Bölge Medresesi “ isimli kitapta (Ankara 2007 basımı, sayfa, 226-227) geniş olarak yer almıştır. Bu hikaye kapsamında, kitapta yer alan bilgileri kullanmak için kitabın yazarından izin alınmıştır. Yaklaşan bir dini bayramdan faydalanarak atları çalmayı planlamış olan eşkıya kardeşler, bekledikleri gün gelince, yani, arife günü gecesi bir birinden ayrılır ve iki köyün yolunu tutarlar. Alaca karanlıkta, silahları paltolarının altına gizlenmiş, yüzleri fazla belirgin olmayacak şekilde kapatılmış, yayla çobanlarının namaz için köylere inmiş olduğu izlenimi verecek bir tarzda sokaklarda ilerlemektedirler.
Sarıvadi köyüne giden eşkıya, at çalacağı evi bulur ve uygun bir ortam kollamaya başlar. Bu sırada, Koca Ali ismindeki köylü, erkenden camiye gitmek için sokağa çıkmıştır.. Biraz ilerde, alaca karanlıkta gördüğü bu meçhul kişiye “ arkadaş, sen kimsin? “ diye seslenir. Bu soru heybetli eşkıyanın ağırına gider ve “ ulan, beni senden sorarlar mı? “ şeklinde bağırarak elindeki mavzerin dipçiğini köylünün alnına çakar. Burada eşkıyanın kendisini çok önemli ve köylüyü çok basit kişiler olarak algılaması vardır. Eşkıyaya göre, basit bir köylü, ünlü bir dağ eşkıyasını hakkında bir şey bilemez ve kimse de ona bu konuda soru sormaz anlamına gelmektedir. Aslında, eşkıya bu davranışı ile, üzerinde olduğu işini unutmuş ve kimliğini ele vermiş olmaktadır.
Eşkıyanın tüfek dipçiği alnında çatlayan Koca Ali, gözlerinin önünden uçuşan yıldızlar arasında “ imdat, yetişin “ diye bağırarak onun boynuna sarılır. İkisi birden yere yuvarlanmışlardır. İmdat sesini Dede adındaki oğlu duyar ve “ bu bağıran babam” diyerek olay yerine koşar. Çevreden yetişen diğer köylülerle birlikte Çoculu etkisiz hale getirilir. Elinden silahı alınır ve iplerle elleri, ayakları bağlanarak köy odasına kapatılır. Bu sırada, diğer Çoculu’nun Akmanastır köyüne gittiği öğrenilmiştir. Bu köye adam salınarak haber verilir. Muhtar başta olmak üzere tüm Akmanastırlı sokak aralarında insan avı başlatır. Bir tavuk kümesinde yakalanan eşkıya, üç kişi ile Sarıvadi köyüne gönderilir. Çoculu kardeşler, elleri ve ayakları bağlı vaziyette, demir parmaklı ve kilitli bir odaya kapatılır. Köy bekçisi Bekir, jandarmaya haber vermek üzere atıyla Ermenek yollarına düşmüştür.
Bekçi, şehre gece varacak ve Jandarma ancak ikinci gün köye gelebilecektir. Köylü bayram hazırlığındadır. Nihayet, arife akşamı yat saatinde insafa gelinerek eşkıyaların elleri çözülür. Şafak vakti tüm erkekler bayram namazına gitmiştir. Camiden namaz sonrası çıkıldığında eşkıyalardan birinin odada olmadığı fark edilir. Kapı ve pencere sağlamdır. Bu eşkıya nasıl kaçtı ? diğeri niye burada kaldı ? sorularına cevap ararlar. Neden sonra, eşkıyanın kardeşinin omzuna çıkarak odanın bacası (yemek ocağının) içinde yukarı çıktığı, kardeşini çıkaramadığı, hava aydınlanınca da telaşlanıp köyü terk ettiği anlaşılır.
Sarıvadi köylüleri ellerindeki azılı eşkıyayı kaçırtmış olmanın üzüntüsü içindedir. Diğerini bari Jandarma gelene kadar elimizde tutalım diyerek ellerini tekrar bağlarlar. Köyün erkeklerinden çoğu cephelerdedir. Bu arada, savaş kaçağı olan Sarıvadili Hacı Hüseyin’in Mustafa isminde biri köyün üzerindeki kayalıklarda gizlenmektedir. Köylü, bayram sevinciyle bir birini kutlarken, öğleye yakın saatlerde, köyün üstündeki kayalıklardan bir ses “ acele gelin, adamınız burada, yetişin” diye bağırmaktadır. Çoculu dağlara doru tırmanırken, Kıran mevkisinde, asker kaçağı Mustafa tarafından görülür. Dur ihtarına uymadığı için silahını ateşleyen Mustafa, eşkıyayı bacaklarından vurmuştur. Olay yerine gelen köylüler, kaçağın kan kaybını önleyecek şekilde bacaklarını sararlar ve onu bir katıra yükleyerek köye taşırlar.
Sarıvadi köylüleri dini bayramlarını kutlarken, iki azılı eşkıyayı jandarmaya teslim etmek üzere olduklarından çifte mutluluk yaşıyorlardı. Nihayet, ikindi üstü, köy bekçisi Bekir, yanında bir jandarma timi ile Göksu çayı yönünden köye yaklaşmaktadır. Jandarma timinin Komutanı Trakyalı Haydar Çavuştur. Çavuş, eşkıyaların yanına gelince kendisini tutamaz ve onları biraz hırpalar. Yaralı olan çok kan kaybetmiştir. Çavuş, Kazancı yaylası Kabalak çatışmasında verdiği sözü hatırlar ve “ bu eşkıyaları kim yakaladıysa ortaya çıksın, onu alnından öpeceğime söz verdim “ diye seslenir. Yaralı eşkıya ölebilir ve sorumluluk doğar diye kimse bir şey söyleyemez. Haydar Çavuş “ yakalayan asker kaçağı bile olsa ortaya çıksın, onu izinli sayacağım” deyince gerçek anlatılır. Asker kaçağı haber gönderilerek köye getirilir. Kaçak Mustafa, Haydar Çavuş’un yanına gelince “ Komutanım, durmadı, yakalamak için bacağına atmak zorunda kaldım, beni affedin “ deyince, Çavuş, hiddetli bir tavırla “ niye biraz yukarı atıp da gebertmedin “ der ve herkes rahat bir nefes alır.
Jandarma Komutanı, verdiği sözü tutar ve kaçak Mustafa’yı alnından öperek kutlar. Kendisine “ benden sana iki ay izin, sonunda doğru birliğine katılacaksın “ emrini verir. Eşkıyaları alarak Ermenek merkeze dönem Çavuş, Mustafa için izin kağıdı tanzim edip köye gönderir. İzin sonunda, yetkisini kullanarak bir yazı yazar ve Mustafa bu yazıyı alarak Konya üzerinden birliğine döner. Kaçak sayılmayacak, mahkemeye çıkmayacak ve kaldığı yerden askerlik hizmetine devam edecektir. Yakaladığı azılı eşkıya ve kaçakları bizzat Konya’ya kadar götürerek toplanma ve dağıtım merkezine teslim etmeyi adet haline getirmiş olan Haydar Çavuş, Kabalak Eşkıyaları adıyla korku ve nam salmış olan Anamurlu Çoculu Kardeşleri de kendi elleriyle teslim etmek üzere Karaman, Konya yoluna düşer.
Bu eşkıya hadisesi de tesadüflere ve fedakarlıklara dayalı bir dizi zahmetli işlerden sonra kapanır. Çoculu Kardeşlerin sonlarının ne olduğu hakkında hiçbir bilgi alınamaz. Savaşlar sonunda da onları yaylalarda gören ve duyan olmaz..
(Başka bir Hikayede buluşmak üzere .. selamlar )
Yazan /Derleyen : Kazancılı Naci SÖZEN, Nisan 2008 / ANKA
MİLLİ MÜCADELE’NİN SON TANIĞI GAZİ YAKUP SATAR
VE
KAZANCILI GAZİLERİMİZ ANISINA
Gazeteler ile internet sayfaları ve televizyon haber bültenlerine önemli bir olay olarak düşen “ Yaşayan Son İstiklal Savaşı Gazisi’de Öldü “ cümlesi, bir dönemin canlı tanıklarının kalmadığı ve gelecek nesillerin, Kurtuluş Savaşı dönemleriyle ilgili bilgileri sadece kitaplardan okumakla yetinmek zorunda kalacakları anlamına geliyordu. Haberin ayrıntısında, 1898 Kırım doğumlu ve Eskişehir’de yaşamakta olan 110 yaşındaki, yaşayan son ve tek İstiklal Savaşı Gazisi Yakup SATAR’ın 02 Nisan 2008 günü, saat 22.50 sıralarında vefat ettiği, Basra cephesi ve Sakarya Meydan Savaşına katıldığı, 50 civarında torunu olduğu ve torunlarının torunlarını da görmüş olduğu gibi ayrıntılara da yer verilmişti. Gazi Yakup SATAR, hükümetin bir bakan ve bir kaç milletvekili ile temsil edildiği, bölgedeki Askeri ve Sivil devlet görevlileri ve vatandaşların katılımı ile yapılan törenle toprağa verilmişti. Yakın bir geçmişte, bu savaşlara katılmış olan yaşayan gazi sayısının 45 olduğunu okumuştum. Bu kadar gazi ne de kısa bir zaman içinde uçup gitmişti.
Bu haberi veren gazetenin aynı sayfasında, aynı günlerde ölmüş olan, Fransa’nın 1. Dünya Savaşına katılmış son Gazisi Lazare PONTİCELLİ için yapılmış cenaze töreni de yer almış olup, bu son gazi için ülkenin her yanında bayrakların yarıya indirildiği, törenin tam bir devlet töreni olduğu, Cumhurbaşkanı SARKOZY ve önceki Cumhurbaşkanı CHİRAC, tüm bakanlar, devletin üst düzey görevlileri ve halkın katılımı ile ülke çapında Milli bir olay niteliğinde törenler yapıldığı da belirtiliyordu. Bu iki devletin, son gazilerine karşı göstermiş oldukları ilgi ve önemdeki bariz farklılık yürekleri burkan hususlardı.
Kurtuluş Savaşı (Milli Mücadele) gerçeği, Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bu savaşı kazanan şehitler, gaziler ve tüm vatandaşlar için bir zaferden öteye, bir VAR OLMA veya YOK OLMAMA mücadelesi niteliğindedir. Kurtuluş Savaşına çok sayıda Kazancılının katıldığı ve az sayıda gazinin geri döndüğü, diğerlerinin şehitlik mertebesine eriştikleri bilinen gerçektir. Kayıtları tutulmadığından, bizler, sadece geri dönebilen gazileri hatırlıyor, onların isimlerini ve yaşadıklarını yazabiliyoruz. Bu bilgilerimiz de, onların savaş sonrası çevrelerine anlattıkları anılarından akıllarda kalanlardır.
Milletimizin ortak inancı ve sürekli tekrarladıkları şey “ şehitler ölmez “ sözüdür. Şehitler elbette unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Şehitler, asıl unutulunca ölürler deyişi önemli bir sözdür. Bu vesile ile, bizler, hiç olmazsa, hafızalarımızda olan Kazancılı merhum gazilerimizi ve onlarla ilgili kısacık bilgileri gelecek nesillere aktarmış olalım diyerek bu satırları yazıyoruz.
Kurtuluş Savaşına Katılmış Olan Kazancılı Gaziler ;
- Gazi Kasım Alisi, ömrünü cephelerde geçirmiş olan bu gazimizin hayat hikayesi “ Cepheden Cepheye Koşan Bir Kazancılı “ başlıklı yazımızda anlatılmıştı. Filistin cephesinden sağ olarak dönebilen 3 Kazancılıdan biri olan bu kahraman, evlendirildikten bir ay sonra tekrar silah altına alınarak Afyon cephesine gönderilir. Bu savaşların en trajik olaylarından olan “ Çiğiltepe Taarruzu”’na katılır. Yunanlıları denize kadar kovalar ve İzmir sokaklarında devriye gezer. Terhisinden sonra Kazancıya dönerek uzun yıllar çiftçilik yapar ve 1960’lı yılların sonunda, Ermenek yolunda devrilen bir otobüsün altında kalarak hayatını kaybeder.
- Gazi Hasan Ali, merkez mahalleden, Öğretmen-Şair Sayın Sami TUNCA’nın babası olup, aynı adlı kitap da hayatı anlatılmıştır. Veli oğlu ve 1893 doğumlu olan Gazi Hasan Ali, 1918 yılımda Şam’da konuşlu 2. Kolordu, 73. alay, 3. Tb. 7. Bl. Sıhhiye Çavuşudur. Bu birliğin Komutanı da Mustafa Kemal’dir. Babası, Balkan Harbi sırasında Edirne yakınlarındaki TUNCA nehri kıyısında şehit edilmiştir. Cepheden yaralı döner. Bir gözü kör olmuştur. Bu nedenle “ tekaüt” yani malül emekli edilmiştir. Kazancı da yaşantısını sürdürürken aniden hastalanır ve 1934 yılında vefat eder.
- Gazi Mehmet Çavuş, Yukarı mahalleden Alim Hocalar sülalesine mensup olan ve Şıh Mehmet (Uçan Süvari) adlarıyla da anılan gazimiz Şark harekatı, Batı cephesi dahil 20 yıl savaşmış, bu sürelerde toplam 4 yılı at üstünde geçmiştir. Hayat hikayesi ayrı bir yazı ile yayınlanacak olan bu müthiş insan, savaş sonrası köyüne dönmüş ve 1950’li yılların sonralarında vefat etmiştir. Biz kendisini azda olsa hatırlıyoruz. Yüzünde, kollarında ve vücudunda çok sayıda mermi yarası olduğunu görenler vardı.
- Gazi Molla Hasan, bir çok savaşa katılmış, Batı cephesinde birliğinden uzak düşmüş, ölen atların etleri bittiği zaman, arazideki yenebilen otları koyunlar gibi otlayarak hayatta kalabildiklerini anlatmış durmuştur. Dev cüssesi, omuzundan eksik etmediği poşusu ve gür sesiyle ezan okuyuşunu hatırlıyoruz. Yılı ve günü unutulmuş olan bir tarihte bu dünyadan sessizce göçüp gitmiştir.
- Gazi Mustafa Çavuş, Daddiri Goca (Korkmaz) olarak da bilinirdi. Batı cephesinde savaşmış ve sonrasında Yukarı mahallede uzun yıllar yaşantısını sürdürmüştür. Bilinen en önemli özelliği, gür sesiyle çok iyi tekmil vermesiymiş. Komutanlar geleceğinde, nöbetçi olmadığı zamanlar bir tekmil vermesi için arkadaşları ona yalvarırlarmış. Son yıllarında, kasabada yaşayan ihtiyarları dolaşır, eski günleri konuşurdu.
- Gazi Tahir Hoca,(Tuncel) Milli Mücadele yıllarında, Isparta-Burdur bölgesi asker toplanma merkezinde görev yapmıştır. Anamur çevresinden toplanan Hıristiyan erkekler de bu merkeze getirilmişler, bazıları kendisini görünce “ biz Anamurlu Büyük Konstantin akrabalarıyız “ diyerek yardım beklemişlerdir. Büyük Konstantin, zamanın meşhur taş duvar ustası olup, Kazancıdaki eski yapılarda çalışmış ve civarda tanınmıştır.
- Gazi Şahasan Süleymen, Merkez mahalleden olup, Batı cephesinde Yunanlı esirlerin toplandığı merkezde muhafızlık yapmıştır. Çok cesur ve güçlü kuvvetli bir insanmış. Hatıraları kayıt altına alınmadığından fazla bilgi yoktur.
- Gazi Tığgulak Hasan, çobanlık yapan bu Gazimizin hayatı da “ Üşümez Adam” isimli yazımızda ele alınmıştır. Kendisi, kışla ve cephelerde en iyi borazan çalan asker olarak bilinir. Savaş sonrası çobanlığa devam etmiş, son 30 yılını felçli olarak geçirmiştir.
- Gazi Dumbul Mehmet Efendi, medrese mezunu alim bir kişidir. Filistin cephesi savaşları, Kahire de İngilizlerin elinde esirlikten sonra köye dönmüş, sonra, batı cephesine sevk edilmiştir. Bilgisi ve becerisi nedeniyle bölük komutanlığına kadar yükselmiş ve rütbe ile terhis edilmiştir. Savaş bittiği halde, uzun yıllar l
- kendisinden haber gelmemiş, gaip belgesi geldikten sonra, bir sabah kendisi çıkıp gelmiş ve tekrar nüfusa kayıt edilmiştir. Cihanbeyli ilçesinde imamlık da yapmış olup, 1951 yılında vefat etmiştir.
- Tekaütlerden Gazi Mustafa, Büyük taarruza katılmış, boynuna aldığı kılıç darbesiyle ağır yaralanmış ve ölüler arasında gün boyu kalmıştır. Bir gün sonra ölüler toplandığında, bedeninin sıcak olduğunu fark eden bir asker komutanlarına haber vermiştir. Cephe gerisindeki revire götürüldüğünde yaşamakta olduğu görülmüş ve doktorlar tedaviye almışlardır. Uzun süre komada kalmış, boyun damarları kesildiği halde uzun süre ölmemiş olmasına akıl erdirememişlerdir. Ayıldığı zaman doktorlar başına toplanmış ve nereli olduğu, nasıl beslendiği, ne iş yaptığı gibi sorular sormuşlar, aldıkları cevap meraklarını gidermemiştir. Doktorlardan biri “ köyümüzde kara dut yetişir mi, dut yer miydiniz ? “ diye sormuş, tarlalarında ve evlerinin merdiven dibinde bile kara dut ağacı olduğunu, yazları her gün dut yediklerini öğrenince bu kan kaybına rağmen ölmemesini kara dut yemesine bağlamışlardır.
- Gazi Akbaş Goca (Çelebi), Yukarı mahalleli bu gazimiz, bizim çocukluğumuzda yaylalarda savaş anılarını dinleyebildiğimiz tek gazimizdir. Kendisine soru sormadan hemen anlatmaya başlar ve “ hava soğuktu, Ali İhsan Paşa emir verdi. Rus mevzisine doğru ilerlemeye başladık, silahlar ellerimize buz tutmuştu “ diyerek Şark cephesinden anlatır, bir zaman sonra Batı cephesine geçerdi.
- Gazi Goca Cemil, Süllüoğullarından olup bir çok cephede savaşmıştır. Çatışmalar durunca hemen ezan okumaya başladığını ve askerlerin saf tutarak namaza durduklarını anlatırmış. İstiklal madalyası sahibi olduğu bilinirdi.
