27 Mart 2008 Perşembe

Kim Bu Kazancılılar ?

KAZANCILI İBRAHİM TÜRKER’DEN SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ –(2)
( Kim Bu Kazancılılar ? )


Kazancılı “ Eğitim Öncüsü “ üç çocuk ve velilerinden oluşan yolcu ekibimiz, Ermenek’ten çıktıkları uzun ve yorucu olacağı belli olan yolculuklarının ilk gününün gecesini Ayı ininde, sırt sırta yatarak geçirdiler. Yorgunluktan ve gecenin ayazından kaskatı olmuş bedenlerle alaca karanlıktan uyandılar. Çarıklarını da kurnaz tilkiden kurtardıktan sonra, azık kabından bir kaç “ dıkım “ (yufka ekmek parçaları ) yediler. Akşamdan, çevredeki taşlara serilmiş olan bezler tekrar ayaklara sarıldı, üzerine çarıklar giyildi ve sıkıca bağlandı. Gün boyu devam edecek olan yolculuk tekrar başladı.

Yolculuğun bu ikinci gününün öğle saatlerinde ünlü “ Ecel Deresi “ yamaçlarına ulaşılmıştı. Yöre insanı, gurbet yollarına düştüğünde, mutlaka aşması gereken bu derin ve dar vadi, kış ve bahar mevsimlerinde fırtına ve karlı-tipili yağışına tutulan nice yolculara aman vermemiş, yollarını kaybettirmiş ve sığınacak bir yer bulana kadar can vermelerine ortam hazırlamıştır. Bir mola verildikten sonra “ bedenimiz soğumadan yola devam “ kararı ile ve bir gayretle uzun vadi geçilmiş ve uzaktan “ Yarasa Burnu “ gözükmüştü. Bu uçurumun tepesinde bulunan inde ikinci gecelerini geçireceklerdi.

Yorulmuş ve kızarmış ayaklar yerde sürünür vaziyette mesafeler tüketilerek Yarasa İnine varıldı. Herkes halsiz kalmış, küçük bedenler hem halsiz, hem mecalsiz kalmıştı. Yatma hazırlıkları hemen başladı. Çarıklar çıkarıldı, bezler taşlara serildi, azıklardan birkaç parça yemeye çalışıldı. Çevreden toplanan kuru otlar, ağaç kabukları ve dallar yere yatak niyetine serildi. Sırt sırta verilerek uyumaya çalışıldı. Sabahın erken saatlerinde yol hazırlıkları tamamlanarak üçüncü günün yürüyüş komutu verildi. Herkes biliyordu ki, planlandığı şekilde yol alabilirlerse, akşama, Bıçakçı Boğazı’nda bir köyün köy odasında olacaklardı.

Güçleri tükenmiş vaziyette ve ayaklarını yerde sürüyerek ilerleyebilen ekibimiz, uzaktan, köy camisinin minaresini görünce yüzlerde zoraki bir tebessüm belirdi. En azından, bu geceyi bir yatakta geçirecekler, belki de sıcak bir yemek yiyeceklerdi. Köy girişinde karşılaştıkları küçük bir kız çocuğuna “ kızım köy odası nerde? “ diye sordular. Bu sorularla çok karşılaştığı belli olan çocuk “ ilerdeki evin arkasında, siz oraya gidin, ben muhtara geldiğinizi haber vereyim “ diyerek oradan uzaklaştı. .

Köy odası olarak kullanılan binanın kapısından giren yolcular, ayaklarını ve sırtlarını (elbiselerini) çıkarmaya koyuldular. Kapıdan içeri giren ve muhtar olduğu sanılan kişi, yolcuların halini, özellikle, çocuk yaştaki bu üç öğrencinin durumunu izledikten sonra şaşırmış bir bakışla “ yolculuk nereye ? “ diye sordu. Konuşmalar sonunda, muhtar, yemek göndereceğini, ilave yatak getireceğini söyleyip ayrıldı. Evlerden gelen sıcak yemekleri yiyen yolcular, zorunlu ihtiyaçlarını giderdikten sonra hemen yerlere serilmiş olan taşlaşmış kılıf döşeklerin üzerine uzanıverdiler. Gelip geçen yolcular tarafından yıllardır kullanılmış olan bu sert yatak, iki geceyi inlerdeki taşların üzerinde geçirmiş olan ekibimiz için yünden yapılmış lüks bir yatak yerine geçmişti.

Sabahın erken saatlinde yolculuk tekrar başladı. Akşama Karaman’da olmaları lazımdı. Aşılmadık tepe, yürünmedik vadi, atlanmadık dere ve basılmadık taş kalmamıştı. Gündüzün aydınlığı akşamın karanlığına dönmek üzereyken Karaman şehrine girildi. Birkaç kişiye sorduktan sonra, Ermenek yolcularının toplanma yeri olan Kervansaray Hanı’na ulaştılar. Burada, Ermenek yönüne gidecek yolcular da vardı. Hemen yakındaki çay ocağından çaylar içildi, çorba ve köpük helva yendi. Ereğli istikametine nasıl gidileceği etrafa soruldu. Yorgunluktan oldukça hırpalanmış vücutlar han odalarında uykuya daldı.

Bu yolculuğun yapıldığı yıllarda, Nazi Almanya’sı, yıldırım hızıyla tüm Avrupa’yı işgal etmiş, milyonlarca Yahudi asıllıyı imha etmiş, ordularının bir kolu Moskova istikametinde ilerlerken, bir kolu Afrika’ya saldırmış, diğer bir kolu da Yunanistan ve Bulgaristan topraklarını işgal ederek batı sınırlarımıza dayanmıştı. Türkiye’nin, müttefikler safında ve Almanlara karşı savaşa girmesi için ağır bir baskı uygulanıyor, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ de, bu baskılara zeki bir şekilde karşı koyarak yabancı liderleri oyalıyordu. Her ihtimale karşı, Trakya sınırımıza yığınaklar yapılıyor ve silah altındaki askerler takviye ediliyordu. Bu takviye kapsamında, önceden askerliğini yapmış olan 1326 tertip (1910 doğumlu) kişiler “ İhtiyat Askeri “ adı altında silah altına alınmış ve batıya sevk edilmişlerdi. Bu şekilde silah altına alınmış olan hepsi merhum Akbaş Hüseyin (Çelebi/ Yukarı Mahalle), Alime Velisi (Bulut/Bucak) ve Deli İbrahim (Çelebi/Yukarı Mahalle) isimli kişilerle sağlıklarında bu dönemlerle ilgili olarak anılarını dinlemiştim.

Kazancılı yolcular derin bir uykuya dalmışlardı ki, kara trenle istasyona inen bir gurup Ermenekli hana ulaştı. Mevcut yolcuların hangi köylerden olduklarını gece görevlisine sordular. Uyumakta olan yolculardan bir gurubun Kazancılı olduğu, yanlarında da henüz ilkokul çağında üç çocuk bulunduğu, dört gündür yürümekte oldukları bilgilerini alınca duyduklarına inanamadılar. Komşu köylerden (Akmanastır) olan bir yolcu durumu anlamak için “ durum bakayım, kimmiş bu garip Kazancılılar ? “ diye bağırarak onların kapılarını açıp içer daldı. İvriz Köy Enstitüsü yeni açılmış, varlığını bilen bile yoktu. Yataktan gürültü ile fırlayan bizimkiler baskına uğradıklarını sanarak korkuya kapılırlar. Neden sonra tanıdıkları bir hemşeri ile karşılaşırlar. Çocukların okul için götürüldüğünü söylerler. Bunca çekilen zahmetleri dinleyen komşu duyduklarına inanmak istemez. Alman işgali bekleniyor. Okulun devam etmesi bile şüpheliyken maceraya gerek var mı ? diye düşünerek “ bu körpe çocuklara nasıl kıydınız ?” şeklinde mırıldanır.

Kazancıdan yolculuk başlamıştır bir kere ve dönüşü de yoktur. Sabahın erken saatlerinde tekrar yola koyulan ekibimiz, tren istasyonuna kadar yürürler ve Ereğli istikametine gidene canlarını atarlar. Trenden, İvriz köyüne en yakın istasyonda ineceklerdir. Nihayet, inecekleri istasyona gelinmiş ve tren acı sesler çıkararak durmuştur. Ekibimiz bir telaş içinde kapıdan kendilerini istasyona atar. Yolculuk daha bitmedi. İvriz köyünün nerede olduğu sorulur. Gösterilen istikamete yürünecek, arkalarından bir kamyon gelirse ücreti verilerek binilecek, gelmezse de yürümeye devam edilecektir.