Kazancılı bir kaç gazinin isimlerine ve hayat hikayelerinden cümlelere yer verdik. Elbette, yıllar süren savaşlar, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı cephelerinde bir çok Kazancılı şehit olmuş, az sayıda gazi köyüne dönebilmiştir. Burada yer veremediğimiz bir çok gazimizin olduğuna eminiz. Basra zindanlarında yatan Safiyanın Ömer ve Moskova sokaklarında dolaşan Bıyıklı Halil’in hikayelerini de önceden yayınlamıştık.
Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması sürecinde, üstlendiği sorumluluklar, icra ettiği görevler ve yaptığı katkılar yönünden en önemli unsurlardan biri de Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi dir. Yurdumuzun tüm bölgelerini temsilen Ankara yollarına düşen Meclis üyesi bu fedakar insanlardan 115 kişinin katılımı ile meclisin ilk toplantısı 23 Nisan 1920 günü yapılmış, mebus sayısı sonradan gelenlerle 338 kişiye ulaşmıştır. Kurucu Meclis niteliğinde olan bu meclisin üyeleri, işgalci düşmanlar, iç isyanlar ve diğer zorluklar karşısında, içerisinden çıkardığı hükümet, Başkomutan ve Başkanlarla birlikte, vatan ve milletin kurtuluşu için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır. Bu fedakar insanlardan biri de Erzurum mebusu Mustafa Durak (SAKARYA) idi. Sakarya Savaşına da katılmış olduğundan, sonradan, SAKARYA soy adını almıştı.
Vatan ve Milleti için üzerine düşen her görevi doğruluk ve cesaretle yapmış olan bu cesur kişinin hayatı, Araştırmacı-Yazar Sayın Emruhan YALÇIN tarafından “ Milli Mücadele’ye Sadakat ve Mustafa Durak SAKARYA “ isimli kitapla okuyucuya sunulmuştur. Vatan ve Millet sevgisi ve görev aşkıyla yanıp tutuşan ve özünde Atatürkçü bir kişi olan değerli arkadaşım Emruhan YALÇIN’ın (Em. Kur. Alb. /Devrim Tarihi Uzmanı-Eğitimci) çok sayıda mekan ve şehirde yaptığı ısrarlı ve hassas araştırmaları sonunda ortaya çıkardığı bu eser, gelecek nesillere bir ışık olacak niteliktedir. Kitabın (Ankara 2008, sayfa 30-31 ) bir sayfasında “ Türk Ordusu, Kütahya ve Eskişehir savaşlarını kaybetmiş, düşman Polatlı ve Haymana yakınlarına kadar ilerlemiş ve top sesleri Ankara’dan duyulur olmuştu. Milli Savunma Bakanlığı, yaklaşan tehlikeye dikkat çekerek, Meclisin ve diğer devlet kurumlarının Kayseri’ye taşınmasını teklif etmişti. Bu teklif, Meclisin 23 Temmuz 1921 günlü gizli toplantısında, Bakan Fevzi Çakmak Paşa tarafından açıklanmıştı. Bir çok milletvekili de bu teklifi uygun bulmuştu. İşte, tam bu sırada, uzun boylu, esmer ve zayıf bir adam, birden kürsüye fırladı. Bu kişi Erzurum Mebbusu Mustafa Durak Bey idi. Kürsüden “ arkadaşlar nereye gidiyoruz? Düşman, bizi, burada, kendisini yenmek için tedbirler düşünürken bulmalıdır “ diye haykırıyordu “ cümleleri yer almaktadır. Bilindiği üzere, Meclis Ankara’da kalmaya karar veriyor ve mücadele zaferle sonuçlanıyor.
Milli Mücadele (Kurtuluş Savaşı)’nın son tanığının da hayatını kaybetmesi, hayat hikayelerini yazmaya devam ettiğimiz Kazancılı Gazilerin hazin öyküleri ve okumakta olduğum arkadaşım Emruhan YALÇIN’ın kitabındaki bilgiler bir araya gelince, bu vatanın kıymetini ve önemini tam olarak bilmediğimizi, şehit ve gazilerimize karşı duyarsız davrandığımızı düşünmeye başladım. Son tanık Gazi Yakup SATAR için gereken değeri veremediğimiz konusunu düşünürken, Kazancılı onca gazinin devletten destek almadan yokluk içinde yaşadıkları, hiçbir yetkilinin duymadığı bir gün hayatlarını kaybetmiş oldukları ve sessizce komşuları tarafından toprağa verilişleri hususlarının acısını kalbimde hissettim. Nisan 2008 ayı sonlarında kasabama gittiğimde, mezarlıkları dolaşarak, mezar taşında “ Gazi “ yazan ve listemde adları bulunanlar dahil bu kahramanları aradım. Bir iki gazi hariç gazi mezarı bulamadım. Demek ki, gazilerimize sahip çıkamamışız ve mezarları bile kaybolmuş. Bu toprakları bize vatan olarak bırakan gazilerimizin mezarlarının bulunması, Belediye öncülüğünde bir kampanya başlatılarak hepsinin aynı ölçülerde olmak üzere yeni mezarlar yaptırılması ve üzerlerine gereken bilgiler yazılarak gelecek kuşaklara aktarılması, böylece, unutulmalarının önlenmesi konularını, Kazancılıların, yetkililerin ve okuyucuların görüşlerine sunuyorum… Tespit edilebilen şehitlerin ve gazilerin isimleri yazılı bir mermer bloğunun, kasabada seçilecek bir köşeye veya çeşme başına konmasını da teklif ediyorum. Kazancılı tüm şehitlere ve gazilere rahmetler diliyorum..
( Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere….. )
Yazan : Avukat Naci SÖZEN , Mayıs 2008 / ANKARA
VE
KAZANCILI GAZİLERİMİZ ANISINA
Gazeteler ile internet sayfaları ve televizyon haber bültenlerine önemli bir olay olarak düşen “ Yaşayan Son İstiklal Savaşı Gazisi’de Öldü “ cümlesi, bir dönemin canlı tanıklarının kalmadığı ve gelecek nesillerin, Kurtuluş Savaşı dönemleriyle ilgili bilgileri sadece kitaplardan okumakla yetinmek zorunda kalacakları anlamına geliyordu. Haberin ayrıntısında, 1898 Kırım doğumlu ve Eskişehir’de yaşamakta olan 110 yaşındaki, yaşayan son ve tek İstiklal Savaşı Gazisi Yakup SATAR’ın 02 Nisan 2008 günü, saat 22.50 sıralarında vefat ettiği, Basra cephesi ve Sakarya Meydan Savaşına katıldığı, 50 civarında torunu olduğu ve torunlarının torunlarını da görmüş olduğu gibi ayrıntılara da yer verilmişti. Gazi Yakup SATAR, hükümetin bir bakan ve bir kaç milletvekili ile temsil edildiği, bölgedeki Askeri ve Sivil devlet görevlileri ve vatandaşların katılımı ile yapılan törenle toprağa verilmişti. Yakın bir geçmişte, bu savaşlara katılmış olan yaşayan gazi sayısının 45 olduğunu okumuştum. Bu kadar gazi ne de kısa bir zaman içinde uçup gitmişti.
Bu haberi veren gazetenin aynı sayfasında, aynı günlerde ölmüş olan, Fransa’nın 1. Dünya Savaşına katılmış son Gazisi Lazare PONTİCELLİ için yapılmış cenaze töreni de yer almış olup, bu son gazi için ülkenin her yanında bayrakların yarıya indirildiği, törenin tam bir devlet töreni olduğu, Cumhurbaşkanı SARKOZY ve önceki Cumhurbaşkanı CHİRAC, tüm bakanlar, devletin üst düzey görevlileri ve halkın katılımı ile ülke çapında Milli bir olay niteliğinde törenler yapıldığı da belirtiliyordu. Bu iki devletin, son gazilerine karşı göstermiş oldukları ilgi ve önemdeki bariz farklılık yürekleri burkan hususlardı.
Kurtuluş Savaşı (Milli Mücadele) gerçeği, Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bu savaşı kazanan şehitler, gaziler ve tüm vatandaşlar için bir zaferden öteye, bir VAR OLMA veya YOK OLMAMA mücadelesi niteliğindedir. Kurtuluş Savaşına çok sayıda Kazancılının katıldığı ve az sayıda gazinin geri döndüğü, diğerlerinin şehitlik mertebesine eriştikleri bilinen gerçektir. Kayıtları tutulmadığından, bizler, sadece geri dönebilen gazileri hatırlıyor, onların isimlerini ve yaşadıklarını yazabiliyoruz. Bu bilgilerimiz de, onların savaş sonrası çevrelerine anlattıkları anılarından akıllarda kalanlardır.
Milletimizin ortak inancı ve sürekli tekrarladıkları şey “ şehitler ölmez “ sözüdür. Şehitler elbette unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Şehitler, asıl unutulunca ölürler deyişi önemli bir sözdür. Bu vesile ile, bizler, hiç olmazsa, hafızalarımızda olan Kazancılı merhum gazilerimizi ve onlarla ilgili kısacık bilgileri gelecek nesillere aktarmış olalım diyerek bu satırları yazıyoruz.
Kurtuluş Savaşına Katılmış Olan Kazancılı Gaziler ;
- Gazi Kasım Alisi, ömrünü cephelerde geçirmiş olan bu gazimizin hayat hikayesi “ Cepheden Cepheye Koşan Bir Kazancılı “ başlıklı yazımızda anlatılmıştı. Filistin cephesinden sağ olarak dönebilen 3 Kazancılıdan biri olan bu kahraman, evlendirildikten bir ay sonra tekrar silah altına alınarak Afyon cephesine gönderilir. Bu savaşların en trajik olaylarından olan “ Çiğiltepe Taarruzu”’na katılır. Yunanlıları denize kadar kovalar ve İzmir sokaklarında devriye gezer. Terhisinden sonra Kazancıya dönerek uzun yıllar çiftçilik yapar ve 1960’lı yılların sonunda, Ermenek yolunda devrilen bir otobüsün altında kalarak hayatını kaybeder.
- Gazi Hasan Ali, merkez mahalleden, Öğretmen-Şair Sayın Sami TUNCA’nın babası olup, aynı adlı kitap da hayatı anlatılmıştır. Veli oğlu ve 1893 doğumlu olan Gazi Hasan Ali, 1918 yılımda Şam’da konuşlu 2. Kolordu, 73. alay, 3. Tb. 7. Bl. Sıhhiye Çavuşudur. Bu birliğin Komutanı da Mustafa Kemal’dir. Babası, Balkan Harbi sırasında Edirne yakınlarındaki TUNCA nehri kıyısında şehit edilmiştir. Cepheden yaralı döner. Bir gözü kör olmuştur. Bu nedenle “ tekaüt” yani malül emekli edilmiştir. Kazancı da yaşantısını sürdürürken aniden hastalanır ve 1934 yılında vefat eder.
- Gazi Mehmet Çavuş, Yukarı mahalleden Alim Hocalar sülalesine mensup olan ve Şıh Mehmet (Uçan Süvari) adlarıyla da anılan gazimiz Şark harekatı, Batı cephesi dahil 20 yıl savaşmış, bu sürelerde toplam 4 yılı at üstünde geçmiştir. Hayat hikayesi ayrı bir yazı ile yayınlanacak olan bu müthiş insan, savaş sonrası köyüne dönmüş ve 1950’li yılların sonralarında vefat etmiştir. Biz kendisini azda olsa hatırlıyoruz. Yüzünde, kollarında ve vücudunda çok sayıda mermi yarası olduğunu görenler vardı.
- Gazi Molla Hasan, bir çok savaşa katılmış, Batı cephesinde birliğinden uzak düşmüş, ölen atların etleri bittiği zaman, arazideki yenebilen otları koyunlar gibi otlayarak hayatta kalabildiklerini anlatmış durmuştur. Dev cüssesi, omuzundan eksik etmediği poşusu ve gür sesiyle ezan okuyuşunu hatırlıyoruz. Yılı ve günü unutulmuş olan bir tarihte bu dünyadan sessizce göçüp gitmiştir.
- Gazi Mustafa Çavuş, Daddiri Goca (Korkmaz) olarak da bilinirdi. Batı cephesinde savaşmış ve sonrasında Yukarı mahallede uzun yıllar yaşantısını sürdürmüştür. Bilinen en önemli özelliği, gür sesiyle çok iyi tekmil vermesiymiş. Komutanlar geleceğinde, nöbetçi olmadığı zamanlar bir tekmil vermesi için arkadaşları ona yalvarırlarmış. Son yıllarında, kasabada yaşayan ihtiyarları dolaşır, eski günleri konuşurdu.
- Gazi Tahir Hoca,(Tuncel) Milli Mücadele yıllarında, Isparta-Burdur bölgesi asker toplanma merkezinde görev yapmıştır. Anamur çevresinden toplanan Hıristiyan erkekler de bu merkeze getirilmişler, bazıları kendisini görünce “ biz Anamurlu Büyük Konstantin akrabalarıyız “ diyerek yardım beklemişlerdir. Büyük Konstantin, zamanın meşhur taş duvar ustası olup, Kazancıdaki eski yapılarda çalışmış ve civarda tanınmıştır.
- Gazi Şahasan Süleymen, Merkez mahalleden olup, Batı cephesinde Yunanlı esirlerin toplandığı merkezde muhafızlık yapmıştır. Çok cesur ve güçlü kuvvetli bir insanmış. Hatıraları kayıt altına alınmadığından fazla bilgi yoktur.
- Gazi Tığgulak Hasan, çobanlık yapan bu Gazimizin hayatı da “ Üşümez Adam” isimli yazımızda ele alınmıştır. Kendisi, kışla ve cephelerde en iyi borazan çalan asker olarak bilinir. Savaş sonrası çobanlığa devam etmiş, son 30 yılını felçli olarak geçirmiştir.
- Gazi Dumbul Mehmet Efendi, medrese mezunu alim bir kişidir. Filistin cephesi savaşları, Kahire de İngilizlerin elinde esirlikten sonra köye dönmüş, sonra, batı cephesine sevk edilmiştir. Bilgisi ve becerisi nedeniyle bölük komutanlığına kadar yükselmiş ve rütbe ile terhis edilmiştir. Savaş bittiği halde, uzun yıllar l
- kendisinden haber gelmemiş, gaip belgesi geldikten sonra, bir sabah kendisi çıkıp gelmiş ve tekrar nüfusa kayıt edilmiştir. Cihanbeyli ilçesinde imamlık da yapmış olup, 1951 yılında vefat etmiştir.
- Tekaütlerden Gazi Mustafa, Büyük taarruza katılmış, boynuna aldığı kılıç darbesiyle ağır yaralanmış ve ölüler arasında gün boyu kalmıştır. Bir gün sonra ölüler toplandığında, bedeninin sıcak olduğunu fark eden bir asker komutanlarına haber vermiştir. Cephe gerisindeki revire götürüldüğünde yaşamakta olduğu görülmüş ve doktorlar tedaviye almışlardır. Uzun süre komada kalmış, boyun damarları kesildiği halde uzun süre ölmemiş olmasına akıl erdirememişlerdir. Ayıldığı zaman doktorlar başına toplanmış ve nereli olduğu, nasıl beslendiği, ne iş yaptığı gibi sorular sormuşlar, aldıkları cevap meraklarını gidermemiştir. Doktorlardan biri “ köyümüzde kara dut yetişir mi, dut yer miydiniz ? “ diye sormuş, tarlalarında ve evlerinin merdiven dibinde bile kara dut ağacı olduğunu, yazları her gün dut yediklerini öğrenince bu kan kaybına rağmen ölmemesini kara dut yemesine bağlamışlardır.
- Gazi Akbaş Goca (Çelebi), Yukarı mahalleli bu gazimiz, bizim çocukluğumuzda yaylalarda savaş anılarını dinleyebildiğimiz tek gazimizdir. Kendisine soru sormadan hemen anlatmaya başlar ve “ hava soğuktu, Ali İhsan Paşa emir verdi. Rus mevzisine doğru ilerlemeye başladık, silahlar ellerimize buz tutmuştu “ diyerek Şark cephesinden anlatır, bir zaman sonra Batı cephesine geçerdi.
- Gazi Goca Cemil, Süllüoğullarından olup bir çok cephede savaşmıştır. Çatışmalar durunca hemen ezan okumaya başladığını ve askerlerin saf tutarak namaza durduklarını anlatırmış. İstiklal madalyası sahibi olduğu bilinirdi.
Kazancılı bir kaç gazinin isimlerine ve hayat hikayelerinden cümlelere yer verdik. Elbette, yıllar süren savaşlar, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı cephelerinde bir çok Kazancılı şehit olmuş, az sayıda gazi köyüne dönebilmiştir. Burada yer veremediğimiz bir çok gazimizin olduğuna eminiz. Basra zindanlarında yatan Safiyanın Ömer ve Moskova sokaklarında dolaşan Bıyıklı Halil’in hikayelerini de önceden yayınlamıştık.
Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması sürecinde, üstlendiği sorumluluklar, icra ettiği görevler ve yaptığı katkılar yönünden en önemli unsurlardan biri de Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi dir. Yurdumuzun tüm bölgelerini temsilen Ankara yollarına düşen Meclis üyesi bu fedakar insanlardan 115 kişinin katılımı ile meclisin ilk toplantısı 23 Nisan 1920 günü yapılmış, mebus sayısı sonradan gelenlerle 338 kişiye ulaşmıştır. Kurucu Meclis niteliğinde olan bu meclisin üyeleri, işgalci düşmanlar, iç isyanlar ve diğer zorluklar karşısında, içerisinden çıkardığı hükümet, Başkomutan ve Başkanlarla birlikte, vatan ve milletin kurtuluşu için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır. Bu fedakar insanlardan biri de Erzurum mebusu Mustafa Durak (SAKARYA) idi. Sakarya Savaşına da katılmış olduğundan, sonradan, SAKARYA soy adını almıştı.
Vatan ve Milleti için üzerine düşen her görevi doğruluk ve cesaretle yapmış olan bu cesur kişinin hayatı, Araştırmacı-Yazar Sayın Emruhan YALÇIN tarafından “ Milli Mücadele’ye Sadakat ve Mustafa Durak SAKARYA “ isimli kitapla okuyucuya sunulmuştur. Vatan ve Millet sevgisi ve görev aşkıyla yanıp tutuşan ve özünde Atatürkçü bir kişi olan değerli arkadaşım Emruhan YALÇIN’ın (Em. Kur. Alb. /Devrim Tarihi Uzmanı-Eğitimci) çok sayıda mekan ve şehirde yaptığı ısrarlı ve hassas araştırmaları sonunda ortaya çıkardığı bu eser, gelecek nesillere bir ışık olacak niteliktedir. Kitabın (Ankara 2008, sayfa 30-31 ) bir sayfasında “ Türk Ordusu, Kütahya ve Eskişehir savaşlarını kaybetmiş, düşman Polatlı ve Haymana yakınlarına kadar ilerlemiş ve top sesleri Ankara’dan duyulur olmuştu. Milli Savunma Bakanlığı, yaklaşan tehlikeye dikkat çekerek, Meclisin ve diğer devlet kurumlarının Kayseri’ye taşınmasını teklif etmişti. Bu teklif, Meclisin 23 Temmuz 1921 günlü gizli toplantısında, Bakan Fevzi Çakmak Paşa tarafından açıklanmıştı. Bir çok milletvekili de bu teklifi uygun bulmuştu. İşte, tam bu sırada, uzun boylu, esmer ve zayıf bir adam, birden kürsüye fırladı. Bu kişi Erzurum Mebbusu Mustafa Durak Bey idi. Kürsüden “ arkadaşlar nereye gidiyoruz? Düşman, bizi, burada, kendisini yenmek için tedbirler düşünürken bulmalıdır “ diye haykırıyordu “ cümleleri yer almaktadır. Bilindiği üzere, Meclis Ankara’da kalmaya karar veriyor ve mücadele zaferle sonuçlanıyor.
Milli Mücadele (Kurtuluş Savaşı)’nın son tanığının da hayatını kaybetmesi, hayat hikayelerini yazmaya devam ettiğimiz Kazancılı Gazilerin hazin öyküleri ve okumakta olduğum arkadaşım Emruhan YALÇIN’ın kitabındaki bilgiler bir araya gelince, bu vatanın kıymetini ve önemini tam olarak bilmediğimizi, şehit ve gazilerimize karşı duyarsız davrandığımızı düşünmeye başladım. Son tanık Gazi Yakup SATAR için gereken değeri veremediğimiz konusunu düşünürken, Kazancılı onca gazinin devletten destek almadan yokluk içinde yaşadıkları, hiçbir yetkilinin duymadığı bir gün hayatlarını kaybetmiş oldukları ve sessizce komşuları tarafından toprağa verilişleri hususlarının acısını kalbimde hissettim. Nisan 2008 ayı sonlarında kasabama gittiğimde, mezarlıkları dolaşarak, mezar taşında “ Gazi “ yazan ve listemde adları bulunanlar dahil bu kahramanları aradım. Bir iki gazi hariç gazi mezarı bulamadım. Demek ki, gazilerimize sahip çıkamamışız ve mezarları bile kaybolmuş. Bu toprakları bize vatan olarak bırakan gazilerimizin mezarlarının bulunması, Belediye öncülüğünde bir kampanya başlatılarak hepsinin aynı ölçülerde olmak üzere yeni mezarlar yaptırılması ve üzerlerine gereken bilgiler yazılarak gelecek kuşaklara aktarılması, böylece, unutulmalarının önlenmesi konularını, Kazancılıların, yetkililerin ve okuyucuların görüşlerine sunuyorum… Tespit edilebilen şehitlerin ve gazilerin isimleri yazılı bir mermer bloğunun, kasabada seçilecek bir köşeye veya çeşme başına konmasını da teklif ediyorum. Kazancılı tüm şehitlere ve gazilere rahmetler diliyorum..
( Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere….. )
Yazan : Avukat Naci SÖZEN , Mayıs 2008 / ANKARA
Su Savaşları
TÜRKİYE KONFERANSINDA HANGİ SORULARI SORDULAR ?
(Su Savaşları Ne zaman Çıkar?)
Birkaç gün önce, gazeteyi elime aldığımda, önemli bir habere ait olduğu hemen anlaşılan ve büyük harflerle “ 2040 yılında felaket geliyor ” şeklinde yazılmış olan başlığa takıldım. Başlığın altında, dünyanın önde gelen İngiliz İklimbilimcisi James LOVELOCK tarafından yapıldığı bildirilen bilimsel açıklamada, önlem alınmazsa 32 yıl sonra olacaklar şöyle sıralanmaktaydı;
1. Dünyadaki 6 milyon kişi kuraklı ve açlıkla karşı karşıya kalacak,
2. Sahra çölü Paris ve Berlin kentlerine kadar ulaşacak,
3. Önlem alınmazsa, 2025 yılında 3 milyar kişi su bulamayacak,
4. Çinliler Afrika’ya taşınacak, Ruslar Sibirya içlerine çekilecek,
5. Avrupa’da yazları, sıcaklık 43-49 derece arası olacaktır.
Bu yazıyı okuyunca, bundan on yıl önce, TÜBİTAK tarafından yayınlanmış olan bir kitapta okuduğum ve bir araştırma sonuçlarına dayanan bulgulara göre, yeryüzündeki sıcaklığın her yıl arttığı, 2050 yılına gelindiğinde, şimdiki Suriye (Şam) içinden geçen kuraklık hattının kuzeye kayarak, bizim Karadeniz kıyılarımıza uzanacağı, Anadolu’nun çölleşeceği ve suyun petrolden daha önemli olacağı gibi hususlarına yer verildiğini de hatırlamış oldum.
Bu yazımızın esas konusu, bu iki bilgi bağlamında, Teksas (ABD) Uluslar Arası Eğitim Merkezinde, Ağustos 1991 ayında vermiş olduğum “Türkiye “ konulu anlatım (Takdim) sırasında bana sorulmuş olan sorular hakkında bilgi vermek olacaktır. Eğitime, NATO ülkeleri dışında olan bir çok ülke temsilcisi de (Arabistan, Avustralya, Ekvador, Mısır gibi) katılmıştı. ABD personeli olarak, subay, astsubay, bay/bayan sivil ve asker çok sayıda personel vardı. Ülke temsilcileri, eğitim konularından fırsat buldukça, ülkelerini tanıtacak bir takdim yapıyorlar, arkasından, katılımcılar sorular soruyorlardı. Arabistan temsilcisi Yüzbaşı Mohammed takdimini yaptı. Kendisine sorulan bazı dinsel sorulara ve çok karılılık gibi konulara cevap vermekte hayli zorlandı.
Bir eğitim saati sonunda, çay molasına 5 dakika gibi bir zaman kalmıştı ki, ders hocası “ Major (Binbaşı) Sözen sizde ülkenizi tanıtın ” dedi. Ben, zamanın yetersizliğinin farkında olduğumdan, çay molası sonrası yeni ders başlamadan önce anlatımımı yapacağımı bildirdim. Eğitim gören topluluk içinde en kıdemli kişi ben olduğumdan bu istek kabul edildi. Herkes çay ve kahve içmek için dışarı çıktığında, kara tahtaya bir Türkiye haritası çizdim ve komşuları, yönleri işaretledim. Çevresine, yanımda götürdüğüm bir Bayrak ile muhtelif tarihi ve coğrafi özellikleri olan tablolardan yapıştırdım. Eğitimin yetkilisine vermek için çantamda hazır olan bakır işlemeli tabağı ve “ fındıklı – fıstıklı cezerye/lokum ” paketini de hazırladım.
Ders saati başlayıp herkes salona dolunca, yetkilinin işareti ile sahneye çıktım. Çizdiğim haritanın doğusuna bir ok çizerek, yanına “ 1071 İsa’dan Sonra, Türklerin Anadolu’ gelişi” yazdım ve anlatıma devam ettim. Bayrak ve resimleri de kullanarak uzun sayılabilecek bir takdim yaptım. Herkes ilgi ve dikkatle dinledi. Sorular bölümüne geçince, bir ABD’li bayan “ Ülkenizde kadınların statüsü nasıldır? “ sorusunu sordu. Bu soruya ayrıntılı cevap verdim. Kadınların, öğretmen, doktor, mühendis, milletvekili, bakan ve vali bile olabildiklerini, hatta, anlatım sırasında Başbakanımızın bile Bayan Prof. Tansu ÇİLLER olduğunu “ anlattım.
Soruların devamında, bir katılımcı, “ Anadolu köyleri ve kırsal kesimlerinde, insanların yaşadıkları evlerin taş yapı ve iki katlı olduğu, üst katta insanların, alt katta da hayvanlarının barındığını okuduğu, bunun nasıl bir yaşam olduğunu anlayamadığı ? “ sorusunu sordu. Bu soruyu duyana kadar, çocukluğumuzu yaşadığımız zaman ve halen de köylerimizde devam eden bu yaşam tarzının bir çarpıklık olabileceği ve Avrupa/ABD’den bakınca cevaplandırılması çok zor olan bir soruya konu olabileceğini hiç düşünmemiştim. Binanın üst katında insanlar, altında hayvanlar yaşayacak, insanlar her gün bina önündeki hayvan artıklarını çiğneyerek yukarı çıkıp yemek yiyecekler ve yatacaklar, altlarındaki hayvan gübresinden (ters) etkilenmeyecekler, mikrop kapmayacaklar.. Kabul edilebilecek ve mantıkla izah edilebilecek bir yanı yoktu.. Cevaben bir şeyler anlatmaya çalıştım. Söylediklerime ben de inanmış değildim. Bir bayan subay “ devletinizin kurucusu Atatürk, fakat kendisi, şimdiki ülke sınırlarınız dışında doğmuş biri, bu durumu nasıl açıklarsınız? “ sorusunu sordu. Bu soruya da, devletimizin tarihi gelişimi, Balkanlara göçler ve mücadelelerden sonar mevcut devletimizin kurulma safhalarını anlatarak geniş bir cevap verdim.
Gelelim bu yazımızın esas konusunu teşkil eden güncel soruya. Yine, bir ABD personeli bayan Yüzbaşı “ ülkeniz sınırları içinden çıkan nehirler, başka ülkelerin topraklarına geçiyor, uzun mesafelerden sonra uzak denizlere ulaşıyor. İleride, bu nehirler nedeniyle komşu ülkeleriniz ile aranızda nasıl sorunlar çıkabilir.? Su savaşları yaşanır mı? “ sorusunu yöneltti. İşte, benim on yıl önce kitaplarda okuduğum ve şimdi, yabancı bilim adamlarının raporlarına geçen, küresel ısınma, kuraklığın yayılması, susuzluk ve mevcut su kaynaklarının paylaşılması konusunda yakın gelecekte yaşanacak olan sorunlardan, ABD personeli, hiç ilgileri yokmuş/olmazmış gibi göründüğü halde, 1990 yıllarında haberdardılar, bu konulara kafa yoruyorlar, bizi bizden önce düşünüyorlardı. Bu soruya da cevap vermeye çalıştım.. Bakır tabağı yetkiliye hediye ettim. Cezeryeyi herkese dağıttım. Katılımcılar, anlatım ve hediyelerden çok memnun olmuşlardı.
O günden bu güne, geçen kısa zamandan sonra, gelinen bu nokta da, ABD, bize, Kuzey Irak’da komşu olmuş ve kaderimizi ilgilendiren konularda söz sahibi durumundadır. Bu ve benzer konularda ileriye yönelik öngörüleri, plan ve projeleri, hedef ve ilkeleri belirlemede yine Tarihi zafiyetlerimize uygun olacak şekilde geç kalmış durumdayız. Daha uyanık nesiller ve zekalar yetiştirmek, araştırma, öğrenme, sorgulama kabiliyeti kazanma ve geleceğimizi bu günden (önceden) planlayabilmek umuduyla … Unutmayalım ki, değişim süreklidir ve gelecek de bir gün mutlaka gelecektir…
Yazan /Derleyen : Av. Naci SÖZEN (Araştırmacı-Yazar )
(Su Savaşları Ne zaman Çıkar?)
Birkaç gün önce, gazeteyi elime aldığımda, önemli bir habere ait olduğu hemen anlaşılan ve büyük harflerle “ 2040 yılında felaket geliyor ” şeklinde yazılmış olan başlığa takıldım. Başlığın altında, dünyanın önde gelen İngiliz İklimbilimcisi James LOVELOCK tarafından yapıldığı bildirilen bilimsel açıklamada, önlem alınmazsa 32 yıl sonra olacaklar şöyle sıralanmaktaydı;
1. Dünyadaki 6 milyon kişi kuraklı ve açlıkla karşı karşıya kalacak,
2. Sahra çölü Paris ve Berlin kentlerine kadar ulaşacak,
3. Önlem alınmazsa, 2025 yılında 3 milyar kişi su bulamayacak,
4. Çinliler Afrika’ya taşınacak, Ruslar Sibirya içlerine çekilecek,
5. Avrupa’da yazları, sıcaklık 43-49 derece arası olacaktır.
Bu yazıyı okuyunca, bundan on yıl önce, TÜBİTAK tarafından yayınlanmış olan bir kitapta okuduğum ve bir araştırma sonuçlarına dayanan bulgulara göre, yeryüzündeki sıcaklığın her yıl arttığı, 2050 yılına gelindiğinde, şimdiki Suriye (Şam) içinden geçen kuraklık hattının kuzeye kayarak, bizim Karadeniz kıyılarımıza uzanacağı, Anadolu’nun çölleşeceği ve suyun petrolden daha önemli olacağı gibi hususlarına yer verildiğini de hatırlamış oldum.
Bu yazımızın esas konusu, bu iki bilgi bağlamında, Teksas (ABD) Uluslar Arası Eğitim Merkezinde, Ağustos 1991 ayında vermiş olduğum “Türkiye “ konulu anlatım (Takdim) sırasında bana sorulmuş olan sorular hakkında bilgi vermek olacaktır. Eğitime, NATO ülkeleri dışında olan bir çok ülke temsilcisi de (Arabistan, Avustralya, Ekvador, Mısır gibi) katılmıştı. ABD personeli olarak, subay, astsubay, bay/bayan sivil ve asker çok sayıda personel vardı. Ülke temsilcileri, eğitim konularından fırsat buldukça, ülkelerini tanıtacak bir takdim yapıyorlar, arkasından, katılımcılar sorular soruyorlardı. Arabistan temsilcisi Yüzbaşı Mohammed takdimini yaptı. Kendisine sorulan bazı dinsel sorulara ve çok karılılık gibi konulara cevap vermekte hayli zorlandı.
Bir eğitim saati sonunda, çay molasına 5 dakika gibi bir zaman kalmıştı ki, ders hocası “ Major (Binbaşı) Sözen sizde ülkenizi tanıtın ” dedi. Ben, zamanın yetersizliğinin farkında olduğumdan, çay molası sonrası yeni ders başlamadan önce anlatımımı yapacağımı bildirdim. Eğitim gören topluluk içinde en kıdemli kişi ben olduğumdan bu istek kabul edildi. Herkes çay ve kahve içmek için dışarı çıktığında, kara tahtaya bir Türkiye haritası çizdim ve komşuları, yönleri işaretledim. Çevresine, yanımda götürdüğüm bir Bayrak ile muhtelif tarihi ve coğrafi özellikleri olan tablolardan yapıştırdım. Eğitimin yetkilisine vermek için çantamda hazır olan bakır işlemeli tabağı ve “ fındıklı – fıstıklı cezerye/lokum ” paketini de hazırladım.
Ders saati başlayıp herkes salona dolunca, yetkilinin işareti ile sahneye çıktım. Çizdiğim haritanın doğusuna bir ok çizerek, yanına “ 1071 İsa’dan Sonra, Türklerin Anadolu’ gelişi” yazdım ve anlatıma devam ettim. Bayrak ve resimleri de kullanarak uzun sayılabilecek bir takdim yaptım. Herkes ilgi ve dikkatle dinledi. Sorular bölümüne geçince, bir ABD’li bayan “ Ülkenizde kadınların statüsü nasıldır? “ sorusunu sordu. Bu soruya ayrıntılı cevap verdim. Kadınların, öğretmen, doktor, mühendis, milletvekili, bakan ve vali bile olabildiklerini, hatta, anlatım sırasında Başbakanımızın bile Bayan Prof. Tansu ÇİLLER olduğunu “ anlattım.
Soruların devamında, bir katılımcı, “ Anadolu köyleri ve kırsal kesimlerinde, insanların yaşadıkları evlerin taş yapı ve iki katlı olduğu, üst katta insanların, alt katta da hayvanlarının barındığını okuduğu, bunun nasıl bir yaşam olduğunu anlayamadığı ? “ sorusunu sordu. Bu soruyu duyana kadar, çocukluğumuzu yaşadığımız zaman ve halen de köylerimizde devam eden bu yaşam tarzının bir çarpıklık olabileceği ve Avrupa/ABD’den bakınca cevaplandırılması çok zor olan bir soruya konu olabileceğini hiç düşünmemiştim. Binanın üst katında insanlar, altında hayvanlar yaşayacak, insanlar her gün bina önündeki hayvan artıklarını çiğneyerek yukarı çıkıp yemek yiyecekler ve yatacaklar, altlarındaki hayvan gübresinden (ters) etkilenmeyecekler, mikrop kapmayacaklar.. Kabul edilebilecek ve mantıkla izah edilebilecek bir yanı yoktu.. Cevaben bir şeyler anlatmaya çalıştım. Söylediklerime ben de inanmış değildim. Bir bayan subay “ devletinizin kurucusu Atatürk, fakat kendisi, şimdiki ülke sınırlarınız dışında doğmuş biri, bu durumu nasıl açıklarsınız? “ sorusunu sordu. Bu soruya da, devletimizin tarihi gelişimi, Balkanlara göçler ve mücadelelerden sonar mevcut devletimizin kurulma safhalarını anlatarak geniş bir cevap verdim.
Gelelim bu yazımızın esas konusunu teşkil eden güncel soruya. Yine, bir ABD personeli bayan Yüzbaşı “ ülkeniz sınırları içinden çıkan nehirler, başka ülkelerin topraklarına geçiyor, uzun mesafelerden sonra uzak denizlere ulaşıyor. İleride, bu nehirler nedeniyle komşu ülkeleriniz ile aranızda nasıl sorunlar çıkabilir.? Su savaşları yaşanır mı? “ sorusunu yöneltti. İşte, benim on yıl önce kitaplarda okuduğum ve şimdi, yabancı bilim adamlarının raporlarına geçen, küresel ısınma, kuraklığın yayılması, susuzluk ve mevcut su kaynaklarının paylaşılması konusunda yakın gelecekte yaşanacak olan sorunlardan, ABD personeli, hiç ilgileri yokmuş/olmazmış gibi göründüğü halde, 1990 yıllarında haberdardılar, bu konulara kafa yoruyorlar, bizi bizden önce düşünüyorlardı. Bu soruya da cevap vermeye çalıştım.. Bakır tabağı yetkiliye hediye ettim. Cezeryeyi herkese dağıttım. Katılımcılar, anlatım ve hediyelerden çok memnun olmuşlardı.
O günden bu güne, geçen kısa zamandan sonra, gelinen bu nokta da, ABD, bize, Kuzey Irak’da komşu olmuş ve kaderimizi ilgilendiren konularda söz sahibi durumundadır. Bu ve benzer konularda ileriye yönelik öngörüleri, plan ve projeleri, hedef ve ilkeleri belirlemede yine Tarihi zafiyetlerimize uygun olacak şekilde geç kalmış durumdayız. Daha uyanık nesiller ve zekalar yetiştirmek, araştırma, öğrenme, sorgulama kabiliyeti kazanma ve geleceğimizi bu günden (önceden) planlayabilmek umuduyla … Unutmayalım ki, değişim süreklidir ve gelecek de bir gün mutlaka gelecektir…
Yazan /Derleyen : Av. Naci SÖZEN (Araştırmacı-Yazar )
Mani (Yakım ) - (13)
OBALARIN KIZLARI
Toprağı sel kürüdü,
Yolu duman bürüdü..
Yalak Yurt’un kızları,
Gün doğmadan yürüdü..
Derleyen : Naci SÖZEN
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı yaylalarında, halen yıkıntıları bulunan ve isimleri dillerde dolaşan yaklaşık 52 adet yurt yeri (oba) ve bu yurtlarda yaşamış obacılarla ilgili bilgilere “ Obalarımız ve Obacılık Kültürü “ isimli yazımızda yer vermiştik. Geçmiş zamanlarda, kasabamızın kızları, ailenin erkek çocuklarına göre çok fazla işle meşgul olurlar ve sayısız sorumluluk üstlenirlerdi. Tarla, bağ, bahçe ve yayla işleri, ev işleri ve obacılık uğraşı dahil bir çok alanda zahmetli görevler kızları beklerdi.
Kızların obaya gidiş-gelişleri, obalarda geçen günler ve her türlü eğlence yıllarca konu edilirdi. Obacılar, genellikle obada yatar, sabahleyin otlaktan dönen davarı sağar, gerekli işlemlerden sonra yollara düşerek köye gelir, akşam üstü, tekrar oba yollarında olurlardı. İşte, bu normal düzen bazen bozulur, obacıların köyde kalmak zorunda kaldıkları gün, sabah süt sağma zamanına yetişmeleri için, sabah ezanıyla birlikte yola çıkmaları gerekirdi. Bazen de, akşam işlerini tamamladıklarında gece eve dönmek zorunda kalırlardı.
İlk baharla birlikte dağlardaki yerlerini alan çobanların obaları bu karmaşık faaliyet ortamında zamana karşı yarış halindeyken, ilk bahar yağmurları yağar ve tüm toprağı kürüyerek (süpürerek) bir yerden başka bir yere yığardı. Bu yağmurlu günlerde, dağların tepeleri ve goyaklar (vadiler) sis ve dumanla kaplanırdı. Her türlü güçlüğe rağmen görevlerini yapmak zorunda olan obacılar, köye uzaklığına göre, sabah işleri için, ezandan önce yola çıkarlardı. Bu durumlarını gören bir Manici yağmur ve sellerin aktığı, çevreyi dumanların kapladığı bir günün gecesinde, uzak obalardan olan Yalak Yurt obası obacılarının erkenden yola koyulmaları ve telaşla yamaçları tırmanmalarını satırlara dökmüş ve bu manimiz ortaya çıkmıştır.
Bu maniyi, yedi yaşından evlendiği zamana kadar, çocukluk ve gençliğini muhtelif obalarda geçirmiş olan, günümüzün yaşayan birkaç eski obacısından biriyle yaptığım görüşmede derledim. Maninin kim tarafından ilk olarak söylendiği bilinmemektedir. Bu güzellikleri üreten ve yıllarca hafızasında tutarak günümüze ulaşmasını sağlayan tük Kazancılılara saygılar sunuyoruz.
Bir başka manide buluşmak dileğiyle…..
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Mart 2008 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisoz
Toprağı sel kürüdü,
Yolu duman bürüdü..
Yalak Yurt’un kızları,
Gün doğmadan yürüdü..
Derleyen : Naci SÖZEN
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı yaylalarında, halen yıkıntıları bulunan ve isimleri dillerde dolaşan yaklaşık 52 adet yurt yeri (oba) ve bu yurtlarda yaşamış obacılarla ilgili bilgilere “ Obalarımız ve Obacılık Kültürü “ isimli yazımızda yer vermiştik. Geçmiş zamanlarda, kasabamızın kızları, ailenin erkek çocuklarına göre çok fazla işle meşgul olurlar ve sayısız sorumluluk üstlenirlerdi. Tarla, bağ, bahçe ve yayla işleri, ev işleri ve obacılık uğraşı dahil bir çok alanda zahmetli görevler kızları beklerdi.
Kızların obaya gidiş-gelişleri, obalarda geçen günler ve her türlü eğlence yıllarca konu edilirdi. Obacılar, genellikle obada yatar, sabahleyin otlaktan dönen davarı sağar, gerekli işlemlerden sonra yollara düşerek köye gelir, akşam üstü, tekrar oba yollarında olurlardı. İşte, bu normal düzen bazen bozulur, obacıların köyde kalmak zorunda kaldıkları gün, sabah süt sağma zamanına yetişmeleri için, sabah ezanıyla birlikte yola çıkmaları gerekirdi. Bazen de, akşam işlerini tamamladıklarında gece eve dönmek zorunda kalırlardı.
İlk baharla birlikte dağlardaki yerlerini alan çobanların obaları bu karmaşık faaliyet ortamında zamana karşı yarış halindeyken, ilk bahar yağmurları yağar ve tüm toprağı kürüyerek (süpürerek) bir yerden başka bir yere yığardı. Bu yağmurlu günlerde, dağların tepeleri ve goyaklar (vadiler) sis ve dumanla kaplanırdı. Her türlü güçlüğe rağmen görevlerini yapmak zorunda olan obacılar, köye uzaklığına göre, sabah işleri için, ezandan önce yola çıkarlardı. Bu durumlarını gören bir Manici yağmur ve sellerin aktığı, çevreyi dumanların kapladığı bir günün gecesinde, uzak obalardan olan Yalak Yurt obası obacılarının erkenden yola koyulmaları ve telaşla yamaçları tırmanmalarını satırlara dökmüş ve bu manimiz ortaya çıkmıştır.
Bu maniyi, yedi yaşından evlendiği zamana kadar, çocukluk ve gençliğini muhtelif obalarda geçirmiş olan, günümüzün yaşayan birkaç eski obacısından biriyle yaptığım görüşmede derledim. Maninin kim tarafından ilk olarak söylendiği bilinmemektedir. Bu güzellikleri üreten ve yıllarca hafızasında tutarak günümüze ulaşmasını sağlayan tük Kazancılılara saygılar sunuyoruz.
Bir başka manide buluşmak dileğiyle…..
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Mart 2008 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisoz
Mani (Yakım) - (14)
OBALARIN KIZLARI
Önges pınarından bir su içelim,
Alin yamacını gece geçelim..
Tozlu çeşmesinde mola verince,
Güzeller içinden bir “ yar “ seçelim…
Derleyen : Naci SÖZEN
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Manicimiz, tarihsel zaman içinde, Kazancı ve Kazancılılar için önemli sayılan Önges pınarı, Alain ve dik yamaçları, Toslu çeşmesi ve obaların güzel kızları gibi unsurları bir dörtlükte toplamıştır. yaylalarında, halen yıkıntıları bulunan ve isimleri dillerde dolaşan yaklaşık 52 adet yurt yeri (oba) ve bu yurtlarda yaşamış obacılarla ilgili bilgilere “ Obalarımız ve Obacılık Kültürü “ isimli yazımızda yer vermiştik. Geçmiş zamanlarda, kasabamızın kızları, ailenin erkek çocuklarına göre çok fazla işle meşgul olurlar ve sayısız sorumluluk üstlenirlerdi. Tarla, bağ, bahçe ve yayla işleri, ev işleri ve obacılık uğraşı dahil bir çok alanda zahmetli görevler kızları beklerdi.
Kızların obaya gidiş-gelişleri, obalarda geçen günler ve her türlü eğlence yıllarca konu edilirdi. Obacılar, genellikle obada yatar, sabahleyin otlaktan dönen davarı sağar, gerekli işlemlerden sonra yollara düşerek köye gelir, akşam üstü, tekrar oba yollarında olurlardı. İşte, bu normal düzen bazen bozulur, obacıların köyde kalmak zorunda kaldıkları gün, sabah süt sağma zamanına yetişmeleri için, sabah ezanıyla birlikte yola çıkmaları gerekirdi. Bazen de, akşam işlerini tamamladıklarında gece eve dönmek zorunda kalırlardı.
İlk baharla birlikte dağlardaki yerlerini alan çobanların obaları bu karmaşık faaliyet ortamında zamana karşı yarış halindeyken, ilk bahar yağmurları yağar ve tüm toprağı kürüyerek (süpürerek) bir yerden başka bir yere yığardı. Bu yağmurlu günlerde, dağların tepeleri ve goyaklar (vadiler) sis ve dumanla kaplanırdı. Her türlü güçlüğe rağmen görevlerini yapmak zorunda olan obacılar, köye uzaklığına göre, sabah işleri için, ezandan önce yola çıkarlardı. Bu durumlarını gören bir Manici yağmur ve sellerin aktığı, çevreyi dumanların kapladığı bir günün gecesinde, uzak obalardan olan Yalak Yurt obası obacılarının erkenden yola koyulmaları ve telaşla yamaçları tırmanmalarını satırlara dökmüş ve bu manimiz ortaya çıkmıştır.
Bu maniyi, yedi yaşından evlendiği zamana kadar, çocukluk ve gençliğini muhtelif obalarda geçirmiş olan, günümüzün yaşayan birkaç eski obacısından biriyle yaptığım görüşmede derledim. Maninin kim tarafından ilk olarak söylendiği bilinmemektedir. Bu güzellikleri üreten ve yıllarca hafızasında tutarak günümüze ulaşmasını sağlayan tük Kazancılılara saygılar sunuyoruz.
Bir başka manide buluşmak dileğiyle…..
Derleyen : Av. Naci SÖZEN,
Önges pınarından bir su içelim,
Alin yamacını gece geçelim..
Tozlu çeşmesinde mola verince,
Güzeller içinden bir “ yar “ seçelim…
Derleyen : Naci SÖZEN
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Manicimiz, tarihsel zaman içinde, Kazancı ve Kazancılılar için önemli sayılan Önges pınarı, Alain ve dik yamaçları, Toslu çeşmesi ve obaların güzel kızları gibi unsurları bir dörtlükte toplamıştır. yaylalarında, halen yıkıntıları bulunan ve isimleri dillerde dolaşan yaklaşık 52 adet yurt yeri (oba) ve bu yurtlarda yaşamış obacılarla ilgili bilgilere “ Obalarımız ve Obacılık Kültürü “ isimli yazımızda yer vermiştik. Geçmiş zamanlarda, kasabamızın kızları, ailenin erkek çocuklarına göre çok fazla işle meşgul olurlar ve sayısız sorumluluk üstlenirlerdi. Tarla, bağ, bahçe ve yayla işleri, ev işleri ve obacılık uğraşı dahil bir çok alanda zahmetli görevler kızları beklerdi.
Kızların obaya gidiş-gelişleri, obalarda geçen günler ve her türlü eğlence yıllarca konu edilirdi. Obacılar, genellikle obada yatar, sabahleyin otlaktan dönen davarı sağar, gerekli işlemlerden sonra yollara düşerek köye gelir, akşam üstü, tekrar oba yollarında olurlardı. İşte, bu normal düzen bazen bozulur, obacıların köyde kalmak zorunda kaldıkları gün, sabah süt sağma zamanına yetişmeleri için, sabah ezanıyla birlikte yola çıkmaları gerekirdi. Bazen de, akşam işlerini tamamladıklarında gece eve dönmek zorunda kalırlardı.
İlk baharla birlikte dağlardaki yerlerini alan çobanların obaları bu karmaşık faaliyet ortamında zamana karşı yarış halindeyken, ilk bahar yağmurları yağar ve tüm toprağı kürüyerek (süpürerek) bir yerden başka bir yere yığardı. Bu yağmurlu günlerde, dağların tepeleri ve goyaklar (vadiler) sis ve dumanla kaplanırdı. Her türlü güçlüğe rağmen görevlerini yapmak zorunda olan obacılar, köye uzaklığına göre, sabah işleri için, ezandan önce yola çıkarlardı. Bu durumlarını gören bir Manici yağmur ve sellerin aktığı, çevreyi dumanların kapladığı bir günün gecesinde, uzak obalardan olan Yalak Yurt obası obacılarının erkenden yola koyulmaları ve telaşla yamaçları tırmanmalarını satırlara dökmüş ve bu manimiz ortaya çıkmıştır.
Bu maniyi, yedi yaşından evlendiği zamana kadar, çocukluk ve gençliğini muhtelif obalarda geçirmiş olan, günümüzün yaşayan birkaç eski obacısından biriyle yaptığım görüşmede derledim. Maninin kim tarafından ilk olarak söylendiği bilinmemektedir. Bu güzellikleri üreten ve yıllarca hafızasında tutarak günümüze ulaşmasını sağlayan tük Kazancılılara saygılar sunuyoruz.
Bir başka manide buluşmak dileğiyle…..
Derleyen : Av. Naci SÖZEN,
Mani (Yakım-Ağıt) ve Öyküsü - (15)
KARANFİLLER AÇACAK
Karanfiller açacak,
Ucu boncuk saçacak..
Obanın bir tek kızı,
Kel çobana kaçacak…
Derleyen : Naci SÖZEN
MANİNİN ( YAKIM ) HİKAYESİ :
Kazancıda “ Obacılık ve Manileri “ konusunda en zengin ve coşkulu dönemlerin yaşandığı zamanlarda yaşamış olanların çok azı halen hayattadır. Bu devirlerin kültür ürünlerini derlemek için başvurduğumuz eskinin bu obacılarını gördüğümüz her yerde bazı sorularla hafızalarının derinliklerinde kalmış olan bilgileri derlemekteyiz. Ankara’da karşılaştığımız bu eskinin obacılarından birine yine sorular sorarak bazı tespitler yaptık. Yukarıdaki mani de bu dönemlerde sıkça söylenmiş, zamanla, üzeri küllenen bir çok anıyla birlikte mazinin sisli derinliklerinde kaybolmuştu.
Bilgi kaynağımız, yaklaşık 20 yıl süren obacılık dönemlerindeki türküler, hikayeler, maniler, sevdalar ve davranış alışkanlıklarıyla ilgili faydalı bilgiler aktardı. Zamanın acımasız yıpratıcılığı nedeniyle bazı satırlar unutulmuş veya yarım haliyle hatırlanıyordu. Bu maninin söylendiği 1940’lı yıllarda, Kazancıda, karanfil çiçeği biliniyor muydu ? Cevap “ bilinmese adı manide geçer miydi? “ oldu. Kim olduğu bilinmeyen manicimiz, temelde bir sevdayı ve sonucu olarak sevdiği oğlana kaçacağı konuşulan eylemini anlatmak istemiş olup, çıkış noktası olarak da, karanfil çiçeği ve onun uçlarında boncuk gibi duran kısımlarını kullanmıştır.
Manicimizin duyumlarına göre, obanın güzel kızı bir oğlana (çobana) sevdalı. Dedikodulara göre, kısa zamanda bu oğlana kaçacak. Fakat, oğlan biraz hafife alınıyor ki, kızı uyarmak görevi de üstleniliyor gibi.. Kızların, kendilerini isteyen veya sevdalandıkları oğlana, ailelerinin karşı çıkması üzerine “ kaçma ” yöntemine başvurdukları dönemlerde, bazı kişilerin kızları kaçması yönünde teşvik etmelerine karşılık, bazı kişiler de, bu kaçma olayının akıllı bir hareket olmayacağını, oğlanı da kötüleyerek kızı caydırmaya çalıştıkları bilinirdi.
Başka bir manide buluşmak üzere….Bu ve benzer zenginlikleri yaşayan, kelimelere dökerek anlatan ve günümüze kadar ulaşmasını sağlayan herkese saygılar sunuyor, rahmetler diliyoruz…
Derleyen : Naci SÖZEN, Mayıs 2008 / ANKARA
Karanfiller açacak,
Ucu boncuk saçacak..
Obanın bir tek kızı,
Kel çobana kaçacak…
Derleyen : Naci SÖZEN
MANİNİN ( YAKIM ) HİKAYESİ :
Kazancıda “ Obacılık ve Manileri “ konusunda en zengin ve coşkulu dönemlerin yaşandığı zamanlarda yaşamış olanların çok azı halen hayattadır. Bu devirlerin kültür ürünlerini derlemek için başvurduğumuz eskinin bu obacılarını gördüğümüz her yerde bazı sorularla hafızalarının derinliklerinde kalmış olan bilgileri derlemekteyiz. Ankara’da karşılaştığımız bu eskinin obacılarından birine yine sorular sorarak bazı tespitler yaptık. Yukarıdaki mani de bu dönemlerde sıkça söylenmiş, zamanla, üzeri küllenen bir çok anıyla birlikte mazinin sisli derinliklerinde kaybolmuştu.
Bilgi kaynağımız, yaklaşık 20 yıl süren obacılık dönemlerindeki türküler, hikayeler, maniler, sevdalar ve davranış alışkanlıklarıyla ilgili faydalı bilgiler aktardı. Zamanın acımasız yıpratıcılığı nedeniyle bazı satırlar unutulmuş veya yarım haliyle hatırlanıyordu. Bu maninin söylendiği 1940’lı yıllarda, Kazancıda, karanfil çiçeği biliniyor muydu ? Cevap “ bilinmese adı manide geçer miydi? “ oldu. Kim olduğu bilinmeyen manicimiz, temelde bir sevdayı ve sonucu olarak sevdiği oğlana kaçacağı konuşulan eylemini anlatmak istemiş olup, çıkış noktası olarak da, karanfil çiçeği ve onun uçlarında boncuk gibi duran kısımlarını kullanmıştır.
Manicimizin duyumlarına göre, obanın güzel kızı bir oğlana (çobana) sevdalı. Dedikodulara göre, kısa zamanda bu oğlana kaçacak. Fakat, oğlan biraz hafife alınıyor ki, kızı uyarmak görevi de üstleniliyor gibi.. Kızların, kendilerini isteyen veya sevdalandıkları oğlana, ailelerinin karşı çıkması üzerine “ kaçma ” yöntemine başvurdukları dönemlerde, bazı kişilerin kızları kaçması yönünde teşvik etmelerine karşılık, bazı kişiler de, bu kaçma olayının akıllı bir hareket olmayacağını, oğlanı da kötüleyerek kızı caydırmaya çalıştıkları bilinirdi.
Başka bir manide buluşmak üzere….Bu ve benzer zenginlikleri yaşayan, kelimelere dökerek anlatan ve günümüze kadar ulaşmasını sağlayan herkese saygılar sunuyor, rahmetler diliyoruz…
Derleyen : Naci SÖZEN, Mayıs 2008 / ANKARA
Ağıt (Mani-Yakım) Ve Öyküsü - (16)
UÇTUN.. UÇTUNN…UÇTUNNN..
Ufuktan doğan güneşdin,
Ayarı bulunmaz bir eşdin..
Sessizce oğluna koşdun..
Elimde bir kuşdun..
Uçtun.. uçtunn..uçtunnnn….
Güneş vurunca dağa..
Sen gitmez oldun bağa,,
Vuruldu kelepçeler kola..
Elimde bir kuşdun..
Uçtun.. uçtunn… uçtunnn….
Ördek suda yüzer,
Şahin kayada gezer..
Kara toprak oldu mezar,
Kübra mecnun, derdi azar…
Ecel şerbetini içtin..
Elimde bir kuşdun…
Uçtun..uçtunn…uçtunnnn…!!
Yazan (Ağıtcımız) : Kübra TUNCEL (ERDEM) Kazancı /ERMENEK
Derleyen : Naci SÖZEN, 27 Nisan 2008 / Kazancı Merkez Mahalle…
AĞIT (MANİ-YAKIM) ÖYKÜSÜ ;
Ağıt, öyle sade ve açık yazılmış ve olayı bir güzel özetlemiş ki, bize anlatacak bir şey kalmamış gözüküyor.
Biz, sadece, yoğunlaşmış duyguların dile gelmesini sağladık ve yanımızda bulunan kalemle, yırtık bir zarf üzerine satırları bir parça yazmaya çalıştık… Merhum, Hasan Ali Ağabeyimiz, gerçekten “ iyiler iyisi “ insanlardan biriydi. Öyle iyi niyetli, sabırlı ve uzlaşıcı bir kişiliği vardı ki, yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü ile, kendisine zarar veren, malını alıp dolandıran (yabancı tüccarlar), aldığı borcu ödemeyen insanlar hakkında yasal işlem başlatılması konuşulduğunda, her kes için “ imkanı olsa öderdi,, biraz daha bekleyelim, ayıp olmasın, şimdilik acele para ihtiyacımız yok, sağır öder..” gibi cümleler söyler ve adeta borçlu olan kendisiymiş gibi, üzücü olacak tedbirlerden kaçınırdı…
Ankara İbni Sina hastanesi koridorunda görüştüğümüzde (son görüşmemiz oldu) de gülümsüyor, kimseye zahmet vermek istemiyor ve alacaklarının istenmesine taraftar olmuyordu… Kendisine Allah’dan sonsuz rahmetler dilerken, O’nu çok özledik ve de özleyeceğiz diyoruz…
Yazan : Av. Naci SÖZEN , Mayıs 2008 / ANKARA
Ufuktan doğan güneşdin,
Ayarı bulunmaz bir eşdin..
Sessizce oğluna koşdun..
Elimde bir kuşdun..
Uçtun.. uçtunn..uçtunnnn….
Güneş vurunca dağa..
Sen gitmez oldun bağa,,
Vuruldu kelepçeler kola..
Elimde bir kuşdun..
Uçtun.. uçtunn… uçtunnn….
Ördek suda yüzer,
Şahin kayada gezer..
Kara toprak oldu mezar,
Kübra mecnun, derdi azar…
Ecel şerbetini içtin..
Elimde bir kuşdun…
Uçtun..uçtunn…uçtunnnn…!!
Yazan (Ağıtcımız) : Kübra TUNCEL (ERDEM) Kazancı /ERMENEK
Derleyen : Naci SÖZEN, 27 Nisan 2008 / Kazancı Merkez Mahalle…
AĞIT (MANİ-YAKIM) ÖYKÜSÜ ;
Ağıt, öyle sade ve açık yazılmış ve olayı bir güzel özetlemiş ki, bize anlatacak bir şey kalmamış gözüküyor.
Biz, sadece, yoğunlaşmış duyguların dile gelmesini sağladık ve yanımızda bulunan kalemle, yırtık bir zarf üzerine satırları bir parça yazmaya çalıştık… Merhum, Hasan Ali Ağabeyimiz, gerçekten “ iyiler iyisi “ insanlardan biriydi. Öyle iyi niyetli, sabırlı ve uzlaşıcı bir kişiliği vardı ki, yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü ile, kendisine zarar veren, malını alıp dolandıran (yabancı tüccarlar), aldığı borcu ödemeyen insanlar hakkında yasal işlem başlatılması konuşulduğunda, her kes için “ imkanı olsa öderdi,, biraz daha bekleyelim, ayıp olmasın, şimdilik acele para ihtiyacımız yok, sağır öder..” gibi cümleler söyler ve adeta borçlu olan kendisiymiş gibi, üzücü olacak tedbirlerden kaçınırdı…
Ankara İbni Sina hastanesi koridorunda görüştüğümüzde (son görüşmemiz oldu) de gülümsüyor, kimseye zahmet vermek istemiyor ve alacaklarının istenmesine taraftar olmuyordu… Kendisine Allah’dan sonsuz rahmetler dilerken, O’nu çok özledik ve de özleyeceğiz diyoruz…
Yazan : Av. Naci SÖZEN , Mayıs 2008 / ANKARA
Nerelerde Rastladım - (11)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (11)
( Ankara’da Bir “ Ermenek Ticaret “ Mağazası Vardı )
Ankara günlerimizin başladığı 1990’lı yıllarında, bir tatil günü, Ulus semtinden yürüyerek Opera-Sıhhiye istikametinde geziyordum. İtfaiye meydanına ulaştığım noktada bulunan ve gelip geçenlerin dilek tuttukları “ Karyağdı Sultan “ türbesinin yanından geçince karşıma çıkan pasaja yöneldim. Giriş kapısı üzerindeki tabelalara bakarken “Ermenek Ticaret” yazılı bir çerçeve dikkatimi çekti. Tabelada “ Telefunken Ürünleri Bayisi “ yazısı da vardı. Araştırmacı duygularım, her zaman olduğu gibi, beni, pasajın alt katlarına inerek bu mağazayı bulma ve sahipleriyle tanışma yönünde hareket etmeme neden oldu.
Çarşının (iş hanı) alt katına indiğimde, daha ayrıntılı ilan ve reklamların asıldığı bir kapı ve içerisinde televizyon başta olmak üzere, dayanıklı ev eşyaları satılmakta olduğunu gördüm. Müşteri gibi içeri daldım ve kasada oturan kişiye selam vererek süreci başlattım. Kendimi tanıttım ve Ermenekli olduğumu söyledikten sonra, Ermenek ismini kullanmalarının dikkatimi çektiğini söyleyip, bu kentle ilgilerini sordum. Kasada, paraları tahsil eden bu genç adam, atalarının Ermenekli, soy isimlerinin de “ Metinermenek” şeklinde olduğunu, bildiği kadarıyla anlatmaya başladı.
Patronun oğlu olan genç adamın bildiklerine göre, bu ailenin büyük dedeleri Ermenek merkezden, asırlar önce, medrese eğitimi için Konya’ya gelmiş, eğitimi tamamlayınca da Ankara şehrine geçmişti. Bu şehre yerleşmelerinden sonra, Ermenek ile hiçbir irtibat kurulmamış ve geçen nesiller boyunca da bu kopukluk devam etmişti. Öğrendiğim kadarıyla, ailenin, ata diyarı Ermenek ile bağları tamamen kopmuş durumdaydı. Benim aklıma takılan ise, bu kopmaya rağmen, soy isimlerinin “ Metinermenek” oluşunun bir açıklamasının olması gerektiğiydi.
Ailelerine ait bir lakap veya belirgin özellik söyleyebilirlerse, gerekli araştırmayı yaparak, kopmuş aile bağlarının tekrar kurulmasına yardımcı olabileceğimi belirttim ve bazı örnekleri anlattım. Tanıştığım delikanlı, soy isimlerinin sırrı ve aile isimleri (lakapları) konusunu babasıyla konuşacağını ve bir hafta sonra bana bilgi aktarabileceğini söyledi. Bir hafta sonra görüşmek dileğiyle mağazadan ayrıldım.
Ermenek Ticaret isimli mağazaya bir hafta sonra tekrar uğradığımda, tanıştığım genç adamın beni beklediğini anladım. Hemen konuya girdim. Babasıyla konuştuklarını, ailelerinin, Konya’dan Ankara’ya göçleriyle birlikte bağların koptuğunu, buna rağmen dedelerinin vasiyeti üzerine “ Ermenek “ kökenini unutmadıklarını, hatta, Ermenek şehir merkezinde yaşayan atalarının lakaplarının “ Sarı Metin, Hasta Metin” şeklinde olduğunu aktardı. Nitekim, köken ve lakap unutulmamış ki, soy isim alınırken, bu iki kelime birleştirilerek “Metinermenek” kavramı oluşturulmuştu. Lakap ve kökene bu kadar bağlı olunmasına rağmen, o güne kadar, Ermenek veya Ermeneklilerle hiç bir irtibat kurulmamış olmasının bir açıklaması da yapılamıyordu.
Bir tesadüf eseri olarak tanıştığım bu eski Ermenekli hemşerilerime, konuyu yaz tatilim sırasında araştırabileceğimi ve sonbaharda bilgi getirebileceğimi söyleyip ayrıldım. Tatil zamanı Ermenek’e geldiğimde, elimdeki bilgilerle hemen araştırmaya başladım. Gerekli bilgilere ulaşmak çok da zor değildi. Çünkü, aynı lakapları (Sarı Metin, Hasta Metin) kullanmakta olan insanlar hala varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu sülale, Ermenek otobüs garajı altında oturuyordu. Hatta, Kazancıda uzun yıllar öğretmenlik yapmış olan Sayın Alaaddin AĞARDAN hocamız da bu sülaleye mensuptu. Kendileriyle konuşarak bendeki bilgileri teyit ettirdim. Ermenek’te yaşamakta olan aile mensupları, Konya, Ankara, İzmir ve İstanbul dahil bir çok şehirde, sülalelerine mensup insanların yerleştiklerini biliyorlar , fakat irtibatlar kesilmiş olduğundan tanışmıyorlardı.
Bu konuyu biraz daha araştırdığımda, Kazancı merkez mahallede yaşayan Metin amcamızın da bu sülale ile yakın akrabalık bağı olduğunu ve ismini de sülalenin Hasta Metin lakabından aldığını öğrendim. Benim bu araştırmayı yaptığım yıllarda, Ermenek’te, Hasta Metin adıyla bilinen bir şoför vardı. Dodge marka kamyonu ile Konya’ya giderken, Çumra yakınlarında, Anar Turizm isimli bir yolcu otobüsü ile kazaya karışmış ve kamyon yoldan çıkarak kavakların arasına uçup ters vaziyette yatmıştı. Çevreden toplananların şaşkın bakışları arasında, ters vaziyette yatan kamyonun içinden yara almadan çıkan şoför Hasta Metin, durumlarına bir espri katmak için olsa gerek, muavinine dönerek “ Ali, durma, araba ters dönmüşken, şu aks, krank, eksoz borusu ve jantları bir yağlayıverelim “ demiş ve bu sözler yıllarca halk dilinde dolaşmıştı.
Ankara itfaiye meydanında karşılaştığım Ermenek Ticaret isimli mağazanın sahipleri olan hemşerilerime, aile mensuplarının halen Ermenek merkezde yaşamakta olduğunu isimlerle birlikte iletmek için sabırsızlanıyordum. Daha önce, İzmir’de karşılaştığım, Yaldız soy isminde bir kişinin, hiç tanımadığı Ermenekli akrabaları ile buluşmasını sağlamıştım. Tatilden Ankara’ya döndükten bir kaç gün sonra mağazanın bulunduğu çarşıya gittim. Girişten itibaren, önceden gözüme hemen ilişen tabelanın olmadığını fark ettim. Alt kata indiğimde mağaza da el değiştirmişti. Mağazanın yeni sahibi ile konuştum. Ermenek Ticaretin ekonomik sorunlar nedeniyle kapandığını, sahiplerinin adreslerini bilmediklerini öğrendim.
Sonuçta, araştırmalarımla ulaştığım bilgileri iletecek kimse bulamadığım için oldukça üzüldüm. Geçen zaman içinde, karşılaştığım hemşerilere konuyu anlatarak, aileyi tanıyanın olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Ankara Ermenekliler Derneği salonun duvarında asılı olan bir saatin üzerinde “ Ermenek Ticarek / Metinermenek “ kelimelerinin yazdığını gördüm. Yöneticiler, o saati hemşeri olduklarını söyleyen bir kişinin hediye ettiğini, adresini ve telefonunu vermediğini belirttiler. Kısacası, edindiğim bilgileri iletmek istediğim Ermeneklilere ulaşamadım…Belki bir gün tekrar karşılaşır ve bu bilgileri kendilerine iletiriz… Belki de, başka bir vesile ile irtibat kurulmuştur.. Kim bilir ??...
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerede Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , 15 Mayıs 2008 / ANKARA
( Ankara’da Bir “ Ermenek Ticaret “ Mağazası Vardı )
Ankara günlerimizin başladığı 1990’lı yıllarında, bir tatil günü, Ulus semtinden yürüyerek Opera-Sıhhiye istikametinde geziyordum. İtfaiye meydanına ulaştığım noktada bulunan ve gelip geçenlerin dilek tuttukları “ Karyağdı Sultan “ türbesinin yanından geçince karşıma çıkan pasaja yöneldim. Giriş kapısı üzerindeki tabelalara bakarken “Ermenek Ticaret” yazılı bir çerçeve dikkatimi çekti. Tabelada “ Telefunken Ürünleri Bayisi “ yazısı da vardı. Araştırmacı duygularım, her zaman olduğu gibi, beni, pasajın alt katlarına inerek bu mağazayı bulma ve sahipleriyle tanışma yönünde hareket etmeme neden oldu.
Çarşının (iş hanı) alt katına indiğimde, daha ayrıntılı ilan ve reklamların asıldığı bir kapı ve içerisinde televizyon başta olmak üzere, dayanıklı ev eşyaları satılmakta olduğunu gördüm. Müşteri gibi içeri daldım ve kasada oturan kişiye selam vererek süreci başlattım. Kendimi tanıttım ve Ermenekli olduğumu söyledikten sonra, Ermenek ismini kullanmalarının dikkatimi çektiğini söyleyip, bu kentle ilgilerini sordum. Kasada, paraları tahsil eden bu genç adam, atalarının Ermenekli, soy isimlerinin de “ Metinermenek” şeklinde olduğunu, bildiği kadarıyla anlatmaya başladı.
Patronun oğlu olan genç adamın bildiklerine göre, bu ailenin büyük dedeleri Ermenek merkezden, asırlar önce, medrese eğitimi için Konya’ya gelmiş, eğitimi tamamlayınca da Ankara şehrine geçmişti. Bu şehre yerleşmelerinden sonra, Ermenek ile hiçbir irtibat kurulmamış ve geçen nesiller boyunca da bu kopukluk devam etmişti. Öğrendiğim kadarıyla, ailenin, ata diyarı Ermenek ile bağları tamamen kopmuş durumdaydı. Benim aklıma takılan ise, bu kopmaya rağmen, soy isimlerinin “ Metinermenek” oluşunun bir açıklamasının olması gerektiğiydi.
Ailelerine ait bir lakap veya belirgin özellik söyleyebilirlerse, gerekli araştırmayı yaparak, kopmuş aile bağlarının tekrar kurulmasına yardımcı olabileceğimi belirttim ve bazı örnekleri anlattım. Tanıştığım delikanlı, soy isimlerinin sırrı ve aile isimleri (lakapları) konusunu babasıyla konuşacağını ve bir hafta sonra bana bilgi aktarabileceğini söyledi. Bir hafta sonra görüşmek dileğiyle mağazadan ayrıldım.
Ermenek Ticaret isimli mağazaya bir hafta sonra tekrar uğradığımda, tanıştığım genç adamın beni beklediğini anladım. Hemen konuya girdim. Babasıyla konuştuklarını, ailelerinin, Konya’dan Ankara’ya göçleriyle birlikte bağların koptuğunu, buna rağmen dedelerinin vasiyeti üzerine “ Ermenek “ kökenini unutmadıklarını, hatta, Ermenek şehir merkezinde yaşayan atalarının lakaplarının “ Sarı Metin, Hasta Metin” şeklinde olduğunu aktardı. Nitekim, köken ve lakap unutulmamış ki, soy isim alınırken, bu iki kelime birleştirilerek “Metinermenek” kavramı oluşturulmuştu. Lakap ve kökene bu kadar bağlı olunmasına rağmen, o güne kadar, Ermenek veya Ermeneklilerle hiç bir irtibat kurulmamış olmasının bir açıklaması da yapılamıyordu.
Bir tesadüf eseri olarak tanıştığım bu eski Ermenekli hemşerilerime, konuyu yaz tatilim sırasında araştırabileceğimi ve sonbaharda bilgi getirebileceğimi söyleyip ayrıldım. Tatil zamanı Ermenek’e geldiğimde, elimdeki bilgilerle hemen araştırmaya başladım. Gerekli bilgilere ulaşmak çok da zor değildi. Çünkü, aynı lakapları (Sarı Metin, Hasta Metin) kullanmakta olan insanlar hala varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu sülale, Ermenek otobüs garajı altında oturuyordu. Hatta, Kazancıda uzun yıllar öğretmenlik yapmış olan Sayın Alaaddin AĞARDAN hocamız da bu sülaleye mensuptu. Kendileriyle konuşarak bendeki bilgileri teyit ettirdim. Ermenek’te yaşamakta olan aile mensupları, Konya, Ankara, İzmir ve İstanbul dahil bir çok şehirde, sülalelerine mensup insanların yerleştiklerini biliyorlar , fakat irtibatlar kesilmiş olduğundan tanışmıyorlardı.
Bu konuyu biraz daha araştırdığımda, Kazancı merkez mahallede yaşayan Metin amcamızın da bu sülale ile yakın akrabalık bağı olduğunu ve ismini de sülalenin Hasta Metin lakabından aldığını öğrendim. Benim bu araştırmayı yaptığım yıllarda, Ermenek’te, Hasta Metin adıyla bilinen bir şoför vardı. Dodge marka kamyonu ile Konya’ya giderken, Çumra yakınlarında, Anar Turizm isimli bir yolcu otobüsü ile kazaya karışmış ve kamyon yoldan çıkarak kavakların arasına uçup ters vaziyette yatmıştı. Çevreden toplananların şaşkın bakışları arasında, ters vaziyette yatan kamyonun içinden yara almadan çıkan şoför Hasta Metin, durumlarına bir espri katmak için olsa gerek, muavinine dönerek “ Ali, durma, araba ters dönmüşken, şu aks, krank, eksoz borusu ve jantları bir yağlayıverelim “ demiş ve bu sözler yıllarca halk dilinde dolaşmıştı.
Ankara itfaiye meydanında karşılaştığım Ermenek Ticaret isimli mağazanın sahipleri olan hemşerilerime, aile mensuplarının halen Ermenek merkezde yaşamakta olduğunu isimlerle birlikte iletmek için sabırsızlanıyordum. Daha önce, İzmir’de karşılaştığım, Yaldız soy isminde bir kişinin, hiç tanımadığı Ermenekli akrabaları ile buluşmasını sağlamıştım. Tatilden Ankara’ya döndükten bir kaç gün sonra mağazanın bulunduğu çarşıya gittim. Girişten itibaren, önceden gözüme hemen ilişen tabelanın olmadığını fark ettim. Alt kata indiğimde mağaza da el değiştirmişti. Mağazanın yeni sahibi ile konuştum. Ermenek Ticaretin ekonomik sorunlar nedeniyle kapandığını, sahiplerinin adreslerini bilmediklerini öğrendim.
Sonuçta, araştırmalarımla ulaştığım bilgileri iletecek kimse bulamadığım için oldukça üzüldüm. Geçen zaman içinde, karşılaştığım hemşerilere konuyu anlatarak, aileyi tanıyanın olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Ankara Ermenekliler Derneği salonun duvarında asılı olan bir saatin üzerinde “ Ermenek Ticarek / Metinermenek “ kelimelerinin yazdığını gördüm. Yöneticiler, o saati hemşeri olduklarını söyleyen bir kişinin hediye ettiğini, adresini ve telefonunu vermediğini belirttiler. Kısacası, edindiğim bilgileri iletmek istediğim Ermeneklilere ulaşamadım…Belki bir gün tekrar karşılaşır ve bu bilgileri kendilerine iletiriz… Belki de, başka bir vesile ile irtibat kurulmuştur.. Kim bilir ??...
Yazının sonunu “ Bakalım, Ermenekliye, Başka, Nerede Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..
Yazan : Av. Naci SÖZEN , 15 Mayıs 2008 / ANKARA
Sıradışı Bir Başarı Öyküsü -(3)
KAZANCILI İBRAHİM TÜRKER’DEN SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ –(3)
( Bu Türkçe Notu Niçin Düşük ? )
Kazancılı “ eğitim öncüsü “ üç küçük çocuk, Ereğli şehrinden bindikleri kamyon kasasından, şoförün işaretiyle indikleri bir dere kenarında, varmaya çalıştıkları okul olduğu işaret edilen şantiye görünümündeki sahaya şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Babaları hemen Kazacıya dönüş yolculuğuna koyuldular. Bu merkezde 5 yıl sürecek olan eğitime başlamak için kayıtlarını yaptırdılar. Herkese baba mesleği ve bir usta yanında çırak olarak çalışıp çalışmadığı kayıt esnasında soruluyordu. Bu sorular doğrultusunda okul inşaatında öğrencilerin hangi işlerde görevlendirilecekleri tespit edilmeye çalışılıyordu. Zamanın savaş ve kıtlı yılları olması nedeniyle, okul yapılması için ne ödenek, ne kontrol, ne destek ve ne de yardım vardı. Okuyacakları binaları çevreden toplanan usta ve işçilerle, öğretmenler, memurlar ve öğrenciler yaparken, bir taraftan eğitime de devam ediliyordu.
Kazancılı öğrenciler kısa zamanda kendilerini kabul ettirdiler. Sağlık Kolu, Kütüphanecilik Kolu ve Temizlik Kolu başkanları Kazancılı öğrencilerdi. Kahramanımız İbrahim TÜRKER, bu kolların başkanlığını yaptı. İnşaatlarda, duvarcılık ve marangozluk işleri dahil amelelik işleri yaptı. Eğitimin sürdüğü 5 yıl boyunca sonbaharda gidiyorlar, yaz başında Kazancıya dönüyorlardı. Okula giderken babalarının ceplerine koyduğu 25-30 TL parayla bir yıl idare ediyorlar ve tekrar köye dönüyorlardı. Bu dönem içinde, Ecel Deresi ve Bıçakçı boğazını 8-10 kere geçmiş oluyorlardı. Eğitimin son yıllarında, Bucakkışla, Yellibel ve Ecel Deresinden geçen eski Karaman-Ermenek yolu açılmıştı. Bu yolda, araba kullanabilen ve keskin virajları tek manevra ile dönebilen zamanın meşhur şoförü Yarasa Ahmet’in kamyonunun kasasında yolculuk ettiler. Bu kamyon yolculukları, önceki yılların yürümesi yanında çok lüks bir gelişme sayılmıştı.
İvriz Köy Enstitüsünde geçen ilk günlerini, basıma hazırladığı ve adını “ Anılarım ve Düşüncelerim “ olarak belirlediği kitap taslağından okuyalım. “ biz köyden 3 çocuktuk. İlk defa gurbete çıkmıştık. Bir birimizden hiç ayrılmıyor, başkalarıyla konuşmuyor, sadece kendi aramızda sohbet ediyorduk. Bizden önce, başka bölgelerden gelenler, kendi aralarında guruplar halinde toplanmışlardı. Bu sırada, boz renk elbiseli biri aralarda dolaşıyordu. Her guruba bir şeyler söylüyordu. Bizim yanımıza geldiğinde ise, öyle ürkek ürkek durmayın, diğer arkadaşlarınızla kaynaşıp konuşun, tanışın, dedi. Elindeki düdüğü çalarak herkesi tek sıra olarak karşısında topladı. Sonradan öğrendiğimize göre, bu kişi, küme öğretmenimiz Nemci MUTLU idi. Öğrenciler baştan başlayarak rakamları saydılar. Tek rakam sayanlar öne çıktı. Ben çift olduğum için sıramda kalmıştım. Diğer iki köylüm olan Sami ve Dede tek sayı ile benden ayrılıyordu. Böylece, A gurubu 140 numaralı öğrenci olarak okul kaydım düşülmüş oldu. Bir üst sınıf öğrencisi, hepimize, ayakkabı, çamaşır, elbise dağıttı. Bu sırada, önce yıkanacaksınız, sonra, çamaşır ve elbiselerinizi giyeceksiniz, demeyi de ihmal etmedi.”
İvriz okulu yeni açılmıştı. 1940-1948 yılları arasında ülke çapında açılmış olan okullar arasında 17. sırada yer alıyordu. Binaların inşaatları yıllar boyu devam etti. Öğrenciler üç katlı ranzalarda yatıyorlardı. Sabah temizliğini, okulun kıyısında açıktan akan bir derenin kenarında, bazen buzları kırarak yapıyorlardı. Sabah kahvaltıları, bir tabağa konmuş bir çay, bir dilim ekmek ve birkaç zeytinden ibaret olurdu. Bu zor şartlar, bizim köylülere hiç ağır gelmiyordu. Çünkü, onlar daha ağır şartları yaşadıkları köyden ve aşılması güç dağlardan gelmişlerdi. Sayın İbrahim TÜRKER, anılarında bu günleri kaleme alırken “ içinde yaşamakta olduğumuz olaylar bize çekilmez gibi görünse de, hayallerimiz ve aklımızda yer eden amaçlarımız bize güç veriyordu. Seçkin yazarlarımızdan Adnan BİNYAZAR, Masalını Yitiren Dev isimli kitabında yer alan “ insan mutlulukların yarattığı güvenle ayakta durur “ cümlesini aklımdan hiç çıkarmıyordum “ cümlelerine de yer veriyordu. İkinci Dünya Savaşının her tarafı kasıp kavurduğu, kıtlık ve yokluğun kol gezdiği yıllar, öğle yemeklerini kuru üzüm ve ekmekle geçirdikleri günlerde bile çok mutluydu. Üzüm hoşafı ve ekmek ikilisinin, Çanakkale Zaferini yaratan askerlerimizin de değişmez öğün yemeği olduğunu hatırlayalım. Ereğli ilçesinde bir okulun çatısını, bir gurup arkadaşıyla onardıkları gün kendilerine ikram edilen bir dilim ekmek ve bir kase muhallebiyi yerken de mutluydu.
Okula yeni katılan öğrencilerin, kısa sürede, ortama ve eğitim sistemine uyum sağlamaları için yoğun bir çaba harcanmıştı. Köy Enstitülerindeki eğitimde, bilgi ve beceriyi artırmaya dayalı ve iş içinde eğitim ilkesi benimsenmişti. Öğretim süresi itibariyle, 114 hafta kültür dersleri, 58 hafta tarım ve uygulaması dersleri, 58 hafta teknik dersler ve uygulaması, 6 hafta yıllık tatil. Tatiller her küme için farklı aylarda ve dönüşümlü olarak veriliyordu. Dersler dışında, toplu yapılan söyleşiler, öğretmenlerin bilgilendirme toplantıları, halk oyunları çalışması, eğlenceler, okuma saatleri ve beceri artırma çalışmaları gibi etkinlikler uygulanırdı.
Yıllar boyu süren derslerde, olağanüstü bir başarı elde eden İbrahim TÜRKER, herkes tarafından tanınır olmuştu. Pratik zekası, derin hafızası, hareketliliği ve yorulmadan çalışması haklı bir takdir topladı. Okudukları 13 dersin 12’sinin ortalaması 10 (tam puan) not olarak bitirme karnesine geçmişti. Sadece, Türkçe dersi 7 ortalamaydı. Bu arada, diğer öğrenciler olan merhum Dede UĞUZ ve Sayın Sami TUNCA’nın notlarının da çok yüksek olduğunu hatırlatalım. Bu karneyi gören bir öğretmeni, şaşkınlık içinde “ bu Türkçe dersi niçin 7 not ortalamasında “ diye bağırıyordu. Türkçe dersleri işlenirken, bazı konularda öğretmeniyle aynı görüşü paylaşmayan ve öğretmenin söylediğinin aksini savunan Kazancılı İbrahim, bu davranışını hep sürdürmüş, her farklı görüşü savunduğunda sonradan yapılan araştırmalar sonunda öğretmenin fikrinin doğru olmadığı ve Kazancılının savunduğu fikrin doğru olduğu görülmüştü. Öğrencisi ile öğretmeni arasında yaşanmış olan bu fikir ayrılıklarından hep öğrencinin haklı çıkması sonrasında öğretmende olumsuz bir kanaat oluşmuş ve imtihanlarda not kırmak için bahane arar hale getirmişti. Bu olumsuzluğa rağmen ancak bu kadar kırabilmişti. Sami Hocanın hatıralarından derlediğimize göre, okulda, Ermenek kaynaklı toplam 37 öğrenci vardı. Bu öğrencilerin her biri çağrılacağında “ hey Ermenekli “ diye seslenilirdi. Sadece, Kazancılı bir öğrenci çağrılacağında “ hey Kazancılı “ denirdi. İşte, Kazancılıların çalışkan ve başarılı kişiler olduklarını tüm insanların beyinlerine kazımış olan bu eşsiz büyüklerimizi hatırlayalım, unutmayalım ve unutturmayalım diyoruz. Onların hatırları ve başarıları önünde saygı ile ediliyoruz.
Beş yıllık eğitim tamamlandı ve öğrencimiz “ Pekiyi “ derecesiyle mezun oldu. Bu mezunların köylerde öğretmenlik yapmaları dışında bir seçenekleri yoktu. Bu yıllarda açılmış olan Yüksek Köy Enstitüleri kısa bir zaman içinde kapatılmıştı. Eğitimin son aylarında, liseler için öğretmen yetiştirmeye yönelik olarak açılan ve sayıları sınırlı olan Eğitim Enstitülerine, başarılı öğrencilerden bazılarının kabul edileceği söylenmekteydi. Öğrencimiz İbrahim, mezuniyet derecesine güvenerek “ bir kişi bile yüksek okula gitse o ben olurum” diye aklından geçiriyordu. Bu sırada, matematik öğretmeni Enver İDİL, İbrahim TÜRKER’i yanına çağırarak “ seni Balıkesir Eğitim Enstitüsüne göndermeyi düşünüyoruz” demişti. Bunu duyan öğrencimiz bir üst eğitim hayallerinin gerçekleşeceği inancını canlı tutmaya çalışıyordu. Bu söylentiler ortalıkta dolaşırken, resim öğretmeni Hüseyin ÖZCAN, onu yanına çağırarak “ sen ve bazı arkadaşlarını yarından itibaren kursa alacağız ve kurs sonunda sizleri Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne göndereceğiz” dedi. Okul yönetimi tarafından alınmış olan karara dayalı olan bu haber daha güzeldi. Kazancılı İbrahim TÜRKER ve Dede UĞUZ ile Mehmet KARAMAN, Mevlüt KOCA ve İrfan YILMAZ’dan oluşan süper başarılı 5 kişi hemen özel kursa alındı. Bu kursu planlayan ve uygulayan öğretmen Hüseyin ÖZCAN, Ermenekli bir kişi olup, daha sonra, Gazi Eğitim ve 1958 yıllarında Ermenek Ortaokulu öğretmenliği de yapmıştır. Bir ömrünü bölge insanımızın okuması, aydınlanması ve meslek edinmesine harcamış olan bu idealist Atatürkçü eğitimciyi rahmetle anıyoruz.
Gazi Eğitim için seçilen 5 öğrenci bir ay süren kurs boyunca, kendilerine verilen temalar ve resim tekniklerine göre resimler yapıyor, belirlenen bir tez konusunda doküman ve takdimi hazırlıyordu. İbrahim TÜRKER tez konusu olarak “İvriz Kabartmaları”’nı seçmişti. Kurs sonunda hazırlanan resimler, tezler ve takdim notları okul tarafından Gazi Eğitime gönderildi. Genç eğitimciler kuralarını çekmişler ve gidecekleri okullar belli olmuştu. Merhum Dede UĞUZ Kazancı İlkokuluna gidecek ve kendi köyünde olduğundan Gazi Eğitim çağrısına cevap vermeyecekti. İbrahim TÜRKER ise Karaman yakınlarındaki Mandasun (eski adıyla) köyüne gidecekti.
Cumhuriyetin genç ve idealist öğretmenleri, 5 yıl boyunca kader birliği yaptıkları, her an birlikte oldukları arkadaşları ve öğretmenleriyle toplanarak eğitim andını içtiler, vedalaşarak ayrıldılar. Karaman yakınlarında bir ova köyü olan Mandasun’a gitmek için Ereğli’den trene binen genç eğitimci, yaklaşık 2 saat sonra köy civarındaki istasyondaydı. Memurun anlatımına göre, çantasını omuzlayarak yola düşen kahramanımız, 45 dakika yayan yürüdükten sonra merak edilen köye ulaştı. Köy çıplak bir tepenin eteğine kurulmuş, toprak düz dam evlerden oluşan, bir kaç akasya ağacından başka yeşilliği olamayan, her tarafı toprakla kaplı bir yerdi. Köy girişinde gördüğü bir kişinin yardımıyla okulu ve eğitmeni buldu. Okulu gezdi ve kendisini öğrencilerine ders anlatacağı saatlere hazırlamaya başladı. İlçe İlköğretim Müdürlüğü, ilk maaşı olan 75 TL parayı kendisine ödedi. Bir yıl boyunca 30TL parayla idare eden bir Kazancılı için bu para büyük bir servetti. Okuluna yeni ısınmıştı ki, daha bir ay bile dolmadan İvriz’den gelen bir haber onu Gazi Eğitim için okula çağırıyordu. Hemen toparlanıp İvriz okuluna döndü. Diğer arkadaşları da gelmişti. Okul idaresi gerekli evrakları hazırlayarak kendilerine verdi ve hemen sınava girmeleri için Ankara Gazi Eğitim yoluna koyulmalarını söyledi. Gönderilen tez ve bireysel resimler sonunda bu öğrenciler sınava çağrılmışlardı. Nihayet, hayaller, umutlar ve mutluluklar yönünde ilerlemekte olan sürecin bu safhasında üstün başarılı kişiler, ellerinde evrakları olduğu halde bindikleri ilk trenin içinde son istasyon “ Ankara Garı “ diyerek yolcu olmuşlardı..
Yazımızın sonunda, kahramanımızın anıları içinde yer alan ve zamanın aynı okul mezunu (şairi) Haşim KAYNAR tarafından yazılarak, Köy Enstitüleri dergisinin ilk sayısında yayınlanan dizelere yer verelim..
İçinde yatıp uyuduğumuz,
İş yapıp karın doyurduğumuz.
Binaların altında otlar vardı.
Yerleri rüzgar,
Toprağı koyun kuzu yalardı..
Göğümüzde kuş uçmaz,
Bulut dolaşmazdı.
Yoldan geçenler,
Başını çevirip bu sırtlara bakmazdı..
Terler nasıl bulut olur,
Bina nasıl kurulur, kuş uçurulur.
Yıldız böceği gibi elektrik parlatılır..
Uğramayan yollar uğratılır.
Bitmeyen işler bitirilir..
Bozkıra nasıl can getirilir?
Bir millet bozkırda nasıl birleşir ?
Cümle aleme gösterdik…...
( Gelecek Sayıda “ Anadolu Yollarında Kazancılı Bir Lise Öğretmeni “ ile devam edeceğiz.. … )
DERLEYEN : Araştırmacı-Yazar Naci SÖZEN , Nisan 2008 /ANKARA
( Bu Türkçe Notu Niçin Düşük ? )
Kazancılı “ eğitim öncüsü “ üç küçük çocuk, Ereğli şehrinden bindikleri kamyon kasasından, şoförün işaretiyle indikleri bir dere kenarında, varmaya çalıştıkları okul olduğu işaret edilen şantiye görünümündeki sahaya şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Babaları hemen Kazacıya dönüş yolculuğuna koyuldular. Bu merkezde 5 yıl sürecek olan eğitime başlamak için kayıtlarını yaptırdılar. Herkese baba mesleği ve bir usta yanında çırak olarak çalışıp çalışmadığı kayıt esnasında soruluyordu. Bu sorular doğrultusunda okul inşaatında öğrencilerin hangi işlerde görevlendirilecekleri tespit edilmeye çalışılıyordu. Zamanın savaş ve kıtlı yılları olması nedeniyle, okul yapılması için ne ödenek, ne kontrol, ne destek ve ne de yardım vardı. Okuyacakları binaları çevreden toplanan usta ve işçilerle, öğretmenler, memurlar ve öğrenciler yaparken, bir taraftan eğitime de devam ediliyordu.
Kazancılı öğrenciler kısa zamanda kendilerini kabul ettirdiler. Sağlık Kolu, Kütüphanecilik Kolu ve Temizlik Kolu başkanları Kazancılı öğrencilerdi. Kahramanımız İbrahim TÜRKER, bu kolların başkanlığını yaptı. İnşaatlarda, duvarcılık ve marangozluk işleri dahil amelelik işleri yaptı. Eğitimin sürdüğü 5 yıl boyunca sonbaharda gidiyorlar, yaz başında Kazancıya dönüyorlardı. Okula giderken babalarının ceplerine koyduğu 25-30 TL parayla bir yıl idare ediyorlar ve tekrar köye dönüyorlardı. Bu dönem içinde, Ecel Deresi ve Bıçakçı boğazını 8-10 kere geçmiş oluyorlardı. Eğitimin son yıllarında, Bucakkışla, Yellibel ve Ecel Deresinden geçen eski Karaman-Ermenek yolu açılmıştı. Bu yolda, araba kullanabilen ve keskin virajları tek manevra ile dönebilen zamanın meşhur şoförü Yarasa Ahmet’in kamyonunun kasasında yolculuk ettiler. Bu kamyon yolculukları, önceki yılların yürümesi yanında çok lüks bir gelişme sayılmıştı.
İvriz Köy Enstitüsünde geçen ilk günlerini, basıma hazırladığı ve adını “ Anılarım ve Düşüncelerim “ olarak belirlediği kitap taslağından okuyalım. “ biz köyden 3 çocuktuk. İlk defa gurbete çıkmıştık. Bir birimizden hiç ayrılmıyor, başkalarıyla konuşmuyor, sadece kendi aramızda sohbet ediyorduk. Bizden önce, başka bölgelerden gelenler, kendi aralarında guruplar halinde toplanmışlardı. Bu sırada, boz renk elbiseli biri aralarda dolaşıyordu. Her guruba bir şeyler söylüyordu. Bizim yanımıza geldiğinde ise, öyle ürkek ürkek durmayın, diğer arkadaşlarınızla kaynaşıp konuşun, tanışın, dedi. Elindeki düdüğü çalarak herkesi tek sıra olarak karşısında topladı. Sonradan öğrendiğimize göre, bu kişi, küme öğretmenimiz Nemci MUTLU idi. Öğrenciler baştan başlayarak rakamları saydılar. Tek rakam sayanlar öne çıktı. Ben çift olduğum için sıramda kalmıştım. Diğer iki köylüm olan Sami ve Dede tek sayı ile benden ayrılıyordu. Böylece, A gurubu 140 numaralı öğrenci olarak okul kaydım düşülmüş oldu. Bir üst sınıf öğrencisi, hepimize, ayakkabı, çamaşır, elbise dağıttı. Bu sırada, önce yıkanacaksınız, sonra, çamaşır ve elbiselerinizi giyeceksiniz, demeyi de ihmal etmedi.”
İvriz okulu yeni açılmıştı. 1940-1948 yılları arasında ülke çapında açılmış olan okullar arasında 17. sırada yer alıyordu. Binaların inşaatları yıllar boyu devam etti. Öğrenciler üç katlı ranzalarda yatıyorlardı. Sabah temizliğini, okulun kıyısında açıktan akan bir derenin kenarında, bazen buzları kırarak yapıyorlardı. Sabah kahvaltıları, bir tabağa konmuş bir çay, bir dilim ekmek ve birkaç zeytinden ibaret olurdu. Bu zor şartlar, bizim köylülere hiç ağır gelmiyordu. Çünkü, onlar daha ağır şartları yaşadıkları köyden ve aşılması güç dağlardan gelmişlerdi. Sayın İbrahim TÜRKER, anılarında bu günleri kaleme alırken “ içinde yaşamakta olduğumuz olaylar bize çekilmez gibi görünse de, hayallerimiz ve aklımızda yer eden amaçlarımız bize güç veriyordu. Seçkin yazarlarımızdan Adnan BİNYAZAR, Masalını Yitiren Dev isimli kitabında yer alan “ insan mutlulukların yarattığı güvenle ayakta durur “ cümlesini aklımdan hiç çıkarmıyordum “ cümlelerine de yer veriyordu. İkinci Dünya Savaşının her tarafı kasıp kavurduğu, kıtlık ve yokluğun kol gezdiği yıllar, öğle yemeklerini kuru üzüm ve ekmekle geçirdikleri günlerde bile çok mutluydu. Üzüm hoşafı ve ekmek ikilisinin, Çanakkale Zaferini yaratan askerlerimizin de değişmez öğün yemeği olduğunu hatırlayalım. Ereğli ilçesinde bir okulun çatısını, bir gurup arkadaşıyla onardıkları gün kendilerine ikram edilen bir dilim ekmek ve bir kase muhallebiyi yerken de mutluydu.
Okula yeni katılan öğrencilerin, kısa sürede, ortama ve eğitim sistemine uyum sağlamaları için yoğun bir çaba harcanmıştı. Köy Enstitülerindeki eğitimde, bilgi ve beceriyi artırmaya dayalı ve iş içinde eğitim ilkesi benimsenmişti. Öğretim süresi itibariyle, 114 hafta kültür dersleri, 58 hafta tarım ve uygulaması dersleri, 58 hafta teknik dersler ve uygulaması, 6 hafta yıllık tatil. Tatiller her küme için farklı aylarda ve dönüşümlü olarak veriliyordu. Dersler dışında, toplu yapılan söyleşiler, öğretmenlerin bilgilendirme toplantıları, halk oyunları çalışması, eğlenceler, okuma saatleri ve beceri artırma çalışmaları gibi etkinlikler uygulanırdı.
Yıllar boyu süren derslerde, olağanüstü bir başarı elde eden İbrahim TÜRKER, herkes tarafından tanınır olmuştu. Pratik zekası, derin hafızası, hareketliliği ve yorulmadan çalışması haklı bir takdir topladı. Okudukları 13 dersin 12’sinin ortalaması 10 (tam puan) not olarak bitirme karnesine geçmişti. Sadece, Türkçe dersi 7 ortalamaydı. Bu arada, diğer öğrenciler olan merhum Dede UĞUZ ve Sayın Sami TUNCA’nın notlarının da çok yüksek olduğunu hatırlatalım. Bu karneyi gören bir öğretmeni, şaşkınlık içinde “ bu Türkçe dersi niçin 7 not ortalamasında “ diye bağırıyordu. Türkçe dersleri işlenirken, bazı konularda öğretmeniyle aynı görüşü paylaşmayan ve öğretmenin söylediğinin aksini savunan Kazancılı İbrahim, bu davranışını hep sürdürmüş, her farklı görüşü savunduğunda sonradan yapılan araştırmalar sonunda öğretmenin fikrinin doğru olmadığı ve Kazancılının savunduğu fikrin doğru olduğu görülmüştü. Öğrencisi ile öğretmeni arasında yaşanmış olan bu fikir ayrılıklarından hep öğrencinin haklı çıkması sonrasında öğretmende olumsuz bir kanaat oluşmuş ve imtihanlarda not kırmak için bahane arar hale getirmişti. Bu olumsuzluğa rağmen ancak bu kadar kırabilmişti. Sami Hocanın hatıralarından derlediğimize göre, okulda, Ermenek kaynaklı toplam 37 öğrenci vardı. Bu öğrencilerin her biri çağrılacağında “ hey Ermenekli “ diye seslenilirdi. Sadece, Kazancılı bir öğrenci çağrılacağında “ hey Kazancılı “ denirdi. İşte, Kazancılıların çalışkan ve başarılı kişiler olduklarını tüm insanların beyinlerine kazımış olan bu eşsiz büyüklerimizi hatırlayalım, unutmayalım ve unutturmayalım diyoruz. Onların hatırları ve başarıları önünde saygı ile ediliyoruz.
Beş yıllık eğitim tamamlandı ve öğrencimiz “ Pekiyi “ derecesiyle mezun oldu. Bu mezunların köylerde öğretmenlik yapmaları dışında bir seçenekleri yoktu. Bu yıllarda açılmış olan Yüksek Köy Enstitüleri kısa bir zaman içinde kapatılmıştı. Eğitimin son aylarında, liseler için öğretmen yetiştirmeye yönelik olarak açılan ve sayıları sınırlı olan Eğitim Enstitülerine, başarılı öğrencilerden bazılarının kabul edileceği söylenmekteydi. Öğrencimiz İbrahim, mezuniyet derecesine güvenerek “ bir kişi bile yüksek okula gitse o ben olurum” diye aklından geçiriyordu. Bu sırada, matematik öğretmeni Enver İDİL, İbrahim TÜRKER’i yanına çağırarak “ seni Balıkesir Eğitim Enstitüsüne göndermeyi düşünüyoruz” demişti. Bunu duyan öğrencimiz bir üst eğitim hayallerinin gerçekleşeceği inancını canlı tutmaya çalışıyordu. Bu söylentiler ortalıkta dolaşırken, resim öğretmeni Hüseyin ÖZCAN, onu yanına çağırarak “ sen ve bazı arkadaşlarını yarından itibaren kursa alacağız ve kurs sonunda sizleri Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne göndereceğiz” dedi. Okul yönetimi tarafından alınmış olan karara dayalı olan bu haber daha güzeldi. Kazancılı İbrahim TÜRKER ve Dede UĞUZ ile Mehmet KARAMAN, Mevlüt KOCA ve İrfan YILMAZ’dan oluşan süper başarılı 5 kişi hemen özel kursa alındı. Bu kursu planlayan ve uygulayan öğretmen Hüseyin ÖZCAN, Ermenekli bir kişi olup, daha sonra, Gazi Eğitim ve 1958 yıllarında Ermenek Ortaokulu öğretmenliği de yapmıştır. Bir ömrünü bölge insanımızın okuması, aydınlanması ve meslek edinmesine harcamış olan bu idealist Atatürkçü eğitimciyi rahmetle anıyoruz.
Gazi Eğitim için seçilen 5 öğrenci bir ay süren kurs boyunca, kendilerine verilen temalar ve resim tekniklerine göre resimler yapıyor, belirlenen bir tez konusunda doküman ve takdimi hazırlıyordu. İbrahim TÜRKER tez konusu olarak “İvriz Kabartmaları”’nı seçmişti. Kurs sonunda hazırlanan resimler, tezler ve takdim notları okul tarafından Gazi Eğitime gönderildi. Genç eğitimciler kuralarını çekmişler ve gidecekleri okullar belli olmuştu. Merhum Dede UĞUZ Kazancı İlkokuluna gidecek ve kendi köyünde olduğundan Gazi Eğitim çağrısına cevap vermeyecekti. İbrahim TÜRKER ise Karaman yakınlarındaki Mandasun (eski adıyla) köyüne gidecekti.
Cumhuriyetin genç ve idealist öğretmenleri, 5 yıl boyunca kader birliği yaptıkları, her an birlikte oldukları arkadaşları ve öğretmenleriyle toplanarak eğitim andını içtiler, vedalaşarak ayrıldılar. Karaman yakınlarında bir ova köyü olan Mandasun’a gitmek için Ereğli’den trene binen genç eğitimci, yaklaşık 2 saat sonra köy civarındaki istasyondaydı. Memurun anlatımına göre, çantasını omuzlayarak yola düşen kahramanımız, 45 dakika yayan yürüdükten sonra merak edilen köye ulaştı. Köy çıplak bir tepenin eteğine kurulmuş, toprak düz dam evlerden oluşan, bir kaç akasya ağacından başka yeşilliği olamayan, her tarafı toprakla kaplı bir yerdi. Köy girişinde gördüğü bir kişinin yardımıyla okulu ve eğitmeni buldu. Okulu gezdi ve kendisini öğrencilerine ders anlatacağı saatlere hazırlamaya başladı. İlçe İlköğretim Müdürlüğü, ilk maaşı olan 75 TL parayı kendisine ödedi. Bir yıl boyunca 30TL parayla idare eden bir Kazancılı için bu para büyük bir servetti. Okuluna yeni ısınmıştı ki, daha bir ay bile dolmadan İvriz’den gelen bir haber onu Gazi Eğitim için okula çağırıyordu. Hemen toparlanıp İvriz okuluna döndü. Diğer arkadaşları da gelmişti. Okul idaresi gerekli evrakları hazırlayarak kendilerine verdi ve hemen sınava girmeleri için Ankara Gazi Eğitim yoluna koyulmalarını söyledi. Gönderilen tez ve bireysel resimler sonunda bu öğrenciler sınava çağrılmışlardı. Nihayet, hayaller, umutlar ve mutluluklar yönünde ilerlemekte olan sürecin bu safhasında üstün başarılı kişiler, ellerinde evrakları olduğu halde bindikleri ilk trenin içinde son istasyon “ Ankara Garı “ diyerek yolcu olmuşlardı..
Yazımızın sonunda, kahramanımızın anıları içinde yer alan ve zamanın aynı okul mezunu (şairi) Haşim KAYNAR tarafından yazılarak, Köy Enstitüleri dergisinin ilk sayısında yayınlanan dizelere yer verelim..
İçinde yatıp uyuduğumuz,
İş yapıp karın doyurduğumuz.
Binaların altında otlar vardı.
Yerleri rüzgar,
Toprağı koyun kuzu yalardı..
Göğümüzde kuş uçmaz,
Bulut dolaşmazdı.
Yoldan geçenler,
Başını çevirip bu sırtlara bakmazdı..
Terler nasıl bulut olur,
Bina nasıl kurulur, kuş uçurulur.
Yıldız böceği gibi elektrik parlatılır..
Uğramayan yollar uğratılır.
Bitmeyen işler bitirilir..
Bozkıra nasıl can getirilir?
Bir millet bozkırda nasıl birleşir ?
Cümle aleme gösterdik…...
( Gelecek Sayıda “ Anadolu Yollarında Kazancılı Bir Lise Öğretmeni “ ile devam edeceğiz.. … )
DERLEYEN : Araştırmacı-Yazar Naci SÖZEN , Nisan 2008 /ANKARA
Sıradışı Bir Başarı Öyküsü - (4)
KAZANCILI İBRAHİM TÜRKER’DEN SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ –(4)
( Kazancılı Bir Lise Öğretmeni )
Ereğli İvriz Köy Enstitüsü mezunu üstün başarılı dört yeni Köy İlkokulu Öğretmeni, okullarının teklifi üzerine, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü giriş sınavlarına katılmak üzere, kara tren ile gece yolculuğu yaparak, bir sabahın karanlığında, kendilerini, tarihi “ Ankara Garı / Tren İstasyonu “ ortamında buldular. Bu başarılı gençler, Mehmet KARAMAN, Mevlüt KOCA, İrfan YILMAZ ve Kazancılı İbrahim TÜRKER’di. Sınav için seçilen beşinci kişi olan Kazancılı Dede UĞUZ, Kazancı İlkokulunda başlamış olduğu öğretmenliği bırakmak istemediğinden sınav yoluna çıkmamıştı.
Ankara Tren Garı, Milli Mücadele sürecinden itibaren, nice yolculukların başladığı ve bittiği yer olmuş, Ulu Önder Atatürk ve silah arkadaşları, coşkulu törenlerle, sayısız kere buradan uğurlanıp karşılanmışlardı. Ankara’yı ilk kez gören bu genç eğitimciler, yüzlerinden okunan heyecan ve sevinç duyguları içinde, meraklı bakışlarını çevrelerinde gezdirirken, yerini sordukları Gazi Eğitim’e bir an önce ulaşmayı istiyorlardı.
Kazancılı İbrahim TÜRKER, diğer arkadaşları gibi, elinde sımsıkı tuttuğu resim malzemesi torbası ile Gazi Eğitim kapısından içeri girdi. Türkiye’nin dört bir yanındaki Köy Enstitüsü, Liseler ve dengi okullardan seçilmiş başarılı kişiler, son kez tabi tutulacakları bu seçme sınavı için okul bahçesini doldurmuşlardı. Saatler dokuza yaklaşırken bir yetkili kalabalığa yaklaşarak sınav hakkında bilgiler verdi. Herkese resim malzemeleri dağıtıldı. Katılımcılardan, bir yağlıboya resim yapmaları istendi. Ellerindeki malzeme torbalarını duvar diplerine bırakan genler, verilen resim malzemesi ile bahçe duvarlarının diplerine dağılmıştı. Herkes gibi İbrahim TÜRKER’de çok heyecanlıydı. Sınavı kazanamaz ve Karaman’ın Mandasun köyüne geri dönmek zorunda kalırsa ne yapacaktı.
Sınav sonuçları aynı gün akşam üstü açıklandı. İvriz’den gelen bu dört kişi de sınavı kazanmıştı. Köy Enstitülerinden gelip sınavı kazananların sayısı 10 kişi, tüm okullardan gelip sınavı kazananların sayısı 40 kişiydi. Bu yoğun ilgi ve başarı nedeniyle, Gazi Eğitim bünyesinde “ Resim-İş “ bölümüne ikinci bir şube (sınıf) açılmıştı. Çekilen kuralar sonunda Kazancılı İbrahim TÜRKER A grubuna, diğer 3 arkadaşı da B grubuna düştüler. Hayallerinde yaşattığı “ Yüksek Öğrenim Görmek “ hedefi gerçekleşmeye başlamıştı. Bu merkezdeki eğitimini yine üstün bir başarı ile tamamlayarak 1950 yazında Resim-İş /Lise-Ortaokul Öğretmeni olarak mezun oldu.
Kazancılı İbrahim TÜRKER, yüksek öğretimini de tamamlamış olarak, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kura ile yerleri belirlenecek öğretmenler arasında yer almıştı. Kurada Kayseri Lisesi çıktı. Sonuçtan çok memnundu. Fakat, yakın arkadaşı olan Kayserili Mehmet KALAYCI koşarak yanına gelip, kendisinin İslahiye Ortaokul, Resim-İş Öğretmenliği kurasını çektiğini, kura yerlerini değişirlerse memleketi olan Kayseri’ye gidebileceğini söyleyerek, teklifini kabul etmesi konusunda yalvaran ifadelerini ısrarla tekrarladı. İbrahim TÜRKER, arkadaşına “ benim yetişme ilkelerime göre Anadolu’nun her köşesinde hizmet vermek benim için mutluluktur, sorun değil” diyerek kura yeri değişme teklifini kabul etti.
Gazi Eğitim mezunu genç öğretmenler, Ağustos 1950 ayı maaşını peşin alarak, üç yıl birlikte oldukları arkadaşlarıyla vedalaşıp, Eylül ayında yeni görev yerlerinde olmak üzere Ankara’dan yurda dağıldılar. Kazancıda bir ay izin kullanan öğretmenimiz hemen yollara düşerek, Suriye sınırımızda küçük bir şehir olan İslahiye ilçesine vardı. İlk geceyi küçük bir otelde geçirip, sabahleyin okulunu buldu. Okulda, yaklaşık 120 öğrenci, müdür ve üç öğretmen bulunuyordu. İnsanlarımızı eğitmek, çocuklarımıza ve gelecek nesillere aydınlık ve ışık saçmak ülküsüyle yanıp tutuşan öğretmenimiz, huzurlu ve samimi bir ortam bulmanın da etkisiyle gece gündüz çalışıyor, biraz daha fazlasını öğretmek için çabalıyordu. Bu görev ortamı fazla uzun sürmedi. Sekiz ay sonra Askerlik Hizmeti için sevk emri gelmişti. Bu okuldan da buruk bir hüzünle, öğrencileri ve öğretmen arkadaşlarıyla vedalaşıp ayrıldı.
Adana Askerlik Şubesinden evraklarını alan Kazancılı, Ankara Yedek Subay Okuluna katıldı. Buradaki eğitimi başarı ile tamamlayarak Topçu Asteğmeni (Yedek Subay) rütbesini aldı. Atandığı 7. Kolordu Komutanlığı (Diyarbakır) bünyesinde askerlik görevini başarı ile tamamlayarak terhis oldu. Bakanlık tarafından Siirt Ortaokulu öğretmenliğine tayin edildi. Anlarını kaleme aldığı kitap taslağında, Siirt günlerinin anlatıldığı sayfada şu bilgiler yer almıştır. Özetle, “ Siirt ili kendine özgü özellikleri olan bir ilimizdir. Şehirdeki tüm evler, çatısız, düz damlı ve etrafları yüksek duvarlarla kaplı yapılardı. İnsanlar, yaz sıcağında bu damlarda yatıyorlardı. Resmi kurum görevlileri ile yerli halk farklı yaşam sürdürürlerdi. Halk kendi aralarında Arapça konuşuyordu. Türkçe ve Arapça olmak üzere iki dilli bir yaşamla karşılaşmıştım. Bu ilde iki yıl öğretmenlik yaptım. Çevre kültürleri, tarihi yerleri, köyleri ve yer altı evlerini tanıma fırsatı buldum.” Bu tespitlerde dikkatimizi çeken önemli bir husus, 1953 yıllarında, bu ilde konuşulan iki dilin Türkçe ve Arapça olması ve bu gün ayırımcılığın en üst düzeyde olan Kürtçe dilinin konu edilmemiş olmasıdır. Muhtemelen, o yıllarda, bu merkezde Kürtçe konuşan nüfus yok denecek kadar azdı.
Kazancılı Lise Öğretmeni İbrahim TÜRKER, Siirt Ortaokulun görevinden sonra, hayatında bir çok konuda dönüm noktası sayılabilecek olayların gerçekleşeceği Maraş iline lise öğretmeni olarak atandı. Bu şehirdeki öğretmenlik görevi 1954-1960 yılları arasında yaşandı. Burada tanıştığı Maraşlı (şimdilerde Kahramanmaraş) öğretmen merhum Gülderen Hanım ile tanışıp evlendi. İşte, anılarında ve yazılarında yer alan “ Köye Gelen İlk Yabancı Gelin “ tanımı, eşi, öğretmen Gülderen Hanım için kullanılmıştır.
Maraş Lisesi görevi, yıllarca süren, çok başarılı ve huzurlu bir eğitim dönemi olmuştur. Öğretmenlik ile yöneticiliği birlikte yürütmüş, öğrencilere karşı, sert ve despot davranan müdürün yönetimine karşı çıkmış ve kendisi gibi düşünen görevlilerce desteklenmiştir. Bu davranışları nedeniyle öğrencileri arasında çok sevilmiş ve saygı duyulmuştur. Davranışlarına karşı çıktığı lise müdürü aleyhine Maral sokaklarında yürüyüş yapılmış, bu olayın haberi ve resimleri yerel gazetelerde yayınlanmıştı. Resimlerin incelenmesi sonucu, yürüyüşü yapanların önünde lise son sınıfının çok başarılı öğrencilerinden bir kaç kişi de vardı. Okul müdürü, olaylara öncülük eden bu öğrencilerin okuldan atılmalarını istiyordu.
Maraş Lisesi müdürü M. YÜZBAŞIOĞLU tarafından, aleyhine yürüyüşe katılan, son sınıf öğrencileri, okuldan atılmaları isteğiyle disiplin kuruluna verilmişti. Bu konudaki kararı, Kazancılı Öğretmen İbrahim TÜRKER’in Başkanı olduğu “ Okul Disiplin Kurulu “ verecekti. Kurul toplantısında konuşan başkan “ okulun bitimine az bir zaman kala, bu başarılı öğrencilerin okuldan atılmaları gibi, telafisi imkansız sonuçlar doğuracak olan bir kararın alınmasına gönlüm razı değildir. Bu öğrenciler, yürüyüş yapan haktan insanların teşvikleriyle istemeden katılmışlardır. Ceza verilmemesini arzu ediyorum” şeklinde bir konuşma yapmıştır. Bu sözler, kurul üyelerini de etkilemiş ve öğrencilere, sadece, birer “ tekdir” cezası verilerek okullarını bitirmelerine imkan sağlanmıştır. Bu öğrenciler, liseyi bitirdikten sonra üniversitelerin çok iyi bölümlerini kazanmışlar ve doktor, mühendis, öğretmen olarak, uzun yıllar süren, yararlı devlet-millet hizmetinde bulunmuşlardır. Kendileri lehine davranan ve mesleklerini kazanmalarında çok önemli katkıları olan öğretmenleri İbrahim TÜRKER’i hiç unutmamışlar, yıllar boyu arayıp saygılarını sunmuşlar, karşılaştıkları yerlerde hürmetle ellerine sarılıp öpmüşlerdir. Eğitimci İbrahim TÜRKER, anılarında, müdürü ile arasının açılmasını ve görebileceği mesleki kayıpları göze alarak, bu öğrencileri lehine davranışlar sergilemiş olmaktan hiç bir zaman pişmanlık duymadığını, aksine, topluma kazandırdığı bu gençler için daima mutluluk duyduğunu dile getirmiştir.
Bu olaydan sonra müdürle arası açılmış ve diğer öğretmenlerle de arası açık olan müdürü, haktan şikayet edenler olmuştur. Bakanlıktan gelen müfettişler, çok yönlü incelemeler yapmışlar, zamansız olarak, müdür dahil bir çok öğretmenin ataması çıkarılmıştır. Tabidir ki, bu atananlar arasında hedef kişi olan İbrahim TÜRKER’de vardır. Ankara merkezden bir okula atama istemiş olan öğretmenimiz, Ankara’nın Çubuk ilçesine atandırılmıştır. Bu ilçede göreve başladığı günlerde, ikinci bir kararla, Ankara Merkezde bulunan Milli Eğitim Bakanlığı Film-Radyo-Televizyon Merkezi’ne atanmıştır. Böylece, Kazancılı İbrahim TÜRKER için uzun yıllar sürecek olan “ Ankara Günleri ” başlamış oluyordu….
( Gelecek Sayıda “ Kazancılı Öğretmen İbrahim TÜRKER’in Ankara Günleri “ ile devam edeceğiz.. … )
DERLEYEN : Araştırmacı-Yazar Naci SÖZEN , Mayıs 2008 /ANKARA
( Kazancılı Bir Lise Öğretmeni )
Ereğli İvriz Köy Enstitüsü mezunu üstün başarılı dört yeni Köy İlkokulu Öğretmeni, okullarının teklifi üzerine, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü giriş sınavlarına katılmak üzere, kara tren ile gece yolculuğu yaparak, bir sabahın karanlığında, kendilerini, tarihi “ Ankara Garı / Tren İstasyonu “ ortamında buldular. Bu başarılı gençler, Mehmet KARAMAN, Mevlüt KOCA, İrfan YILMAZ ve Kazancılı İbrahim TÜRKER’di. Sınav için seçilen beşinci kişi olan Kazancılı Dede UĞUZ, Kazancı İlkokulunda başlamış olduğu öğretmenliği bırakmak istemediğinden sınav yoluna çıkmamıştı.
Ankara Tren Garı, Milli Mücadele sürecinden itibaren, nice yolculukların başladığı ve bittiği yer olmuş, Ulu Önder Atatürk ve silah arkadaşları, coşkulu törenlerle, sayısız kere buradan uğurlanıp karşılanmışlardı. Ankara’yı ilk kez gören bu genç eğitimciler, yüzlerinden okunan heyecan ve sevinç duyguları içinde, meraklı bakışlarını çevrelerinde gezdirirken, yerini sordukları Gazi Eğitim’e bir an önce ulaşmayı istiyorlardı.
Kazancılı İbrahim TÜRKER, diğer arkadaşları gibi, elinde sımsıkı tuttuğu resim malzemesi torbası ile Gazi Eğitim kapısından içeri girdi. Türkiye’nin dört bir yanındaki Köy Enstitüsü, Liseler ve dengi okullardan seçilmiş başarılı kişiler, son kez tabi tutulacakları bu seçme sınavı için okul bahçesini doldurmuşlardı. Saatler dokuza yaklaşırken bir yetkili kalabalığa yaklaşarak sınav hakkında bilgiler verdi. Herkese resim malzemeleri dağıtıldı. Katılımcılardan, bir yağlıboya resim yapmaları istendi. Ellerindeki malzeme torbalarını duvar diplerine bırakan genler, verilen resim malzemesi ile bahçe duvarlarının diplerine dağılmıştı. Herkes gibi İbrahim TÜRKER’de çok heyecanlıydı. Sınavı kazanamaz ve Karaman’ın Mandasun köyüne geri dönmek zorunda kalırsa ne yapacaktı.
Sınav sonuçları aynı gün akşam üstü açıklandı. İvriz’den gelen bu dört kişi de sınavı kazanmıştı. Köy Enstitülerinden gelip sınavı kazananların sayısı 10 kişi, tüm okullardan gelip sınavı kazananların sayısı 40 kişiydi. Bu yoğun ilgi ve başarı nedeniyle, Gazi Eğitim bünyesinde “ Resim-İş “ bölümüne ikinci bir şube (sınıf) açılmıştı. Çekilen kuralar sonunda Kazancılı İbrahim TÜRKER A grubuna, diğer 3 arkadaşı da B grubuna düştüler. Hayallerinde yaşattığı “ Yüksek Öğrenim Görmek “ hedefi gerçekleşmeye başlamıştı. Bu merkezdeki eğitimini yine üstün bir başarı ile tamamlayarak 1950 yazında Resim-İş /Lise-Ortaokul Öğretmeni olarak mezun oldu.
Kazancılı İbrahim TÜRKER, yüksek öğretimini de tamamlamış olarak, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kura ile yerleri belirlenecek öğretmenler arasında yer almıştı. Kurada Kayseri Lisesi çıktı. Sonuçtan çok memnundu. Fakat, yakın arkadaşı olan Kayserili Mehmet KALAYCI koşarak yanına gelip, kendisinin İslahiye Ortaokul, Resim-İş Öğretmenliği kurasını çektiğini, kura yerlerini değişirlerse memleketi olan Kayseri’ye gidebileceğini söyleyerek, teklifini kabul etmesi konusunda yalvaran ifadelerini ısrarla tekrarladı. İbrahim TÜRKER, arkadaşına “ benim yetişme ilkelerime göre Anadolu’nun her köşesinde hizmet vermek benim için mutluluktur, sorun değil” diyerek kura yeri değişme teklifini kabul etti.
Gazi Eğitim mezunu genç öğretmenler, Ağustos 1950 ayı maaşını peşin alarak, üç yıl birlikte oldukları arkadaşlarıyla vedalaşıp, Eylül ayında yeni görev yerlerinde olmak üzere Ankara’dan yurda dağıldılar. Kazancıda bir ay izin kullanan öğretmenimiz hemen yollara düşerek, Suriye sınırımızda küçük bir şehir olan İslahiye ilçesine vardı. İlk geceyi küçük bir otelde geçirip, sabahleyin okulunu buldu. Okulda, yaklaşık 120 öğrenci, müdür ve üç öğretmen bulunuyordu. İnsanlarımızı eğitmek, çocuklarımıza ve gelecek nesillere aydınlık ve ışık saçmak ülküsüyle yanıp tutuşan öğretmenimiz, huzurlu ve samimi bir ortam bulmanın da etkisiyle gece gündüz çalışıyor, biraz daha fazlasını öğretmek için çabalıyordu. Bu görev ortamı fazla uzun sürmedi. Sekiz ay sonra Askerlik Hizmeti için sevk emri gelmişti. Bu okuldan da buruk bir hüzünle, öğrencileri ve öğretmen arkadaşlarıyla vedalaşıp ayrıldı.
Adana Askerlik Şubesinden evraklarını alan Kazancılı, Ankara Yedek Subay Okuluna katıldı. Buradaki eğitimi başarı ile tamamlayarak Topçu Asteğmeni (Yedek Subay) rütbesini aldı. Atandığı 7. Kolordu Komutanlığı (Diyarbakır) bünyesinde askerlik görevini başarı ile tamamlayarak terhis oldu. Bakanlık tarafından Siirt Ortaokulu öğretmenliğine tayin edildi. Anlarını kaleme aldığı kitap taslağında, Siirt günlerinin anlatıldığı sayfada şu bilgiler yer almıştır. Özetle, “ Siirt ili kendine özgü özellikleri olan bir ilimizdir. Şehirdeki tüm evler, çatısız, düz damlı ve etrafları yüksek duvarlarla kaplı yapılardı. İnsanlar, yaz sıcağında bu damlarda yatıyorlardı. Resmi kurum görevlileri ile yerli halk farklı yaşam sürdürürlerdi. Halk kendi aralarında Arapça konuşuyordu. Türkçe ve Arapça olmak üzere iki dilli bir yaşamla karşılaşmıştım. Bu ilde iki yıl öğretmenlik yaptım. Çevre kültürleri, tarihi yerleri, köyleri ve yer altı evlerini tanıma fırsatı buldum.” Bu tespitlerde dikkatimizi çeken önemli bir husus, 1953 yıllarında, bu ilde konuşulan iki dilin Türkçe ve Arapça olması ve bu gün ayırımcılığın en üst düzeyde olan Kürtçe dilinin konu edilmemiş olmasıdır. Muhtemelen, o yıllarda, bu merkezde Kürtçe konuşan nüfus yok denecek kadar azdı.
Kazancılı Lise Öğretmeni İbrahim TÜRKER, Siirt Ortaokulun görevinden sonra, hayatında bir çok konuda dönüm noktası sayılabilecek olayların gerçekleşeceği Maraş iline lise öğretmeni olarak atandı. Bu şehirdeki öğretmenlik görevi 1954-1960 yılları arasında yaşandı. Burada tanıştığı Maraşlı (şimdilerde Kahramanmaraş) öğretmen merhum Gülderen Hanım ile tanışıp evlendi. İşte, anılarında ve yazılarında yer alan “ Köye Gelen İlk Yabancı Gelin “ tanımı, eşi, öğretmen Gülderen Hanım için kullanılmıştır.
Maraş Lisesi görevi, yıllarca süren, çok başarılı ve huzurlu bir eğitim dönemi olmuştur. Öğretmenlik ile yöneticiliği birlikte yürütmüş, öğrencilere karşı, sert ve despot davranan müdürün yönetimine karşı çıkmış ve kendisi gibi düşünen görevlilerce desteklenmiştir. Bu davranışları nedeniyle öğrencileri arasında çok sevilmiş ve saygı duyulmuştur. Davranışlarına karşı çıktığı lise müdürü aleyhine Maral sokaklarında yürüyüş yapılmış, bu olayın haberi ve resimleri yerel gazetelerde yayınlanmıştı. Resimlerin incelenmesi sonucu, yürüyüşü yapanların önünde lise son sınıfının çok başarılı öğrencilerinden bir kaç kişi de vardı. Okul müdürü, olaylara öncülük eden bu öğrencilerin okuldan atılmalarını istiyordu.
Maraş Lisesi müdürü M. YÜZBAŞIOĞLU tarafından, aleyhine yürüyüşe katılan, son sınıf öğrencileri, okuldan atılmaları isteğiyle disiplin kuruluna verilmişti. Bu konudaki kararı, Kazancılı Öğretmen İbrahim TÜRKER’in Başkanı olduğu “ Okul Disiplin Kurulu “ verecekti. Kurul toplantısında konuşan başkan “ okulun bitimine az bir zaman kala, bu başarılı öğrencilerin okuldan atılmaları gibi, telafisi imkansız sonuçlar doğuracak olan bir kararın alınmasına gönlüm razı değildir. Bu öğrenciler, yürüyüş yapan haktan insanların teşvikleriyle istemeden katılmışlardır. Ceza verilmemesini arzu ediyorum” şeklinde bir konuşma yapmıştır. Bu sözler, kurul üyelerini de etkilemiş ve öğrencilere, sadece, birer “ tekdir” cezası verilerek okullarını bitirmelerine imkan sağlanmıştır. Bu öğrenciler, liseyi bitirdikten sonra üniversitelerin çok iyi bölümlerini kazanmışlar ve doktor, mühendis, öğretmen olarak, uzun yıllar süren, yararlı devlet-millet hizmetinde bulunmuşlardır. Kendileri lehine davranan ve mesleklerini kazanmalarında çok önemli katkıları olan öğretmenleri İbrahim TÜRKER’i hiç unutmamışlar, yıllar boyu arayıp saygılarını sunmuşlar, karşılaştıkları yerlerde hürmetle ellerine sarılıp öpmüşlerdir. Eğitimci İbrahim TÜRKER, anılarında, müdürü ile arasının açılmasını ve görebileceği mesleki kayıpları göze alarak, bu öğrencileri lehine davranışlar sergilemiş olmaktan hiç bir zaman pişmanlık duymadığını, aksine, topluma kazandırdığı bu gençler için daima mutluluk duyduğunu dile getirmiştir.
Bu olaydan sonra müdürle arası açılmış ve diğer öğretmenlerle de arası açık olan müdürü, haktan şikayet edenler olmuştur. Bakanlıktan gelen müfettişler, çok yönlü incelemeler yapmışlar, zamansız olarak, müdür dahil bir çok öğretmenin ataması çıkarılmıştır. Tabidir ki, bu atananlar arasında hedef kişi olan İbrahim TÜRKER’de vardır. Ankara merkezden bir okula atama istemiş olan öğretmenimiz, Ankara’nın Çubuk ilçesine atandırılmıştır. Bu ilçede göreve başladığı günlerde, ikinci bir kararla, Ankara Merkezde bulunan Milli Eğitim Bakanlığı Film-Radyo-Televizyon Merkezi’ne atanmıştır. Böylece, Kazancılı İbrahim TÜRKER için uzun yıllar sürecek olan “ Ankara Günleri ” başlamış oluyordu….
( Gelecek Sayıda “ Kazancılı Öğretmen İbrahim TÜRKER’in Ankara Günleri “ ile devam edeceğiz.. … )
DERLEYEN : Araştırmacı-Yazar Naci SÖZEN , Mayıs 2008 /ANKARA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)