Ellerinde torbaları, gözleri ilerde gözükmesi muhtemel bir okul binasını arayan, kulakları da, arkalarından yaklaşacak bir arabanın motor sesini duymaya odaklanmış üç çocuk ve üç yetişkin adamdan oluşan Kazancılı yolcular, “ ha gayret, davranın, az kaldı, bir adım daha “ sesleri arasında, köylü ifadesiyle “ böğdelenmiş “ gibi bir görünün içinde, beyinlerinden gelen emirlere itaat etmeyen ayaklarıyla savaşmaktadırlar. Bir gürültüyle bakışlar geriye çevrilir. Bir kamyon yaklaşmaktadır. Yolcuların el, kol ve torba sallamalarına uyan şoför, kamyonu durdurur. İvriz okuluna gittiklerini duyunca, ücretlerini alır ve kasaya bindirerek tozlu yola koyulur.

Köylerinden ilk defa ayrılmış olan bu üç çocuk, yolculuk sırasında gördükleri her şeye, şaşkınlık, merak ve hayretle bakmaya devam ediyordu. Hayallerinde canlandırdıkları okulu, geniş bir alana yayılmış ve büyük binalardan oluşan bir mekan olarak düşünüyorlardı. İçlerinden, ders sınıfları nasıldır ? bizleri kimler ve nasıl karşılayacak? gibi sorulara cevaplar hazırlıyorlardı.

Bu denli karmaşık hayaller ve büyük beklentiler içinde kamyon kasasında olan öğrencimiz İbrahim TÜRKER, yıllar sonra kaleme alınmış anılarında şunları yazacaktı. Özetle ; “ ben erişilmez hayaller ve karmaşık düşünceler içinde etrafı keşfetmeye çalışırken, üstü açık kamyonumuz, ağaçlı ve engebeli bir yolda ilerliyor, rüzgarla oluşan toz bulutları başımızın üzerinde savruluyor, bizi bir çarşaf gibi sarmalıyordu. Kamyon, ağaçsız bir araziye girdi. Yol çok bozuk ve inişli çıkışlıydı. Araç sağa sola yattıkça, kasadaki bizler de bir yandan öbür yana yuvarlanıyorduk. Bu vaziyette bir müddet gittikten sonra, kamyon, inşaat sahasına benzer bir alanda durdu. Etrafta, bir kaçı bitmiş, bazıları inşaat halinde, bazılarının temeli henüz atılmış binalar gözüküyordu. Kamyon şoförü “ işte, burası, kayıt yaptıracağınız okul “ diye bağırarak arabadan inmemizi işaret etti. Hepimiz şaşkınlık içindeydik. Burada oluş nedenimizi biliyorduk, fakat, bu şekilde gözüken bir yerin nasıl okul olacağına akıl erdiremiyorduk. Babalarımızın sürekli tekrarlamakta olduğu “ ADAM OL” arzusunu burada nasıl gerçekleştirecektik ? Hepimiz bu şaşkınlıklar içinde, torbalar elde olmak üzere yere hopladık. Kamyon bir toz bulutu bırakarak gözden kayboldu. Bu durum karşısında, kişisel olarak ilk anda içine düştüğün bu hayal kırıklığı, zaman içinde, yerini, somut olayların bir birini izlemesi sonunda, öğrenim ve eğitim ufkumun genişlemesine bırakacaktı.”

Yazımızın ilerleyen sayılarında, Kazancılı küçük öğrenci İbrahim TÜRKER’in, bu şantiye görünümündeki okulun sınırları içine adım attığı andan itibaren, eğitim ufkunun nasıl genişlediğini ve hangi başarılara ve makamlara ulaşacağını izlemeye devam edeceğiz.



( Gelecek Sayıda “ bu Türkçe notu niçin yedi ? diye kime bağırdılar “ sorununun cevabını arayacağız. … )




DERLEYEN : Araştırmacı Naci SÖZEN , Mart 2008 /ANKARA

Hiç yorum yok: