27 Mart 2008 Perşembe

Tilkinin Kaptığı Çarık Kimindir ?

KAZANCI HİKAYELERİ

KAZANCILI İBRAHİM TÜRKER’DEN SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ –(1)
(Tilkinin Kaptığı Çarık Kimindir ? )


Yayınlamakta olduğumuz Kazancı Hikayeleri ve Eğitim Mücadelemiz serilerini birlikte kapsayacak niteliklere sahip olan bu hikayemizin konusu, Kazancılı İbrahim TÜRKER tarafından verilen olağanüstü eğitim mücadelesini ve gerçekleştirdiği sıra dışı bir başarının öyküsünü özetlemek olacaktır. Eğitim çabalarının, tüm Taşeli insanı için bir uğraştan öteye, bir mücadele ve destan yazmak olduğu, eski yıllarda, ailesini, evini, köyünü ve yöresini terk ederek, uzak diyarların yollarına yayan olarak ve çocuk yaşlarda düşmüş olan bu öncü insanlarda ortak olan en önemli özellik, şartlar ve güçlükler ne kadar ağır ve aşılmaz olursa olsun “ başarmak zorunda olmaları “ gerçeğiydi. Bu ve benzeri hayat hikayeleri, günümüz gençlerine ve gelecek nesillere “ geçmişi bilmek ve geleceği planlamak” açısından katkılar yapacak, hedefleri belirlerken cesaret verecek ve ülkemizin bu günlere gelişinde, canlarını, kanlarını, emeklerini ve ömürlerini harcayan büyüklerimizin anısı uğruna daha çok çalışılmasını teşvik edici olacaktır.

Kazancılı İbrahim TÜRKER, Yahyalar sülalesinden merhum Hacı Yahya ile Hocalar sülalesinden merhume Ayşe Hanımın oğlu olarak, 12 Mayıs 1928 yılında Kazancı Merkez Mahallede doğmuştur. Doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği dönem, Ulu Önder Atatürk liderliğinde kurulmuş olan genç Cumhuriyetimizin ilk yıllarıdır. Ülke çapında bir aydınlanma, çağdaşlaşma ve kalkınma seferberliği başlatılmış olmasına rağmen, dünya çapında etkisini sürdüren 1930 yılı ekonomik krizinin de dönemidir. Kazancı İlkokulu, efsane öğretmen merhum Sami ÖZTAŞ hocanın insan üstü gayretleriyle çevresine ışık saçmaya başlamıştır. İbrahim TÜRKER’in kendi kaleme aldığı özgeçmişinden öğrendiğimize göre, henüz 5-6 yaşlarındayken, ailesi tarafından, dedesi olan merhum Abdurrahman Hoca’dan din bilgilerini öğrenmesi istenmiştir. Her akşam, yemeğini yedikten sonra, Yukarı mahalledeki dedesinin evine koşar, odanın ortasına tek başına diz çökmüş vaziyette oturur, dedesinin yatsı namazından gelmesini beklermiş.

Dedesinin evinde din dersi almakla başlayan bu ilk eğitimi 3-5 ay sürdükten sonra söylenen her şeyi kolayca ezberlemekte olduğunu göstermiştir. Bu duruma şaşıran dedesi, bir gün , babasına “ bu çocuk çok akıllı, her söyleneni hemen öğreniyor, onu ötesine bir okula göndermeye çalış “ şeklinde önemli bir tavsiyede bulunur. Bu tavsiye üzerine yeni açılmakta olan meslek okullardan birine gönderme konusu babasının aklına düşmüştür. Hatta, ilk okul dönemlerinde, babasının, “ seni gedikli okuluna göndereceğim” dediğini hatırlamaktadır. 1930’lu yılların sonlarına gelindiğinde, açılan öğretmen okulları, ziraat mektepleri ve askeri okullar gidilebilecek okullardı. Konya’da Askeri Ortaokul, Kayseri’de Astsubay Okulu ve Ereğli İvriz’de Öğretmen Okulu olduğu biliniyordu. Öğretmenleri Sami Bey’de okulunu bitiren öğrencilerden birilerinin ileri okullara gittiğini görmek için gayret sarf ediyordu. Nihayet, 1941 yılına gelindiğinde, ilkokulu bitiren çocuklardan Gözel Hüseyin oğlu Mehmet (Güzel), babasının isteği ve öğretmeninin gayreti ile bir ilk olarak İvriz Öğretmen okuluna gönderilmiştir. İbrahim Türker ve o dönem arkadaşları ilkokul son sınıfı okurken önlerinde bu örnek vardır.

Kazancı İlkokulunu 1942 yılında bitirecek olan çocuklardan kimlerin ileri okullardan birine gidebilecekleri tartışılmaya başlanır. Çocukların ailelerinin isteği, mali durumu, cesareti, çocuğun zeka durumu ve imtihanlar sonunda yukarıdan kayıt için emir gelmesi gibi aşamalar, kayıt için yollara düşmek, zahmet ve masrafları göze almak gibi hususlar arka arkaya sıralanmış engeller zinciri oluşturmaktadır. Benim, çocukluğumda, büyüklerimden öğrendiğime göre, o eğitim yılı içinde, devlet tarafından görevlendirilen bir heyet tüm okulları dolaşmış, son sınıfları derslerde denetlemiş ve zeki çocukları belirlemeye çalışmıştır. Bu heyet, Kazancı ilkokulundaki incelemeler sonunda,, öğrenci İbrahim TÜRKER’i kast ederek “ sınıfın köşesinde oturan, kara ve ufak çocuğa dikkat edin, gözleri ışık saçıyor “ demişlerdir.

Eğitim dönemi sona ermiş, öğretmen yardımı ile yatılı okula dilekçeler gönderilmiş, gelecek cevaplar beklenmektedir. Öğretmenleri Sami Bey, yaz tatili olması nedeniyle Ermenek merkezdedir. Öğrencilerini üst okullara gönderebilmek için resmi makamlarla irtibatını sürdürmektedir. Yıl içinde sınıflarında en zeki öğrenciler olarak, kendisi ile birlikte Gazi Hasan Ali oğlu Sami TUNCA ve Polis İbrahim oğlu merhum Dede UĞUZ seçilmiştir. Nihayet, bir güz günü Ermenek’teki hocalarından gelen bir haber hayatlarının akışını değiştirecek bir haber olur. Babalarıyla birlikte, evraklarını da alarak, acele şehre gelmeleri istenmiştir. Atlar hazırlanır ve bir gurup olarak yola çıkılır. Delallar bölgesinde Göksu çayından yürüyerek geçilir. Tabi ki, çocuklar atların üzerinde binilidirler. Babaları, yalın ayak suda yürümekte, çocukların attan düşmemesi için yan taraftan sıkıca onları tutmaktalar.

Yorucu bir yolculuktan sonra şehre varan ekip, hana yerleşir. Öğretmen Sami Bey bulunur. Evraklar doldurulur ve imzalanır, resmi makamlara teslim edilir. İvriz Öğretmen Okulundan (O zamanlar ismi İvriz Köy Enstitüsü) haber geldiğinde, kesin kayıt yaptırmak ve okula başlamak için İvriz yolculuğu yapacakları kendilerine bildirilir. Kazancılı bu 3 öncü çocuk ve aileleri köylerine dönmüş, gelecek haberi beklemektedir. Yeni eğitim dönemi başlamak üzeredir. Ailelerde, başka yatılı okullara da dilekçe gönderseydik lafları edilmektedir.

Eğitim döneminin başlamasına haftalar kala, 1942 yılı sonbaharında, yukarılardan gelen yazıda, Kazancılı İbrahim, Dede ve Sami ismindeki çocukların velileriyle ve evraklarıyla birlikte acele olarak İvriz okuluna gelmeleri emredilmiştir. Aileleri ve de çocukları tatlı bir heyecan sarmıştır. Atlar, heybeler, eşyalar ve yiyecekler yine hazırlanır ve gurup olarak yollara düşülür. Bu ekibe askerlik hizmeti için giden Kazancılı merhum İbrahim TOKSOY’da katılmıştır.Ermenek hanında toplanan ve tüm çevre köylerden gelen öğrenciler, askerler ve gurbete giden işçiler, yolculuğa klavuzluk ve taşımacılık yapacak olan “ katırcıların” ortaya çıkmasını beklerler. Katırcılardan hiç biri bu yolculuğa çıkma konusunda istekli olmaz. Bizim öğrencilerin zamanı daralmaktadır.

Katırcının katılmadığı yolculuğun bir gurup olarak başlatılması kararlaştırılır. Yanlarındaki eşya, yiyecek ve diğer yükleri azaltılacak ve hayvanları geri götürecek olan kişi ile Kazancıya gönderilecektir. Yolculuk zahmetli ve uzun bir yolculuk olacaktır. Bu sırada, Hocamız Sami TUNCA’dan aldığım bilgilere göre, kendi babası hayatta olmadığı için yanında amcası vardır. Diğer iki arkadaşının babaları yanlarındadır. Nihayet, yükler sırtlanır, çocukların ellerinden tutulur ve katırcısız olarak Yellibel-Tekeçatı istikametine doğru yamaçlara tırmanılır. Yolculuğun hangi güzergahtan gideceği, nerelerde konaklamak zorunda oldukları, havaların kötüleşmesi ve diğer tehlikeler, hastalık ve de ölüm durumlarında nasıl hareket edileceği şehirdeyken kendilerine tembihlenmiştir. Yine, Sami Hoca’nın anılarına göre, bir yolculuk esnasında, boğaz köylerin birinden askere giden bir genç yolculukta aniden ölmüş ve oracıkta defnedilmiş ve yolculuk devam etmiştir.

Yola çıkan guruba verilen yol güzergahına göre, üç gece geçirildikten sonra ve 4. günün akşamı Karaman Kervansaray hanına varılabilecektir. İlk günün akşamı ulaşmaları gereken noktada bir büyük in vardır. Ekip geceyi bu inde geçirecek ve sabahla birlikte sağlıkları yerindeyse yola devam edeceklerdir. Yanlarında taşıyabilecekleri kadar bir kaç çamaşır ve hafif eşya mevcuttur. Yolculuğun belli safhalarında, ayakları kabaran ve güçleri tükenen çocuklar, velileri tarafından “höbüc “ edilecektir. Katırcı, ekipte olsaydı, para karşılığı, çocuklar, sırayla katıra binebileceklerdi.

Derelerden ve tepelerden geçen dar ve kayalık yollardan ilerleyen yolcular yorulmaya başlamış, küçük çocuklar elleriyle böğürlerini (bellerini) tutmaktadırlar. Babalarını korkutan, çocuklardan birinin bir karın ağrısı veya böbrek sancısı gibi dayanılmaz bir hastalığa tutulmaları konusudur. Bir tepe aşılır, arkasında daha büyük bir dağ çıkar. Bu dağ aşılır, başka bir geçilmez vadi gözükür. Bedenler yorulmuş, ayaklar şişmiş, hafif olan yükler ağırlaşmış ve akıllar, konaklanacak Ayı ininin artık gözükmesine kilitlenmiştir. Geceyi geçirecekleri Ayı inine gelindiğinde herkes bir tarafa savrulur. Ayakkabı ve çarıklar çıkarılır, ayaklara sarılan bezler açılır ve taşlar üzerine serilir. Yanlarında taşıdıkları yiyeceklerden biraz yenir ve vakit geçirmeden yatma hazırlığı başlar.

Gece bu in içinde geçirilecektir. Alt zemin taş ve üzeri keçi gübresiyle örtülü, üst tavan taş ve kuşların yuvasıdır. Yanlarında ne yorgan ne döşek mevcuttur. Bazı hazırlıktan sonra yat saati gelir. Babalar, bir birine sırtlarını vererek yatacak, çocuklarını da kucaklarına alacaklar, böylece, çocukları üşümesi önlenecek ve bir birlerinin vücut ısılarından karşılıklı faydalanmaları ile gereksiz ısı kaybına mani olunacaktır. Bu yatış sistemi, Kırkkuyu yaylasında, ilkbaharda ekin ekerken, sayvantlarda yatış esnasında da uygulanan yöntemdir. Gecenin karanlığı çökmüş, hava giderek soğumuş, dışarıda vahşi hayvan ve gece kuşlarının naraları yankılanmakta, yorulan bedenler bir bir uykuya dalmaktadır. Tan yeri ağarmadan önce, gözün gözü görmediği bir sırada, uyuyanların ayak ucunda bir patırtı kopar. Çevreden yaklaşan karnı aç bir tilki, ayak uçlarında duran ve taze deriden yapılmış bir çarığı kapmış ve kaçmaya başlamıştır. Saldırıya uğradığını sanan herkes, rastgele bağırmakta, bir birini cesaretlendirmek için “ davran, korkma, koş, vurun, yakalayın “ gibi kelimeler sarf etmektedirler.

( Gelecek Sayıda “ Kim Bu Kazancılılar ? “ diye bağıran öğretmen … )




DERLEYEN : Araştırmacı Naci SÖZEN , Mart 2008 /ANKARA

Kim Bu Kazancılılar ?

KAZANCILI İBRAHİM TÜRKER’DEN SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ –(2)
( Kim Bu Kazancılılar ? )


Kazancılı “ Eğitim Öncüsü “ üç çocuk ve velilerinden oluşan yolcu ekibimiz, Ermenek’ten çıktıkları uzun ve yorucu olacağı belli olan yolculuklarının ilk gününün gecesini Ayı ininde, sırt sırta yatarak geçirdiler. Yorgunluktan ve gecenin ayazından kaskatı olmuş bedenlerle alaca karanlıktan uyandılar. Çarıklarını da kurnaz tilkiden kurtardıktan sonra, azık kabından bir kaç “ dıkım “ (yufka ekmek parçaları ) yediler. Akşamdan, çevredeki taşlara serilmiş olan bezler tekrar ayaklara sarıldı, üzerine çarıklar giyildi ve sıkıca bağlandı. Gün boyu devam edecek olan yolculuk tekrar başladı.

Yolculuğun bu ikinci gününün öğle saatlerinde ünlü “ Ecel Deresi “ yamaçlarına ulaşılmıştı. Yöre insanı, gurbet yollarına düştüğünde, mutlaka aşması gereken bu derin ve dar vadi, kış ve bahar mevsimlerinde fırtına ve karlı-tipili yağışına tutulan nice yolculara aman vermemiş, yollarını kaybettirmiş ve sığınacak bir yer bulana kadar can vermelerine ortam hazırlamıştır. Bir mola verildikten sonra “ bedenimiz soğumadan yola devam “ kararı ile ve bir gayretle uzun vadi geçilmiş ve uzaktan “ Yarasa Burnu “ gözükmüştü. Bu uçurumun tepesinde bulunan inde ikinci gecelerini geçireceklerdi.

Yorulmuş ve kızarmış ayaklar yerde sürünür vaziyette mesafeler tüketilerek Yarasa İnine varıldı. Herkes halsiz kalmış, küçük bedenler hem halsiz, hem mecalsiz kalmıştı. Yatma hazırlıkları hemen başladı. Çarıklar çıkarıldı, bezler taşlara serildi, azıklardan birkaç parça yemeye çalışıldı. Çevreden toplanan kuru otlar, ağaç kabukları ve dallar yere yatak niyetine serildi. Sırt sırta verilerek uyumaya çalışıldı. Sabahın erken saatlerinde yol hazırlıkları tamamlanarak üçüncü günün yürüyüş komutu verildi. Herkes biliyordu ki, planlandığı şekilde yol alabilirlerse, akşama, Bıçakçı Boğazı’nda bir köyün köy odasında olacaklardı.

Güçleri tükenmiş vaziyette ve ayaklarını yerde sürüyerek ilerleyebilen ekibimiz, uzaktan, köy camisinin minaresini görünce yüzlerde zoraki bir tebessüm belirdi. En azından, bu geceyi bir yatakta geçirecekler, belki de sıcak bir yemek yiyeceklerdi. Köy girişinde karşılaştıkları küçük bir kız çocuğuna “ kızım köy odası nerde? “ diye sordular. Bu sorularla çok karşılaştığı belli olan çocuk “ ilerdeki evin arkasında, siz oraya gidin, ben muhtara geldiğinizi haber vereyim “ diyerek oradan uzaklaştı. .

Köy odası olarak kullanılan binanın kapısından giren yolcular, ayaklarını ve sırtlarını (elbiselerini) çıkarmaya koyuldular. Kapıdan içeri giren ve muhtar olduğu sanılan kişi, yolcuların halini, özellikle, çocuk yaştaki bu üç öğrencinin durumunu izledikten sonra şaşırmış bir bakışla “ yolculuk nereye ? “ diye sordu. Konuşmalar sonunda, muhtar, yemek göndereceğini, ilave yatak getireceğini söyleyip ayrıldı. Evlerden gelen sıcak yemekleri yiyen yolcular, zorunlu ihtiyaçlarını giderdikten sonra hemen yerlere serilmiş olan taşlaşmış kılıf döşeklerin üzerine uzanıverdiler. Gelip geçen yolcular tarafından yıllardır kullanılmış olan bu sert yatak, iki geceyi inlerdeki taşların üzerinde geçirmiş olan ekibimiz için yünden yapılmış lüks bir yatak yerine geçmişti.

Sabahın erken saatlinde yolculuk tekrar başladı. Akşama Karaman’da olmaları lazımdı. Aşılmadık tepe, yürünmedik vadi, atlanmadık dere ve basılmadık taş kalmamıştı. Gündüzün aydınlığı akşamın karanlığına dönmek üzereyken Karaman şehrine girildi. Birkaç kişiye sorduktan sonra, Ermenek yolcularının toplanma yeri olan Kervansaray Hanı’na ulaştılar. Burada, Ermenek yönüne gidecek yolcular da vardı. Hemen yakındaki çay ocağından çaylar içildi, çorba ve köpük helva yendi. Ereğli istikametine nasıl gidileceği etrafa soruldu. Yorgunluktan oldukça hırpalanmış vücutlar han odalarında uykuya daldı.

Bu yolculuğun yapıldığı yıllarda, Nazi Almanya’sı, yıldırım hızıyla tüm Avrupa’yı işgal etmiş, milyonlarca Yahudi asıllıyı imha etmiş, ordularının bir kolu Moskova istikametinde ilerlerken, bir kolu Afrika’ya saldırmış, diğer bir kolu da Yunanistan ve Bulgaristan topraklarını işgal ederek batı sınırlarımıza dayanmıştı. Türkiye’nin, müttefikler safında ve Almanlara karşı savaşa girmesi için ağır bir baskı uygulanıyor, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ de, bu baskılara zeki bir şekilde karşı koyarak yabancı liderleri oyalıyordu. Her ihtimale karşı, Trakya sınırımıza yığınaklar yapılıyor ve silah altındaki askerler takviye ediliyordu. Bu takviye kapsamında, önceden askerliğini yapmış olan 1326 tertip (1910 doğumlu) kişiler “ İhtiyat Askeri “ adı altında silah altına alınmış ve batıya sevk edilmişlerdi. Bu şekilde silah altına alınmış olan hepsi merhum Akbaş Hüseyin (Çelebi/ Yukarı Mahalle), Alime Velisi (Bulut/Bucak) ve Deli İbrahim (Çelebi/Yukarı Mahalle) isimli kişilerle sağlıklarında bu dönemlerle ilgili olarak anılarını dinlemiştim.

Kazancılı yolcular derin bir uykuya dalmışlardı ki, kara trenle istasyona inen bir gurup Ermenekli hana ulaştı. Mevcut yolcuların hangi köylerden olduklarını gece görevlisine sordular. Uyumakta olan yolculardan bir gurubun Kazancılı olduğu, yanlarında da henüz ilkokul çağında üç çocuk bulunduğu, dört gündür yürümekte oldukları bilgilerini alınca duyduklarına inanamadılar. Komşu köylerden (Akmanastır) olan bir yolcu durumu anlamak için “ durum bakayım, kimmiş bu garip Kazancılılar ? “ diye bağırarak onların kapılarını açıp içer daldı. İvriz Köy Enstitüsü yeni açılmış, varlığını bilen bile yoktu. Yataktan gürültü ile fırlayan bizimkiler baskına uğradıklarını sanarak korkuya kapılırlar. Neden sonra tanıdıkları bir hemşeri ile karşılaşırlar. Çocukların okul için götürüldüğünü söylerler. Bunca çekilen zahmetleri dinleyen komşu duyduklarına inanmak istemez. Alman işgali bekleniyor. Okulun devam etmesi bile şüpheliyken maceraya gerek var mı ? diye düşünerek “ bu körpe çocuklara nasıl kıydınız ?” şeklinde mırıldanır.

Kazancıdan yolculuk başlamıştır bir kere ve dönüşü de yoktur. Sabahın erken saatlerinde tekrar yola koyulan ekibimiz, tren istasyonuna kadar yürürler ve Ereğli istikametine gidene canlarını atarlar. Trenden, İvriz köyüne en yakın istasyonda ineceklerdir. Nihayet, inecekleri istasyona gelinmiş ve tren acı sesler çıkararak durmuştur. Ekibimiz bir telaş içinde kapıdan kendilerini istasyona atar. Yolculuk daha bitmedi. İvriz köyünün nerede olduğu sorulur. Gösterilen istikamete yürünecek, arkalarından bir kamyon gelirse ücreti verilerek binilecek, gelmezse de yürümeye devam edilecektir.

Ellerinde torbaları, gözleri ilerde gözükmesi muhtemel bir okul binasını arayan, kulakları da, arkalarından yaklaşacak bir arabanın motor sesini duymaya odaklanmış üç çocuk ve üç yetişkin adamdan oluşan Kazancılı yolcular, “ ha gayret, davranın, az kaldı, bir adım daha “ sesleri arasında, köylü ifadesiyle “ böğdelenmiş “ gibi bir görünün içinde, beyinlerinden gelen emirlere itaat etmeyen ayaklarıyla savaşmaktadırlar. Bir gürültüyle bakışlar geriye çevrilir. Bir kamyon yaklaşmaktadır. Yolcuların el, kol ve torba sallamalarına uyan şoför, kamyonu durdurur. İvriz okuluna gittiklerini duyunca, ücretlerini alır ve kasaya bindirerek tozlu yola koyulur.

Köylerinden ilk defa ayrılmış olan bu üç çocuk, yolculuk sırasında gördükleri her şeye, şaşkınlık, merak ve hayretle bakmaya devam ediyordu. Hayallerinde canlandırdıkları okulu, geniş bir alana yayılmış ve büyük binalardan oluşan bir mekan olarak düşünüyorlardı. İçlerinden, ders sınıfları nasıldır ? bizleri kimler ve nasıl karşılayacak? gibi sorulara cevaplar hazırlıyorlardı.

Bu denli karmaşık hayaller ve büyük beklentiler içinde kamyon kasasında olan öğrencimiz İbrahim TÜRKER, yıllar sonra kaleme alınmış anılarında şunları yazacaktı. Özetle ; “ ben erişilmez hayaller ve karmaşık düşünceler içinde etrafı keşfetmeye çalışırken, üstü açık kamyonumuz, ağaçlı ve engebeli bir yolda ilerliyor, rüzgarla oluşan toz bulutları başımızın üzerinde savruluyor, bizi bir çarşaf gibi sarmalıyordu. Kamyon, ağaçsız bir araziye girdi. Yol çok bozuk ve inişli çıkışlıydı. Araç sağa sola yattıkça, kasadaki bizler de bir yandan öbür yana yuvarlanıyorduk. Bu vaziyette bir müddet gittikten sonra, kamyon, inşaat sahasına benzer bir alanda durdu. Etrafta, bir kaçı bitmiş, bazıları inşaat halinde, bazılarının temeli henüz atılmış binalar gözüküyordu. Kamyon şoförü “ işte, burası, kayıt yaptıracağınız okul “ diye bağırarak arabadan inmemizi işaret etti. Hepimiz şaşkınlık içindeydik. Burada oluş nedenimizi biliyorduk, fakat, bu şekilde gözüken bir yerin nasıl okul olacağına akıl erdiremiyorduk. Babalarımızın sürekli tekrarlamakta olduğu “ ADAM OL” arzusunu burada nasıl gerçekleştirecektik ? Hepimiz bu şaşkınlıklar içinde, torbalar elde olmak üzere yere hopladık. Kamyon bir toz bulutu bırakarak gözden kayboldu. Bu durum karşısında, kişisel olarak ilk anda içine düştüğün bu hayal kırıklığı, zaman içinde, yerini, somut olayların bir birini izlemesi sonunda, öğrenim ve eğitim ufkumun genişlemesine bırakacaktı.”

Yazımızın ilerleyen sayılarında, Kazancılı küçük öğrenci İbrahim TÜRKER’in, bu şantiye görünümündeki okulun sınırları içine adım attığı andan itibaren, eğitim ufkunun nasıl genişlediğini ve hangi başarılara ve makamlara ulaşacağını izlemeye devam edeceğiz.



( Gelecek Sayıda “ bu Türkçe notu niçin yedi ? diye kime bağırdılar “ sorununun cevabını arayacağız. … )




DERLEYEN : Araştırmacı Naci SÖZEN , Mart 2008 /ANKARA

Kazancılı " Sülaleler " Listesi...

İNSANIMIZ, DİLİMİZ, KÜLTÜRÜMÜZ – (2)
( Kazancılıların Ait Olduğu Sülaleler )



Kazancı insanı çok yönlü ve renkli bir yapıya sahiptir. Bunun en önemli nedeni, insanlarımızın çok değişik yerlerden gelerek yerleşmiş olmalarıdır. İlk yerleşenler, Gülnar çevresinden getirilmiş olduğundan, geçen zaman içinde aynı bölgeden gelen aileler yerleşmeyi sürdürmüşler, bu arada, Anamur sahilleri dahil, çevre bölgeler ve uzak diyarlardan gelip yerleşenler olmuştur. Bu göç olaylarının yaşandığı ilk devirlerde, yerleştirildikleri yörelerin iklim ve bitki örtüsüne uyum sağlayamayanlar, başka yerlere doğru tüm sülalesini alarak göçe devam ederlermiş. Bunun en tipik örneği, Anamur sahillerine yerleştirilenler, sıcak, nemli hava, bitki örtüsü ve sivri sinek gibi zararlı böceklerin olumsuz etkilerine dayanamadıklarından, tekrar geriye doğru göç etmişler ve yaylalara dönmüşlerdir.

Mevcut sülalelerin isimlerini ve geldikleri yerleri ayrıntılı olarak tespit etmek kolay olmamıştır. Bu konularda bilgisi olanlar ve mahallelilerle görüşme yapmış olmamıza rağmen, bazı bilgiler eksik kalmış, tereddütler giderilememiştir. Hatalı bilgi vermemek uğruna, her ayrıntıya burada yer verilememiştir. Zaman içinde, ilaveler veya düzeltmeler olabilecektir. Araştırmalarımız sonunda listelediğimiz sülale isimleri aşağıdadır.

1. Merkez Mahalle :

- Kahyalar (Çağlayan-Cengiz ), Gülnar civarından gelmişlerdir.
- Kamiller (Yavuz)
- Sakalar / Sakaoğulları (Sak)
- Ali Bubalar (Köksoy), Gülnar civarından gelmişlerdir.
- Kasımlar (Özkan)
- Hacı Hasanlar (Koçaş)
- Şıh Hasanlar
- Dekeliler (Tekin)
- Bıhıtlar (Can)
- Takavitler (Ceylan)
- Kara Yusuflar (Demirel)
- Yahyalar (Türker)
- Hasan Ustalar (Gürbüz), Akseki yöresinden gelmişlerdir.
- Sarı Köseler
- Teslimeler (Saydam)
- Tığcarlar (Uğuz)
- Bakırcılar (Toksoy)
- Sülükler (Çetin)
- Hacı Omarlar (Polat)
- Ahmet Gocalar
- Hacı Musdullar (Karpuz)

2. Yukarı Mahalle :

- Bekir Hocalar (Ünlü), Gülnar / Oltu yöresinden,
- Halil Hocalar (Yılmaz)
- Dunbullar (Tombul)
- Cükcü Hocalar/Abdurrahman Hocalar (Sözen)
- Süllüoğulları (Çalışkan),
- İmamlar / Hafız Hocalar, (Erdem – Eren ) , Anamur /Bayır köyünden,
- Daddiriler (Korkmaz), Mustafa Çavuş
- Ecir Hocalar (Peker),
- Çelebiler (Akbaş Gocalar),
- Gırbaş Gocalar (Altınsoy),
- Fakılar /Padişahlar (Özdemir),
- Leyla Hasanlar / Gücücükler (Toptaş)
- Muttalip Hocalar Mut yöresinden gelmişlerdir.
- Karabodular (Turan), Mut-Tozkovan yöresinden geldiler
- Mıtırıplar (Keleş), Gönneliköyden (Çiğdemlik) Mıtırıp, dıştan gelen demektir.
- Alim Hocalar (Alimler), Şıh Mehmet ailesi.
- Kömbeçler (Korkmaz)
- Sofular
- Taşkeller
- Uyurlar
- Süddükler (Koşar)
- Kurular, Gülnar çevresinden gelmişlerdir.

3. Tepecik Mahallesi :

- Safiyeler (Erdoğan)
- Şıh Aliler ( Koçak)
- Mıdışlar
- Ak Hocalar
- Ufular
- Hadimlioğulları
- Tülüler ( Aktaş)


4. Gökceler Mahallesi :

- Sofular
- Gökceler
- Goca Osmanlar
- Bıyıklar
- Telliler
- Kara Aliler
- Yirikler / Yamuklar

5. Türbesekisi Mahallesi :

- Emiroğulları (Aydın)
- Deli Hacılar (Ayyıldız)
- Küçük Hasanlar / Büyük Hasanlar (Taşdemir)
- Dede /Dedeler (Şahin)
- Balcı Ahmetler
- Gocaosmanlar ( son üyesi Askerlik için mersine gidiyor ve geri dönmüyor.)
- Deli İbrahimler ( Aygün)
- Gabakçılar (Akgül)
- Arifeler (Akıncı)
- Apıllar (Akca)
- Efeler (Albayrak)

6. Uluköy Mahallesi :

- Keyvanlar ( Atay) Adana bölgesi Ceyhan civarından gelmişlerdir.
- Kürt Osmanlar
- Ermeneklioğulları (Şimşir) Ermenek’ten gelmişlerdir.
- Davutlar (Demir)
- Armutlar

7. Bucak Mahallesi :

- Kelbakışlar
- Yeşiller (Koç)
- Alime Velisiler (Bulutlar)
- Eşşekciler
- Yörükhasanlar (Yüksek)

Kültürümüz ve öykülerimiz serisinde, olayların akışına göre ve zaman içinde sülalelerle ilgili bazı ayrıntılar yer alacaktır. Aynı başlık altındaki, başka bir yazıda buluşmak üzere…

DERLEYEN : Av. Naci SÖZEN, Şubat 2008 / ANKARA

15 Mart 2008 Cumartesi

Kazancılı " Lakaplar " Listesi

İNSANIMIZ, DİLİMİZ, KÜLTÜRÜMÜZ – (3)
(Kazancılıların Sahip Olduğu “ LAKAPLAR “ Listesi)



Kazancı insanının, çok yönlü, renkli ve hayatın hep gülümseten taraflarını gören insanlar olduğunu önceki yazılarımızda belirtmiştik. Bu özelliklerin en çarpıcı yansımasını, insanımızın sahip olduğu veya insanlara verilen (yakıştırılan) “ lakaplar “ listesi incelendiğinde göreceğiz. Hele, bu lakapları ile sahipleri olan kişileri yan yana getirdiğinizde, hiç tereddüt etmeden “ bu kişiye ancak bu lakap verilebilirdi “ dersiniz. Nitekim, Kazancıya misafir gelen veya Kazancılıyı tanıyan bir çok kişinin bu lakapları hayranlıkla karşıladığını, kişileri ve lakaplarını birleştirince de, kişiliklerin bu lakaplarla harika uyumunu dile getirenlere çok rastladım.
İnsanlarımıza verilen lakapların bazıları sülale adlarına dayalı olmakla beraber, genelde, kişilerin fiziksel, ruhsal yapıları, becerileri, davranışları, çalışkanlığı ve sosyal durumları gibi hususlar bu lakapların yakıştırılmasında dikkate alınmış olarak karşımıza çıkar. Bazı lakapları çok sayıda kişi kullandığı (deli, hacı, gara gibi) halde, bazı lakaplar kişiye özeldir. Bazı kişilerin renkli kişiliklerinden olacak, birden fazla lakaba sahiptirler.
Geçmişten geleceğe kullanılmış olan lakapları tespit etmeye çalıştık. Bazıları ait oldukları kişilerin ölümü ile birlikte kullanılmaz olmuşlardır. Kazancılıların lakapları, insanımızın yaşam felsefesi, dikkatli gözlemi, keskin zekası ve engin hoşgörüsü, kelime zenginliği ve icat kabiliyeti dahil bir çok unsuru içinde barındıran bir kültür olayıdır. Şimdi, tespit edebildiğimiz lakaplara bir göz atalım.

KAZANCILILARIN SAHİP OLDUĞU LAKAPLARIN LİSTESİ ;

. Arapoğlu . Akbaş . Akıllı . Abdal
. Gıldır . Vali . Ecir . Gıcık
. Deli . Alaceket . Güdük . Cibbil
. Hopbalı . İmam . Tığgulak . Orhan
. Daddiri . Makkapcı . Efe . Hoca
. Sulu . Kuru . Halepli . Gurtlu
. Kibirli . Türk . Ağacık . Padişah
. Çavuş . Onbaşı . Çolak . Keyvan
. Göğül . Süddük . Uyur . Ülübü
. Karabodu . Kömbeç . Kenan . Ekiz
. Gara . Gocemes . Gırbaş . Lavgar
. Grivas . Cımbız . Arap . Urfan
. Eşek hırsızı . Pambık . Tillak . Öfkeli
. Divat . Yirik . Berbat . Tat
. Sülük . Bıhıt . Şıh (Şah) . Torucu
. Beddede . Hüddereli . Külef . Avcı
. Tıkıda . Sarıgız . Molla . Kasım
. Cigulü . Diri . Gözlükcü . Goçili
. Kaptan . Bakırcı . Çanlı . Alıbuba
. Mıtırıp . Kaymakam . Topal . Gocagafalı
. Kelbakış . Yörük . Kürt . Tülü
. Ermeneklioğlu . Karabacak . Kütmek . Cellap
. Kibar . Nınnınça . Bibi . Ayı
. Gırtıl . Maykıl . Astsubay . Ağzıeğri
. Akca . Kuzu . Garsavran . Çanak
. Köle . Yağır . Tet tek . Gök
. Anagız . Copgidi . Pembe . Eşmene
. Sakar . Öğretmen . Çürükkaya . Püseli
. Paşa . Moda . Odacı . Katip
. Gocadon . Ford . Mıdış . Tırnovalı
, Keçebaş . Duduş . Dumbul . İngiliz
. Sosyalist . Gavur . Tımbıl . Zalım
. Zaloğlu . Düdükcü . Gümüd . Tembel
. Polis . Dikli . Çavuşlu . Navağalı
. Eresilli . Boşnak . Şabşal . Cübeyir
. Tebdilava . Gani . Buruşuk . Tömen
. Muhtar . Faydasız . Makaryos . Ölmez
. Nusgalı . Pilatin . Musdana . Tingiş
. Giliş . Telaşe . Tavukcu . Sepetci
. Lobiyeci . Hıdıroğlu . Kellebaş . Pehlivan
. Kırmızı . Hamıza . Kirlos . Yüzdirem
. Tütüce . Katil . Mando . Gudu
. Topel . Kelayak . Şeker . Çatal
. Anarşist . Kelçoban . Mahir . Güllü
. Toraman . Minik . Perişan . Çomlu
. Bıyık . Şarlo . Koreli . Eşelek
. Doktor . Memili . Bulgurcu . Hökümet
. Uzun . Selver . Bal . Fatış
. Dökme . Könter . Telli . Topcu
. Pantiş . Bülüç . Lopur . Hanım
. Balış . Ballı . Ikbal . Sarı
. Gıdış . Boncuklu . Ağa . Yek yeke
. Çömüdük . Apıl . Güyeğicik . Sofu
.
.
Bu lakaplar listesine baktığımızda, sanki, özel yetenekli kişilerden bir ekip oluşturulmuş, bunlar, insanımızı izliyor, araştırıyor ve uygun lakabı bularak yayınlıyor, ilan ediyor gibi bir hisse kapılıyoruz. Aslında, bu lakaplar, bir olay veya söze dayalı olarak, başka bir kişinin bir anda ağzından çıkıveren bir kelimesine dayanmaktadır. Bazı lakaplar, kişinin kendisi ve adının da önüne geçmiştir. Geçen yıllarda, Jandarma Karakol Komutanlığına yeni atanmış bir kişi ile konuşuyordum. Kasabalı ile henüz temasa kuramadığını, özel işleri ve yerleşmekle uğraştığını anlattı. Birkaç kişi ile “ hoş geldin” ziyaretine geldiklerinde tanışma fırsatı bulduğunu anlattı. Bunlardan biri de “ Şarlo” dedi. Ben , elimde olmadan gülümsedim. Komutan, biraz mahcup, “ ismini hatırlamıyorum, lakabı bu imiş “ diye açıklama yapmak zorunda kaldı. Yani, lakap , kişinin adeta damgası ve şöhreti olmuş gibiydi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Başka bir “ İnsanımız, Dilimiz ve Kültürümüz “ konusunda buluşmak üzere…..




DERLEYEN : Av. Naci SÖZEN, Şubat 2008 / ANKARA

Çanakkale Destanı ve Unutulan Kahramanlar

ÇANAKKALE DESTANI VE UNUTULAN KAHRAMANLAR


Bu hafta, tarihimizin şanlı sayfalarından birini teşkil eden, Çanakkale Zaferimizin bir yıl dönümünü daha kutluyoruz. Cesur ve Kahraman Türk Askerinin “ DESTAN “ yazdığı bu zaferi ve şehitlerimizi bir kez daha anarken, onlarla gurur duyuyor ve hepsini saygı ile selamlıyoruz. Günümüzde, Millet olarak, içimizin biraz buruk olduğu da bir gerçektir.

Çanakkale Şehitleri, bedenlerini mermilere siper ederek canlarını verirken, bir mensubu oldukları Türk Milleti’nin, tarihin her döneminde kutsal saydığı “ VATAN, BAYRAK, MİLLET, DEVLET VE BAĞIMSIZLIK “ gibi değerleri, ittifak halinde saldırıya geçmiş olan yedi düvele karşı savunuyorlardı. Günümüzde, yerli ve yabancı düşmanlar ve hain bölücülerce sıkça tekrarlanan “ bayrak dediğiniz neticede bir bez parçası, vatan dediğiniz çorak bir toprak, bağımsızlık ve milliyetçilik saplantısı yoksulluğunuzun adı “ söylemleri, aziz şehitlerimizin kemiklerini sızlatmakta olduğu kadar, bizlerin de gönüllerimizi yaralamış olduğu da bir gerçekliktir.

Çanakkale Savaşları, Türk Askerine “ savaşmanın değil, ölmenin emredildiği “ bir mücadele olup, sadece, bu özelliği ile bile, dünyada başka bir örneğine rastlanılamayacak bir savaş olmaktadır. Bu savaş sırasında, çatışma alanlarına metre kareye 5000 mermi düşmüştür. Türk Askeri, kayda geçen rakamlara göre 87 000 şehit vermiştir. Seferberlik ilanı ile başlayan ve savaş sonrası gazilerin evlerine dönüş yolunda verdikleri kayıpları da kapsayacak şekilde hesaplama yapıldığında, bu savaş sürecindeki insan kaybımızın yaklaşık 240 000 kişi olduğunu söyleyen bilim adamları da vardır.

Çanakkale siperlerinde ön saflarda savaşan Yahya Çavuş ve emrindeki tüm askerleri, Atatürk (o zamanlar Mustafa Kemal)’den aldıkları “ size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum “ şeklindeki emri uygulamışlar ve topluca şehit olmuşlardır. Ünlü Seyit Onbaşı ise, bir orman köyünde ormancılığı bırakarak cepheye koşmuş asker olarak, top vinçlerinin isabet alması nedeniyle, 170-240 kilogram ağırlığındaki top mermilerini tek başına namluya yerleştirmesiyle tanınmıştır. Bu dev gibi askerin şöhretini duyan ve kendisini gören bir üst komutan “ bu koca asker yarım ekmekle doyamaz, ona, öğünlerde bir ekmek verilsin “ direktifini vermiştir. Bu emir üzerine, masasına bir ekmek konmuş olan Seyit Onbaşı, yemekten kalkınca, ekmeğinin yarısını yediği, diğer yarısını bıraktığı görülmüştür. Sebebi sorulduğunda “ elbette karnım duymadı, fakat, yarım ekmek yemek zorunda olan arkadaşlarımın bakışları altında, ben bir ekmek yiyemezdim “ diyerek onurlu bir davranış sergilemiştir. Günümüzde, devlet ve millet imkanlarını hoyratça yağma ederken bir birini ezenlere ithaf olunur.

Çanakkale Savaşını başlatan müttefikler, başta, İngiltere olmak üzere, bir çok Avrupa ülkesi, İzlanda, Avusturalya, Yenizelenda, Anzaklar, Gurkalar dahil birlikte saldırıyorlardı. Bu insanların bir çoğu, kırlardan ve ormanlardan toplanarak sefere çıkarılmış vahşi yaratıklardı. Hedefleri, Osmanlı Devletinin başkenti İstanbul’u işgal etmek ve devlete son vermek, Anadolu’yu aralarında paylaşmaktı. Bu azgın ordular Çanakkale’ye neden geldiler, Kendi ülkelerinden on binlerce mil uzaklardaki Çanakkale’de ne arıyorlardı ? bu diyarlarda işleri neydi? Şimdilerde, bu sorular hiç sorulmuyor, sorulamıyor. Savaş alanlarında her yıl yapılmakta olan ortak anma törenlerinde, bu saldırgan yabancıların torunları hep ön saflardalardır. Türk tarafına, sessizlik, hareketsizlik ve suçlu imiş gibi geri planda kalınması tavsiye ediliyor.
Ulu Önder Atatürk liderliğinde kurulmuş olan Cumhuriyetin ilk yıllarında, Ankara’da bir balo tertiplenmiştir. Yabancı misyon temsilcileri de balodadırlar. İngilterenin Ankara askeri ateşesi olan bir yüzbaşı, baştan itibaren sinirli bir yüz ifadesiyle sürekli Atatürk’ü izlemektedir. Bir ara bu bakışlarının nedeni sorulduğunda “ benim dedem Çanakkale’de öldü, o savaşın komutanı da Atatürk idi “ dermiştir. Bu sözü duyan Atatürk “ o yüzbaşıya sorun bakalım, dedesinin Çanakkale’de işi neymiş? “ karşı sorusunu sormuştur. Bu soru, günümüzde asla soramadığımız bir soru olmaktadır.

Çanakkale Zaferi ve Askerlerimizin kanlarıyla yazmış oldukları destan ve kahramanlıklarını geri plana atma ve özellikle Atatürk’ü bu savaşta yok sayma gayretlerinin iç ve dış destekli bir sinsi plana göre yürütüldüğüne tanıklık etmekteyiz. Geçen yıl yapılan kutlamaların adının, bazı çevrelerce “ Çanakkale Deviz Zaferi “ olarak ilan edildiğini hatırlayalım. Bunun amacı, Atatürk’ü kutlamalar ve Çanakkale savaşı dışında tutma gayretlerinin bir göstergesiydi. Aynı durum, Türk yönetmen tarafından ve yabancıların destekleriyle çekilen “ Gelibolu “ filminde de görülmüştü. Filmi izleyip dışarı çıkanlar “ bu filimde biz yokuz, Türk Askeri ve Atatürk yok “ diye tepki göstermiş, filmi çeken yönetmen, bu tepkilere karşı, milletin gözüne bakarak “ filim böyle olmasaydı dışardan bu kadar destek göremezdik “ demiştir. Bu yaklaşım, saldırgan vahşileri ön plana çıkararak masum gösterme çabalarının bir sonucudur.

Türk Askeri, düşmana, siperlerden “ Çanakkale Geçilmez ” dedi ve onca düşmanı durdurdu, geçit vermedi. Peki sonra ne oldu ? Düşman güçleri memleketlerine mi döndü? Tabidir ki hayır !!!.. Düşman, masa başı numaralarla İstanbul’u yine de işgal etti. Mustafa Kemal, İstanbul’a doluşan düşmanları kast ederek “ geldikleri gibi giderler “ demiş ve sonunda aynen geri göndermiştir.

Çanakkale Savaşları sırasında iki askerimizin sırtındaki giysileri gösteren ve altında “ 1915 yılı Çanakkale 57. Tayyare Alayı “ yazılı resim her yerde yayınlanmakta olup, bir sureti bu yazıya eklenmiştir. Günümüzün modern savaş aracı olan F-16 (Savaşan Şahin) Jet Uçaklarının şehitleri selamlarken çekilmiş resmi de yazıya eklenmiştir.

Bu savaş sırasında, Çanakkale boğazına demirlemiş olan İngiliz gemilerinden birinin adı “ Agamemnon “ zırhlısıydı. Bu isim, tarihte (mitolojide) Yunan topraklarından Anadolu’ya (Truva) saldırmış olan kuvvetlerin başındaki komutanın adıydı. Kısacası, düşman hiç uyumuyor, boş durmuyor, bizi hep aynı yöntem ve vasıtalarla vuruyor, dönüp dolaşıp tekrar vuruyor.

Bu savaşlarda erlerimizin kıyafetlerini resimlerden izleyebiliyoruz. Peki , yemeklerinde neler vardı? Arşivlerden derlenerek listelenen zamanın er yemek tabelası, günümüz birliklerinin yemek tabelası ile birlikte askeri gazinoların duvarlarında sergilenmektedir. Bu listeye bir göz atalım.


Yemek Listesi tarihi : Çanakkale, 43. Piyade Alayı Yemek Listesi :

- 15 Haziran 1917 günü . Sabah : üzüm hoşafı
. Öğlen : yok
. Akşam : yağlı buğday çorbası ve yarım ekmek.

- 18 Haziran 1917 günü . Sabah : yok
. Öğlen : yok
. Akşam : üzüm hoşafı ve yarım ekmek.

- 26 Haziran 1917 günü . Sabah : yok
. Öğlen : yok
. Akşam : üzüm hoşafı ve yarım ekmek

- 08 Ağustos 1917 günü . Sabah : yarım ekmek
. Öğlen : yok
. Akşam : üzüm hoşafı ve yarım ekmek…

Kurtuluş Savaşı sırasında, erlere, sabah kahvaltısında verilecek olan siyah zeytin sayısının 3 veya 5 adet olması konusunda şiddetli tartışmalar yapıldığı da bilinen bir vakıadır. Bu konuya değinen bir tarihçi, mücadelenin tam olarak anlaşılabilmesi için, o zamanların meclis tutanaklarının incelenerek yayınlanması gerektiğini söylemektedir. Şimdi de günümüz birliklerinden erlere ait bir yemek tabelası örneği verelim .

Yemek Listesi Tarihi Hakkari 1. Komando Tuğayı Yemek listesi :

- 20 Aralık 2004 günü . Sabah : çay, kaşar peyniri, kol böreği, siyah zeytin
. Öğlen : şehriyeli tavuk suyu çorba, fırında tavuk
pirinç pilavı, tel kadayıfı, elma, ekmek.
. Akşam : pirinç çorbası, kıymalı kapuska (lahana)
peynirli makarna, mevsim salata, mandalin..

İşte, tarihimizin şanlı bir destanını yazan Türk Askeri, bu yemek listesi ile beslenerek yedi düvelin kuvvetini dize getirmiştir. Bu savaşta, Taşeli yöresi ve Toroslar diyarından da binlerce delikanlı cepheye koşmuş ve canlarını düşman mermilerine siper etmiştir. Bu askerlerden çok azı sağ olarak memleketlerine dönebilmiş olup, şehit olanların kimlikleri ve listeleri tutulmamış olduğundan iki nesil geçmiş olmasına rağmen bir çoğu unutulup gitmiştir. Köylerimizdeki geniş ailelerden 6 kişinin bu savaşlar sırasında askere alındığı ve sevklerinin yapıldığı, hiç birinin geri dönmemiş olduğu, isim ve sülale adlarıyla birlikte sabittir. Fakat, hafızası zayıf, okuyup yazması eksik denen bizlerden, bu şehitlerin, yazanı, konuşanı ve hatırlayanı olmadıklarından unutulmuşlardır. Yazar “ şehitler, asıl unutuldukları zaman ölürler “ diye boşuna dememiştir.

Türk Vatanı’nın bölünmezliği, Devletimizin varlığı, Milletimizin birliği ve bağımsızlığımızın korunması için emek harcayanları, çaba gösterenleri, bu uğurda şehit olanları, gazilerimizi saygı ve rahmetle anarken, hepsine “ KAHRAMANLAR “ diye sesleniyoruz. Bu kutsal değerlerimiz aleyhine çalışanları ise “ HAİNLER “ diye sınıflandırmak zorundayız.

Çanakkale Zaferimizi nice yıllar kutlamayı sürdürmek dileğiyle…..

Yazan : Av. Naci SÖZEN (Em. Hv. Alb. ) 15 Mart 2008 / ANKARA

Kazancılı Dağ Korumacıları - (3)

KAZANCI HİKAYELERİ – (17)

KAZANCILI DAĞ KORUMACILARI VE SİLAHLARIN SIRRI- (3)
(Çardak Damındaki Silahlar )

Kazancılı Dağ Korumacıları, gece ve gündüz demeden, yaylaları, dağları ve sınırları korumak, bir yabancı keçinin bile sınırlarımızdan geçmesine izin vermemek uğruna çabalarını sürdürmektedirler. Gecenin karanlığında, köyden ayrılan ekip, Taşönü yakasını tırmanarak Kabalak yaylasına varmıştır. Görev bölümü yapılarak, bir kişi Kırkkuyu Gedik ve Buzluca dağı, biri, Bozdağ, Katırini mevkisi, diğer biri, Dibeğin Keh ve Payamlı Tepe bölgesi, dördüncüsü de İlabadı İni üstü, düzlüğü ve Kartal tepesi ile Kızılalan çevresini kontrol edecektir. Herkes kendi görev istikametine doğru, zifiri karanlıkta uzaklaşmakta, karanlığı delen ayak sesleri ve otların çatırtısı uzaktan duyulmaktadır.

Kartal tepesi ve İlabadı istikametine yönelen korumacının anlatımlarına kulak verelim. Kendi görev bölgesi istikametinde, tepeden vadiye, dereden dağa doğru yürümüş ve tan yeri ağarırken İlabadı ininin üzerindeki tepeye yaklaşmıştır. Zirveye ulaşmak üzereyken, uzaklardan bir çan sesi duyar. Daha dikkatli olmak zorundadır. Çevreden görünmemek için sürünerek tepeye çıkar. Bir Yörük sürüsü, Kartal tepenin batı yamaçlarına dağılmış otlamakta, sürünün etrafında bir kaç kadın sakin bir şekilde dolaşmaktadır. Durumda bir gariplik vardır. Çevre tepeleri kontrol ederken, tam Kartal tepenin zirvesindeki bir taşın üzerine oturmuş eli silahlı bir muhafız olduğunu fark eder. Otlayan sürünün koruması olduğu anlaşılan bu kişi, kayanın üzerine oturmuş, mavzerin dipçiğini taşa dayamış, namlu yukarı doru, kabadayı edasıyla durmaktadır.

Bizim korucu, bu fiili duruma, tek başına nasıl son verecektir? Cep telefonu olsaydı, belki arkadaşlarına haber verirdi. Kartal tepesinin üç cephesi uçurumdur. Zirveye, sadece, doğu yönü olan Kızılalan tarafından çıkılabilmektedir. Hemen kararını verir ve tepeye doğudan tırmanmak için süratle Burçakalanı başındaki boğaza iner. Bir elinde silah, diğer eliyle tırmandığı yamaçlardaki taş, ağaç ve çalıları sökercesine tırmanmakta, adeta, sarp yamaç ile boğuşmaktadır. Bedeninden çıkan ter ceplerindeki kağıtları bile eritmiş, yüzünden aşağıya akan sular, ince ve beyan tuz izleri oluşturmuştur.

Tepenin en üst noktasına yaklaşmıştır. Sürünün korumacısına gözükmeden ses mesafesine kadar yaklaşması gerekmektedir. Koruma birden fazla ise işi çok zor olacaktır. Daha sessiz ve dikkatli hareketlerle tepede oturan silahlı kişiye yaklaşır ve siper aldığı taşa yaslanarak, elindeki mavzeri ilerde sırtı dönük korumaya çevirip nişan alır ve birkaç saniye dinlenir. Nihayet, gövdesini gizleyerek, olanca sesiyle “ silahını yere bırak, ayağa kalk, ellerini havaya kaldır” diye bir nara atar. İlerdeki taşın üzerinde oturan adam birden irkilir ve kafasını geriye doğru çevirmeye yeltenir. Bizim korucu “ kafanı çevirme, dediğimi yap” diye tekrar bağırırken, aynı anda, silahının kurma kolunu “ şak, şuk, tak “ sesleri çıkaracak şekilde hareket ettirir. Bu seslerin anlamı “ mermi namluya sürüldü “ demektir.

Yaşanmakta olan kritik anın devamında, çaresiz kalan koruma silahını taşın üzerine bırakır, ellerini havaya kaldırır ve yüzünü geri dönmeden aşağıya doğru hareket eder. Belli bir mesafeye kadar uzaklaştıktan sonra, bizim korucu silahın yanına gelir ve yamaçlara dağılmış olan sürünün önlerine doğru birkaç kez mavzer atışı yapar. Sürüdeki davarlar ve kadınlar neye uğradığını anlayamaz. Çığlıklar ve meleşmeler arasında hepsi birden kendi sınır bölgelerine doğru kaçarcasına uzaklaşırlar. Silahlarla birlikte Kazancı dönüş yoluna koyulan korumacımız, Yörüklerin, sınırlarımızı geçmelerine izin vermemiş olmanın huzuru içindedir.

Taraflar arasındaki tartışma ve atışmalar, bazen çatışmaya dönüşerek devam ederken, 27 Mayıs 1960 günü ihtilal olur ve muhtarlar dahil tüm yönetimler görevden uzaklaşır. Kazancı muhtarlığını, zamanın okul müdürü Sayın Sami TUNCA üstlenmiştir. Her türlü çatışma durmuş, korumacıların elindeki köy silahları gizli bir yere saklanmıştır. Jandarma, varlığını bildiği bu silahların ortaya çıkarılması için muhtarlığa baskı yapmaktadır. Yeni muhtar da dahil, silahların kimde veya nerede olduğunu bilinmemektedir. Karakoldan “ silahların, bir Kazancılı tarafından belli bir araziye terk edilmesi (bırakılması), jandarmanın da bu silahları arazi aramasında bulmuş olmaları “ önerisini getirir. Tartışmalar sonunda bu yol benimsenir ve Cükcü Mustafa’nın (Gürbüz) ahırındaki samanların içinde gizlenmiş olan bu köy malı mavzerler oradan alınarak, evinin yakınındaki Süleymanın Mustafa (Erden) bağındaki yıkık çardağın damına bırakılır. Jandarma bir şekilde silahların yerinden haberdar olur ve oradan geçerken bulur. Böylece, nice zorluklarla temin edilen köy silahları elden çıkmış olur. Bal Ömer’de bulunan o özel mavzer ise, bir kaç yıl sonra, Yukarı Çukur mevkisindeki büyük bir Yörük tarlası ile takas edilir.

1978-1979 yıllarına gelindiğinde, sebepsiz bir tartışma daha yaşanır. Yazarımız (Şair) İbrahim ŞAHİN arşivinden aldığımız bilgiye göre, kavgalara kadar varan olaylar sonunda, Kazancı ve çevresinden Akpınar ve diğer yaylalara sebze ve meyve sayışı içim kimsenin gitmemesine karar verilir. Bu karara çevre köylerinden Akmanastır hariç uyulur. Akmanastırlıların pazara gitmesini önlemek için Aybaham çeşmesinde gece nöbetleri tutulur. Gelen yükler geri çevrilir. Kazancılı ve Akmanastırlı kavganın eşiğine gelir. Kırkkuyu’da, Yörükler tarafından, Gök Hasanın oğlu silahla taranarak yaralanır. Neyse, olaylar daha fazla tırmanmadan akli selim davranışlar öne çıkar ve sorun giderilir.

Kızılalan çekişmesi yargıya intikal etmiş, dava yaklaşık 40 yıl kadar sürmüştür. Nihayet, 1980’li yılların ortalarında, hakimler, valiler, kaymakamlar, Jandarmalar ve tüm tarafların katılı ile alan ortasında bir keşif yapılır. Resmi evraktaki ve Kazancılıların anlatımlarındaki sınır, Güğül tepesi, Çandırın dar, Kartal tepesi ve Payamlı tepeye doğru uzanan sınır gerçek sınırdır. Yörüklerin iddiası ise, Kızılalan ve çevresini kendi sınırları içinde bırakacak bir sınır çizilmesidir. Yörükler, kayıtlardaki “ Çandırın dar “ olarak geçen yerin, Kızılalan ile Burçakalanı arasındaki boğaz olduğunu söylemektedir. Keşif hakimi, çevresinde duran yaşlı bir yörüğe hitaben “ sen söyle, Çandırın dar neresi? “ diye sorar. Yörük, eliyle Kızılalan –Burçakalanı arasındaki boğazı göstererek “ işte, Çandırın dar orası ” der. Bu cevabı duyan Kazancılılarda bir öfke ve uğultu oluşur. Bu sırada, mahalde bulunan merhum Bal Ömer, sinirine hakim olmaz ve sıçradığı gibi, konuşan yörüğün boğazını sıkar ve aynı zamanda “ yalan söyleyenin…………. mi? “ diye inanılmaz bir küfür savurur. Herkes donup kalmıştır. Hakimler ve valiler neler olup bittiği anlayamaz. Yetişen Kazancılılar Ömer Hocayı geri çeker ve oradan uzaklaştırır. Hakim, konuşan yörüğe “ Çandır neresi, göster “ deyince, mecburen Kızılalan yukarısını işaret eder. Hakim, yalanı sezmiş olup, “ bu nasıl iş, Çandır nerede, Çandırın dar nerede “ diyerek olayı bitirir. Bu keşif sonrası, Kızılalan ve çevresinin Kazancı arazisi olduğu kararı verilir ve olay sonuçlanır.

Nihayet, 1990’lı yılların ortalarına gelindiğinde, Körkuyu, Çukur ve Güğül tepesi yakınlarında yine anlaşmazlık çıkar. Taraflar mahkemeye gider. Keşif heyeti ile birlikte Kazancılılarda yollara düşerler. Kalabalık bir halk, Çukur mevkisine geldiğinde, üzerlerine, karşı tepelere gizlenmiş Yörükler tarafından yaylım ateşi açılır. Kaçıp gizlenecek bir taş, ağaç veya tepe yoktur. Herkes yerlere yatar ve yol kenarlarına sürünür. Neyse ki, yaralanan olmaz ve olaylar büyümeden önlenir.

Köy silahlarının elden çıkışı olayı ile ilgili bir bilgi daha verelim. Yıllar sonra, silahların bulunduğu çardak ve bahçenin sahibi olan merhum Süleymanın Mustafa oğlu Sayın Yusuf ERDEN ile İstanbul’da yaptığım görüşmelerde, olayın hemen kapanmamış olduğunu öğrendim. Silahı bulan jandarma, çardak ve bahçenin sahibi olan babası hakkında soruşturma başlatmış. İfadelerden sonra olay savcılığa intikal etmiş. Babasına “ bu silahlar senin çardağında ne arıyor, kimin bu silahlar, senim mi? “ gibi nice sorular sormuşlar. Tabidir ki, olay hakkında hiçbir bilgisi olmadığını, silahların kime ait olduğunu bilmediğini, kimin oraya koyduğunu da bilmediğini söyleyip durmuştur. Yargılamanın sonu ne oldu bilinmiyor. Muhtemeldir ki, beraat etmiş veya takipsizlik verilmiştir.

Kazancılılar ile uzun bir ortak sınıra sahip olduğumuz Yörükler arasında yaklaşık 50 kadar süren olaylar unutulup gitmiştir. Bu olaylar sırasında kavgalar, yaralanmalar olmuş, hayvanlar telef edilmiş, olayların yargılanması Ermenek, Anamur ve Silifke adliyelerinde yapılmış, bazen hiç olaylarla ilgisi olmayan sessiz insanlar zararlar görmüşlerdir. Bu üç bölümlük yazımızda özetlemeye çalıştığımız dönem boyunca insanların dövülmesi, ağır yaralanması yaşanmış olmasına rağmen, şükürler olsun ki, hiç insan canı kaybı, yani ölüm olayı yaşanmamıştır. Zaten, taraflar arasında kan davasına dönüşecek bir ortam hiç yaratılmamıştır. Bu zaman içinde ve kavga dönemleri dışında, taraflar arası ilişkiler inanılmaz dostluklarla sürmüş gitmiştir. Eskilerde, her Yörük ailesinin dostu olan bir Kazancı ailesi olur, sonbaharda, kışlık erzak hazırlamak isteyen Yörükler köyümüze, dostlarının evine yerleşir, günlerce, köy sokakları develerle dolar taşardı. Çocukluğumuzda, Akpınar pazarı başta olmak üzere, Çandır, Ortagöl, Beşkuyu, Kırkkuyu, Sarıova, Dokuzoluk, Gayagöl ve Ağaçtepe gibi uzak yerleşim yaylalarına sebze – meyve satmak için gittiğimi dün gibi hatırlıyorum.


Gelecek sayıda “ Kazancı Yaylalarının Son Fedaisi / Delikten Bakma Parası Kaç Lira? “ konulu öyküde buluşalım….

Yazan : Av. Naci SÖZEN , Şubat 2008 / ANKARA







Ermenekli'ye Nerelerde Rastladım ? (7)

ERMENEKLİ'YE NERELERDE RASTLADIM ? – (7)
(Arkadaş Sen Nerelisin ? )


Ermenekliye daha nerelerde rastlayacağımı merak ederek, her gittiğim yerde karşıma gelen kişinin, bana bu yönde bir sürpriz yapabileceğini ihtimal içinde tutardım. Bazen, bu ihtimalin bile söz konusu olamayacağı zaman ve yerde bir hemşerime rastladığım da oluyordu. Örneğin, İstanbul’da Hava Harp Okulu’na başladığım Ekim 1969 ayından, hatta, yaklaşık 4 ay süren sınav sürecinin başlangıç tarihi olan Haziran 1969 ayı sonlarından itibaren çevremde bir Ermenekli olmadığından çok emindim.

Giriş sınarları ve yer eğitimi tamamlandıktan sonra, 01 Ekim 1969 günü, kutsal “yemin” töreni yapılarak toplam 200 öğrenci kesin kayıtla Hava Harp Okulu öğrencisi olmuştuk. Bu öğrenciler arasında, Karaman ve Ermenekli yoktu. En azından benim edindiğim bilgi bu şekildeydi. Zaten, yer eğitimleri ve paraşütle atlama sürecinde, giydiğimiz keplere herkes memleketini yazmıştı. Benim kepin önünde “ERMENEK” yazdığından, arkadaşlar beni Ermenek diye çağırıyorlardı. Bu şekilde, öğrenciler arasında hemşerim olmadığı da test edilmiş oluyordu.

Birinci yıl ağır bir eğitim dönemi yaşadık ve sınıfı doğrudan geçtiğimiz için bir ay fazla tatil yaptık. Tatil sonrası, ikinci sınıfa başlamış, hatta, ikinci yarı yıl başlarına kadar gelmiştik. Sınıfımızı yine doğrudan geçerek fazla tatil yapmak hayaliyle yoğun bir çalışma içine girmiştik. Arkadaşlarımızın çoğu muhtelif illerin lise birincileri, dereceli mezunları ve iddialı kişileriydi. Sınıflarımız 33 kişilik olmak üzere 6 kısma ayrılmış olup, bizim sınıfta 34 kişi vardı. Geçen iki yıl içinde, bu arkadaşların, nereli oldukları, baba mesleklerinin ne olduğu, mali ve kültürel durumları ve zevkleri dahil her konuda bilgi sahibi olmuştuk. Çünkü, sınıf arkadaşlarımızla, derste, yürüyüşte, yemekte, yatakhanede ve merasimlerde hep birlikteydik.

Eğitimlerin uygulama bölümü için açık arazide bulunduğumuz bir sırada, verilen dinlenme arasında yerlere uzanmış oturuyorduk. Tesadüf olacak ki, yanımda, benden iki sıra geride bulunması gereken Mersinli arkadaşım Şarman ELİBOL oturuyordu. Bu arkadaşı, İnönü Kampında gördüğüm ilk gün, hem adından hem hareketlerinden genel deyişle “ gıcık “ kapmıştım. Adı Türk adı değildi. Mersin Lisesinde sürat koşucusu olduğunu söylüyor, kasıntılı ve olayları önemsemez bir tavır içinde dolaşıyordu. Başlarda, isminin anlamını sorduğumuzda, babasının Mersin içinde yabancıların yürüttüğü bir inşaatta çalıştığı zamanlarda müdürü olan bir Almanın adını kendisine vermiş olduğunu söylemişti. Kısacası, hemen bitişiğimde istirahat eden arkadaş, zaman içinde eleştirdiğim biriydi.

Eğitim dinlenmesi devam ediyordu. Yanımda oturan ve aramızda henüz bir konuşma geçmemiş olan arkadaşım Mersinli Şarman, bana dönerek ve her zamanki umursamaz - yavaş çekim hareketleriyle “ yahu Naci, sen Ermenekliydin değimli ? “ deyiverdi. Bu soru karşısında, içimden “ eyvah, Ermenekle ilgili bir şey çıkacak, Mersin’den Ermenekli bir komşu veya arkadaşından bahsedecek “ diye geçirerek “evet, Ermenekliyim “ dedim. Hatta, “Kazancı kasabasındanım” diye de ekledim. Bu cevap karşısında “ oralarda Akmanastır adında bir köy olacak, orayı da bilir misin? “ dedi. Benim hem merakım, hem de sinirim artıyordu. Cevaben “ evet bilirim, bize 5 km. uzaklıkta, anne tarafım da oralı” dedim. Arkadaşım yine aynı tavırlarla “ benim babam Akmanastırlı, gençliğinde Mersine gelmiş ve yerleşmiş, ben 5 yaşlarında sadece bir kez Akmanastır’a gittim “ deyince şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Şaşkınlığım kadar, öfkem de artmıştı. Kendisine doğru dönerek ve yüksek bir ses tonuyla “ yuh be, bunu söylemek için bir buçuk yıl niye bekledin” diye bağırdım.

Kaderin bir cilvesi, uzaktan gördüğüm haliyle ve ismine bakarak sinir olduğum ve uzun süre samimiyet kurmadığın sınıf arkadaşım, Ermenekli çıkmıştı. Yine bir Ermenekli beni şaşırtmış ve hiç ihtimal vermediğim bir şekilde karşıma çıkmıştı. Arkadaşımız, babasının memleketinden hiçbir şey bilmiyordu. Yıl sonu tatile geldiğimde, Akmanastır köyüne gittim. Köyün girişindeki derenin kenarında evleri olan geniş bir sülalenin soy adı ELİBOL idi. Bu aileden birilerine arkadaşımı anlattım. Onlardan getirdiğim selamı da okul arkadaşıma ilettim. Fakat, gönüller ve akıllar (hafızalar) arasına o kadar uzun mesafe ve uzun zaman girmiş ki, bu bağları tekrar kurmak imkansız hale gelmiş durumdaydı.

Sözden ibaret kalan Ermenekli (Gökcekent) arkadaşımla “ hemşerim ” hitapları ve sohbetleri devam etti. Yıllar bir birini kovaladı, değişik yerlerde görevler icra edildi ve herkes emekli oldu. Bir kaç yıl önce, Ankara Çayyolu semtinde, semt pazarında dolaşıyordum. Kolumdan tutan biri “ nasılsın hemşerim? “ diyerek beni sarstı. Dönüp baktığımda, babası Akmanastırlı, ismini bir Almanın isminden almış, köyünü ve yöresini hiç tanımayan bu arkadaşım Şarman ELİBOL (Em. Hv. Alb.) olduğunu gördüm. Bizim yakınlarımızdan bir siteye taşınmış, yani Ankara’ya yerleşmişti. İçerisinde hemşerilik olmayan hemşeri muhabbetine zaman zaman devam ediyoruz. Bu olayı yazıya dökerken, bir zamanlar Ermenek şehir çıkışındaki tabelada yazan “ Dağılıp Tükenmemek İçin El Ele “ yazısı aklıma geldi. İnsanlarımızı yabancılaştırmak için, aralarındaki kültürel, duygusal ve ruhsal bağların koparılması gerektiği iddiasının doğruluğunu da kanıtlamış oluyoruz. Günümüzde, Türk insanı için bu yabancılaştırma, ayrıştırma, bölme-parçalara ayırma ve zayıflatma taktikleri sürekli ve yaygın bir şekilde uygulanmaktadır. Bizler, hemşerilerimizle bağlarımızı koparmamaya özen gösterelim….

Yazının sonunu “ Bakalım Ermenekliye daha nerelerde rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..

Yazan : Av. Naci SÖZEN Ocak 2008 / ANKARA



Not : Tüm yöresel ve ulusak konulardaki yazılarım “ nacisozen.blogspot.com “ sitesindedir. Ayrıca, güncel yazılar yerel paylaşım (kazancibeldesi.com, arnava.net ) sitelerindedir.

Ermenekli'ye Nerelerde Rastladım ? (8)

ERMENEKLİ'YE NERELERDE RASTLADIM ? – (8)

(Arkadaş, Demek Baban da Muhtar haa.. )



Ermenekliye nerelerde rastlayabileceğimi hep merak ettim ve bulunduğum her yerde karşıma çıkan kişinin, bana, bu yönde bir sürpriz yapabileceğini ihtimaller içinde bulundurdum. Bazen, bir ihtimalin bile söz konusu olamayacağı zaman ve yerde, bir hemşerime rastladığım da oluyordu. Bu örneklerden biri de, uzun yıllar önce, rüzgarlı bir kış gecesi, yüksek tepelerin birinde, karşıma çıkan ufak tefek bir şoförün “ Ermenekliyim “ cevabını vermiş olmasıyla yaşanmış bir hatıramdır.

Ege denizinde petrol aranması konusunda, Türkiye ile Yunanistan arasında, 1983-1984 yıllarında yaşanmış olan “ Ege Petrol Krizi ” sırasında, iki ülkenin savaşın eşiğinden döndüğü hatıralardadır. Kış mevsiminin çok ağır şartları altında, Karaburun ilçesi yakınlarındaki en yüksek tepelerden birinde hayatta kalma mücadelesi veriyorduk. Sabit tesis ve bina olmadığından, saatte 150-200 km hızla esen rüzgar her şeyi sürükleyip götürüyor, ayaklarımızın altında fışkıran şimşek ve yıldırımlar her şeyi yakıp yıkıyordu. Bir gece sabaha karşı, orajlı (elektrik yüklü zıt kutupların olduğu) bir bulut içinde kaldık. Şimşekler çaktıkça, elektrik prizlerinden alevle fışkırıyordu. Kimse bulunduğu yerden bir adım daha atamadan 2 saat bekledi. Rüzgarlı şimşekler yerimizi terk ettiğinde, elektrik telleri, şehirden gelen telefon teli, santral, hoperlör, kat kaloriferi dahil yıldırımların etkisiyle yanıp kavrulmuştu. Yıldırımlar, yukarıdan tepemize düşmedi, bizzat, bizim içinde bulunduğumuz arazi ve havanın içinde oluştu. Bu olayları başkalarının anlatımlardan dinleyerek hayal etmek ve canlandırmak mümkün olmadığından okuyucunun aklını daha fazla zorlamayalım.

Bir akşam, elektriklerimiz yanıyor, radyomuz ve televizyonumuz çalışıyordu. Aniden ışıklar gitti ve her yer karardı. Sonradan öğrendik ki, şiddetli rüzgar, şehirden, dağ başına elektrik getiren ve TEK tarafından inşa ettirilmiş 4 adet kafes demir direği buğday başağını kırar gibi kırmış ve ikiye bükmüştü. İçinde bulunduğumuz şartları biraz olsun hafifletmek için İzmir ilinden bazı malzeme, araç ve gereçler getirilmesi istendi. Yetkili makamlar valiliğe müracaatla, kar, buz ve rüzgar altındaki bu coğrafyaya malzemelerin taşınması için, zamanın YSE kurumundan kamyon istemişler ve yükleri yola çıkarmışlar. Gece vakti sarı renkli (resmi hizmete mahsus) büyük bir kamyon nizamiyeden girdi. Yükleri boşaltmak için ekipler görevlendirdik ve aracın, yollar kapanmadan şehre dönüşünün sağlanmasını hedefledik.

Kamyonun şoförünün, biraz dinlenmesi, ısınması ve bir çay içmesi için, çay salonu olarak kullanmaya çalıştığımız karavana (vagon) çağırdım. Karşıma, ufak tefek, sarı benizli, zayıf ve çelimsiz bir adam geldi. İlk bakışta “ bu dev kamyonu, bu çelimsiz adam bu dağlara nasıl getirdi acaba? “ diye geçirdim. Şoförü sandalyeye buyur ettik ve bir çay söyledik. İşler, yollar, hava durumu ve trafikten söz ettikten sonra, kendisine “ İzmir’in hangi semtinde oturuyorsunuz ? “ diye sordum. Şoför, İzmir içinde oturmadığını, Buca ilçesine bağlı Kaynaklar köyünde oturduğunu ve şehre köyden gelip gittiğini anlatı. Daha ben soru sormadan da “ aslen o köylü değiliz, ailecek Ermenekliyiz” deyiverdi.

Ülkemin hücra bir dağının en yüksek tepesinde, dışarıda toz dumana karışmış, ayakta durmak bile zorken, çay söylediğim ve buralara nasıl geldiğini düşünerek durumuna acımakta olduğum İzmirli şoför, aslen, Ermenekli çıkmıştı. Tesadüfler beni yine şaşırtmıştı. Hemen yerimden fırladım “ vay benim garip hemşerim, Ermenek nere, bu dağın başı nere, seni buralara hangi kader attı ve benimle karşılaştırdı ?” diyerek dert yandım. Karşımdaki hemşerim sözüne devamla “ Ermenek ilçesi Sarıveliler kasabasından olduğunu, tüm ailesinin de aynı köyde yaşadığını, hatta, babasının Kaynaklar köyü muhtarı olduğunu “ anlattı. Ben şaşkınlık içinde “ bu gurbette, demek sen devlet memuru şoförsün, baban da muhtar ha? “ dedim. Hemşerim ile gurur duymuştum.

Ermenekli YSE şoförü hemşerimle sohbetimiz, araç yükü boşaltılıncaya kadar devam etti. Sıladan, hayattan ve hemşerilikten laflar ettik. Kendisi ve ailesinin yerleştikleri yerlerde, kazanmış oldukları itibar ve toplum hayatına etkileri ve katkıları karşısında onlarla bir daha gurur duydum. İlk karşılaştığımızda, bizim iyiliğimize yük getirdiği, zahmetlere katlandığı için sempati ile baktığım bu çelimsiz şoför, yanımdan ayrılırken, gözlerimi yaşartan ve gurur duyduğum bir memleketlim olmuştu. Kendisiyle vedalaştık ve tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık.. Gurbet ellerde yaşamakta olan tüm hemşerilerime, sağlık ve mutluluk dileğiyle, selamlar ve sevgiler sunuyor, başarılar diliyorum..

Yazının sonunu “ Bakalım Bir Ermenekliye daha, nerelerde rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..

Yazan : Av. Naci SÖZEN , Şubat 2008 / ANKARA



Not : Tüm yöresel ve ulusak konulardaki yazılarım “ nacisozen.blogspot.com “ sitesindedir. Ayrıca, güncel yazılar yerel paylaşım (kazancibeldesi.com, arnava.net ) sitelerindedir.

Ermenekliye Nerelerde Rastladım ? (9)

ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (9)

( Şu Masada Kağıt Oynayanlar Nereli ? )



Ege Denizinde petrol arama ve sahaları kullanma konusunda, Yunanistan ile savaşın eşiğine geldiğimiz 1980’li yılların ortalarıydı. İzmir ili, Karaburun ilçesi yakınlarında bir noktada görevliydik. O dönemlerin en popüler cihazı “ video “ cihazı, en yaygın eğlencesi de video cihazlarını kullanarak evlerde ve kahvehanelerde sinema filmi izlemekti. Bu günlerde, sadece film kaseti satan veya kiralayan dükkanlar açılmıştı. Filimler haftalık olarak topluca satın alınıyor, köy kahvelerinde sırayla oynatılarak müşteriler memnun ediliyor, hafta sonu, eski filimler getirilip yenileriyle değiştiriliyordu.

Bizim bulunduğumuz yüksek tepe her şeyden mahrum olduğundan, sahil şeridinde bulunan Kösedere köyündeki bir kahve ile görüşülmüş, orada oynayan filimler iki günlüğüne bize getiriliyor, bizdeki personel de bu iki gün içinde seyrettikten sonra, tekrar kahveye iade ediliyor, oradan topluca İzmir merkeze değiştirmeye götürülüyordu. Yağmurlu ve fırtınalı bir kış günü, resmi aracımızla köyün yakınından geçerken, köydeki kahveye uğrayarak, izlenmiş film varsa ödünç olarak almamız istendi. Hatırlayanlar olacaktır, o yıllarda, bu köyde yaşayan yaşlı bir kişiye yılbaşında en büyük ikramiye isabet etmişti. Bu kişi, genç bir hemşire ile evlenerek İzmir’e taşındı. Birkaç yıl sonra öldü ve tüm servet genç hanımına kaldı. Bu kişi, koyu bir Beşiktaşlı olduğunu, paranın bir kısmını bu takıma yardım olarak vereceğini bile açıklamıştı.

Yağmurun şiddetinden aracın silecekleri hareket edemiyordu. Kısa yolu, çamur deryası ve su kanalı geçer gibi güçlükle alarak kahvenin önünde durduk. Tüm köy erkekleri kahveye toplanmışlar, masalarda kağıt oynanıyor, bir gurup da televizyon karşısında film izliyordu. Kapıdan gurup halinde girdiğimizi gören kahvenin sahibi (patronu) hemen koştu ve bir masa açarak bizi buyur etti. Garsona çaylar da söylendi. Bu köylü, genellikle meyve, sebze ve zeytinle uğraşıyordu. Bu bölgenin çekirdeksiz ve şarap yapılan siyah üzümleri tarihi bir şöhrete sahipti.

Masamıza oturan patron, bizlerle sohbet ederken, merak ettiği soruları da arada soruveriyordu. Cevaplar onu tatmin etmemiş olacak ki, bizlerin memleketini sormaya başladı. Sıra bana gelince de “ siz nerelisiniz ? “ dedi. Ben, cevap vermeden önce, içimden, “ bu hücra köydeki kahveci benim memleketimin adını bile hiç duymamıştır, ama, biliyormuş gibi yapabilir “ diye geçiriyordum. Fazla bekletmeden “ Ermenekliyim, ismini hiç duymamışsınızdır “ demeyi de ihmal etmedim. Bu cevabı alan kahveci güldü ve “ ayıp ettiniz, biz Ermenekliyi iyi tanırız, her sene buraya çok kişi gelir oralardan “ dedi. Bu cevap karşısında şaşırmış olarak, Ermenekli bu köye nasıl ve neden gelebilir ? diye konuşmamı sürdürdüm. Kahveci, köylerindeki yer bağların kazılması, çıbıkların dikilmesi, budanması ve bakımlarının yapılmasını her kış ve baharda Ermenek’ten gelen işçilere yaptırdıklarını anlattıktan sonra, ilerdeki bir masayı göstererek “ işte, şu masada kağıt oynayanlar Ermenekli, yağmur nedeniyle çalışamadıklarından burada oyunla vakit geçiriyorlar “ dedi.

Ermenekliye, bu seferde, hiç beklemediğim bir yerde ve zamanda, hücra bir Ege köyünde, kış günü ve aşırı yağmur altında rastlamıştım. Şaşkınlık içinde masamdan kalktım ve işaret edilen masaya giderek selam verdim ve bir sandalyeye oturdum. Masadakiler, altmışaltı (köylü oyunu da denir ) oynuyorlardı. Kendimi tanıttıktan sonra onların nereli olduklarını sordum. Ermenek, Davdas (Üzümlü), Karapınar ve Başdere köylerinden olduklarını, her yıl kış ortasında Kösedere köyüne çalışmak için geldiklerini, sıcaklar başlayınca da köylerine döndüklerini, köylülerle adeta kardeş gibi olduklarını anlattılar.

Bir köy kahvesinde, başına toplandıkları bir masada, iskambil kağıtlarıyla oyun oynayan Ermenekli hemşerilerimle kısa bir süre hasret giderdik ve dertleştik. Onlara iyi çalışmalar ve bol kazançlar dileyerek ayrıldık ve yolumuza koyulduk. Aracımız, dik yamaçlarda ve sisler arasında virajları bir bir kıvrılarak tırmanırken, ben, binlerce kilometre uzaktaki Taşeli insanının, ekmeği uğruna, kış günü ne zahmetlere katlandıklarını, yağmur engeline takılarak boş geçen günlerini kahvede geçirmek zorunda kalmış olduklarını düşünerek, onlar için hem üzülüyordum, hemde, bu kadar büyük zahmetlere göğüs germeleri ve işlerinin ehli olmaları konularında onlarla gurur duyuyordum.

Bir yıl önce gördüğüm, fidan dikmek için Urla Orman İşetmesinde çalışan hemşerilerimi hatırladım. Bizim çocukluğumuzda, Anamur’a portakal bahçelerinde çalışmak için kış mevsiminde gidenlerin, günlerce yağmura tutulup kahvelerde zaman öldürdükleri, ceplerinden yiyip içtikleri günlerin anlatılan hikayelerini aklımdan geçirdim. Hatta, Kıbrıs savaşları devam ederken, Anamur kahvelerinin birinde oturan ve yağmurun dinmesini bekleyen Kazancılıların, dışarı çıkan merhum Goca Hasan (İNCİ)’a “ bak bakalım yağmur durmuş mu?” dedikleri, çalışkanlığı ve kuvvetiyle ünlü bu muhterem kişinin de kapıdan denize doğru bakarak, yağmurun hala yağdığını söyledikten sonra “ vur Akdeniz, vur “ diye bağırıp, kafasını kaldırarak, ileride olduğunu bildiği Kıbrıs adasına bakar gibi yapıp “ seninde hesabını göreceğiz Makaryos “ demiş olduğu gülümseten hikayeleri hatırlayarak, “ nerden, nereye “ diye mırıldandım….

Yazının sonunu “ Bakalım, Başka Bir Ermenekliye, Nerede Rastlayacağım ? “ diyerek bitireyim..

Yazan : Av. Naci SÖZEN , Mart 2008 / ANKARA

BEN O GÜN NEREDEYDİM ?

BEN “ 15 ŞUBAT 1999 GÜNÜ “ NEREDEYDİM ?
(…… MEMLEKETE HOŞ GELDİN .!!!.)


Gazete ve haber bültenlerini izlerken, doğu bölgesi illeri ve ilçeleri (Hakkari, Şırnak, Urfa, Van, Yüksekova, Batman, Mersin, Adana gibi..) başta olmak üzere, ülke düzeyinde bir çok merkezde, hayatın felç olduğu, gerginlikler yaşandığı, polis ile göstericilerin, (ön saflarda çocukların) karşı karşıya getirildiği, hatta, çatışmalar yaşandığı, bir gencin hayatını kaybettiği gibi haberlerin çoğunlukta olduğunu gördüm. Bu yoğun haberlerin, bölücü başı … ‘nın, 15 Şubat 1999 tarihinde, Kenya’da paketlenerek özel bir uçakla ülkesine getirilişinin 9. yıldönümü nedeniyle ve bu olayı protesto etmek amacıyla, bölücü örgüt üyeleri, yandaşları ve destekçileri tarafından düzenlenmiş olduğunu ve gösterilerde “ biji serok apo “ diye bağırdıklarını da öğrenince, 15 Şubat 1999 günü nerede olduğumu düşündüm.

Ben, 15 Şubat 1999 günü, bir resmi görev için gittiğim, Hollanda’nın başkenti (hükümet ve idare merkezi ) La Hey ( Den Haag ) kentindeydim. Burada bulunan NATO Teknik Merkezine, uluslar arası müşterek bir projenin koordinasyon toplantısına katılmak için bir gün önce gelmiştim. Beni, tren istasyonunda karşılayan Büyükelçiliğimizde görevli ve doğma büyüme bu şehirde yaşamakta olan Levent ERTÜRK isimli görevliydi. Otele yerleştikten sonra, kısa bir şehir turu yaptırarak, bana çevreyi tanıtmış ve bir ihtiyaç halinde arayabileceğim elçilik telefonlarını da vermişti.

Şehre gelişimiz ikinci günü, yani 15 Şubat 1999 günü, planlı görev yerine giderek çalışmalara katıldım. Şehir dışında olan bu merkezden şehre dönerken, bizi misafir eden Hollandalı görevli, çevresi yüksek duvarlarla çevrili bir binanın önünde, “ bu binada savaş suçlusu Sırp liderler var, Adalet Divanında soykırım suçundan yargılanıyorlar “ dedi. Balkanlarda, Müslümanları topluca katleden Sırp kasapların orada tutulduğunu duyunca, görevliye “ yoksa, Türk asıllı azılı esrar kaçakçısı Baybaşin (Türk Escobarı deniyor) de bu hapishanede mi yatıyordu ? “ diye sordum. Görevlinin gözleri iki karış açıldı ve “ evet” diye bağırdı. Hatta, “ o müthiş Türk, bu hapishane havlusundan helikopter ile kaçırıldı, inanılmaz bir durumdu” diye de ekledi.

Bu ve benzer konuşmalarla süren şehir içi yolculuğumuz, benim kalmakta olduğum otelin önünde sona erdi. Kendilerine teşekkür ederek ayrıldım ve odama çıktım. Vakit ikindi üstü ve hava bulutluydu. Bir taraftan üzerimi değiştirirken, haberleri izlemek için cihazın ayarlı olduğu Türk kanallarından Star TV’yi açtım. İlk gördüğüm sahne, bir uçak içinde, yüzleri maskeli şahıslar ayakta, gözleri ve elleri bağlı katillerin başı (bölücü başı) koltukta oturmaktaydı. Ben, “ bu görüntüler de ne zaman çekilmiş, arşivden olmalı” diye düşünürken, görevlilerden biri, gür sesiyle “ … memlekete hoş geldin” diye seslendi. Olup biteni anlamaya çalışmaktaydım. Dikkatimi ekrana verip gerçeği öğrenince, bir taraftan şaşkınlık içinde, diğer taraftan “ acaba gerçek mi?” kaygısıyla ayakta hareketsiz durakaldım.

Her şeyin gerçek olduğu, bu hainin ülkemize getirildiği ve artık Türk adaletinin elinde olduğu hususlarını tam olarak anlayınca göz yaşlarımı tutamadım. Silahsız olarak, Bingöl yolunda seyahat eden 33 askerimiz üzerine 1570 kurşun sıkarak şehit eden, nice öğretmen, doktor, hemşire ve devlet görevlisini acımasızca katleden, çocukları kurşunlayarak, körpe beyinlerini yere kıvrılmış bedenlerinin yanına akıtan, nice insanımızı, öksüz, eşsiz, oğulsuz bırakan bu caninin yakalanmış olmasında duyduğum bu mutluluğu birileriyle paylaşmak zorundaydım. Telefon ile ulaşabileceğim tek yer elçilikti. Hemen numarayı çevirdim ve Levent TÜRKER’i karşımda buldum. Kendisine, bu günün mutluluğunu paylaşmak için elçiliğe gelmek istediğimi, bana adresi vermesini söyledim.

Telefonda karşımda olan görevli biraz durakladıktan sonra “ efendim elçiliğe gelmeye teşebbüs etmeyin, hatta otelden çıkmayın, bölücü örgüt yandaşları bir çok caddeyi işgal ederek elçiliğe doğru gösteri yürüyüşüne başladılar. Bizde elçilikte can endişesi yaşıyoruz, güvenliğinizi tehlikeye atmayın, rica ediyorum “ diyerek konuşmasını bitirdi. Bu görüşme, benim sevincimi bir anda alıp götürdü. Böyle, sakin ve adaletin beşiği sayılan bir kentte bile tüm caddeler bir anda bölücülerce işgal edilebilir ve elçilik tehlikeye girebiliyorsa, bu işin boyutları nereye kadar uzanmış ola ki diye kaygılanmaya başladım. Hani, büyüklerimiz, bize, bu bölücüler için “ bir avuç eşkıya” demişler, “ Kürt sorunu yok, terör sorunu var “ demişlerdi. Demek ki, olayları ve gelişmeleri küçümsemişler, gizlemişlerdi.

Geçen zaman içinde, bölücü terör şiddetlenerek genişledi, siyasallaşma sürecine girdi, beğenmedikleri demokrasimiz ve sağlanan yasal hak ve özgürlükler sayesinde, örgüt üyeleri, destekçileri, yardakçıları ve tutuklu-hükümlüleri dahil milletvekili oldular ve açıkça “ eyalet sistemine geçelim, özgürlük taleplerimiz karşılansın” söylemlerini sıklaştırdılar, Türk Devletini ve Milletini açıktan tehdit etmekten geri durmadılar. Dağlıca saldırısı da bir dönüm noktasıydı. Bu saldırı sonrası, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı da.. Bu saldırı ile verilmek istenen mesajlar tam olarak anlaşılamadı, anlayanlar da, gerçekleri gizlemek ve halkı kandırmak gayretlerini, global sermayenin güdümündeki işbirlikçi medya ve kalemi satılmış-entel aydınlar desteğiyle, halkımızın zeka seviyesiyle alay edercesine sürdürmektedirler. Yıllar önce PKK liderlerine güller sunan, kravat hediye edenler ile, onlar ve destekçileri için hain/ölüm listeleri hazırlatanlar şimdilerde, yan yana ve içli dışlı oldular. Hatta, karşılıklı davetlerinin en ön sıralarında “şerefe” kadeh kaldırıyorlar..

Satırlarıma şu dörtlükle son veriyorum.

. Leş kargalarını seferber gördüm..
. İnerken gördüm, kalkarken gördüm..
. Şerefsiz ellerde, dönek yüzlerde..
. Şerefe kalkan kadehler gördüm….

Bu aziz Vatanın bölünmezliğine, Devletin varlığına ve Milletin birliğine kast edenler ile onlara sinsice destek verenler haindirler. Niyetlerini gizleyen ve el altından bu bölücüleri teşvik eden iç - dış mihrakları da iki yüzlülükle ve hain yandaşlığıyla tanımlıyoruz…



Yazan /Derleyen : Av. Naci SÖZEN (Araştırmacı-Yazar )

Kazancılıların Arapaşı Gecesi

ANKARA’DA BİR “ ARAPAŞI GECESİ “ YAPILDI

Ankara’da , Kazancı-Sarıvadi ve Çevre Köyleri, Kültür ve Dayanışma Derneği tarafından tertiplenmiş olan “ Arapaşı Çorbası Gecesi “ Sincan Öğretmenevi salonunda, 16 Şubat 2008 günü akşamı, büyük bir kalabalık ve coşku içinde yapılmıştır. Salon misafirlere dar gelmiş, ara masalar ve giriş-koridor ilaveleri de ayakta kalmayı önleyememiştir. Gecemize, Taşeli yöresinin Karşıyaka, yani Göksu ırmağının güney yamacını teşkil eden bölgeden, Görmeli köyünden Sayın Tahsin ÇETİN, Arnava’dan (Yalındal) Ekrem ÖZSOY, Zeyve’den (Yaylapazarı) Adem COŞAR, İrnebol’dan Nurettin ŞAHİN, Akmanastır’dan (Gökcekent) Alper TARIM, Sarıvadi’den Zeki ÖZBUDAK ve pek çok köylüsü, Kazancı’dan Mehmet TÜRKER ve sayamayacak kadar çok köylüsü ve son halka olan Nadire köyünden Sayın Mehmet YALÇIN dahil Ankara’da yaşayan tüm hemşerilerimiz katılmışlardır. Hatta, Çamlıca, Başyayla ve Ermenek merkezden konuklar bile katılmıştır.

Arapaşı çorbası, Kazancıdan bu iş için Ankara’ya gelen aşcı Selman ZENGİN tarafından yapılmış, hamuru da Kazancılı hanımlar tarafından, Bayan Leyla TEKİN gözetiminde hazırlanmıştır. Gecemize, Ankara Vali Yardımcısı Sayın Celal ULUSOY, Rektör / Profesör Mümin KÖKSOY, Prof. Dr. Sırrı KOÇAK, Ankara Ermenekliler Derneği Başkanı Mehmet AYDOĞDU, Ankara Karamanlılar Derneği Başkanı Veli BOZKIR, Karamanoğlu Mehmet Bey Dil ve Kültür Derneği Başkanı Habip ÇALIŞKAN, Ermenek’te 1981-1985 yıllarında kaymakamlık yapmış olan Sayın Yusuf Ziya KARACAEV ve eşiyle birlikte olumsuz hava koşullarına rağmen Kazancı Belediye Başkanı Sayın Uğuz TEKİN dahil çok sayıda konuk katılmıştır.

Gecemizin akışı aşağıdaki gündeme göre uygulanmıştır.

“ ARAPAŞI GECESİ “ GÜNDEMİ

- AÇIŞ KONUŞMASI..

- KONUKLARIN KONUŞMALARI..

- SERVİSİN BAŞLAMASI

- TATLI SERVİSİ..

- ÇAY SERVİSİ..

- KAPANIŞ ..
-
Konukların masalara yerleşmelerini müteakip, gecenin açış konuşması Dernek Denetleme Kurulu Başkanı Av. Naci SÖZEN tarafından yapılmış olup, bu konuşma metni şöyledir.

“ SAYIN ; Belediye Başkanım, Sayın Profesörlerim, Sayın Dernek Başkanlarım, Sayın Vali Muavinim, Sayın Kaymakamım ve Çok Değerli “ KARŞIYAKALI “ HEMŞEHRİLERİM,…

KAZANCI – SARIVADİ VE ÇEVRE KÖYLERİ, KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ TARAFINDAN DÜZENLENMİŞ OLAN “ ARAPAŞI GECESİNE” HOŞ GELDİNİZ. GECEMİZE İŞTİRAK EDEREK VERMİŞ OLDUĞUNUZ BU DESTEKLE, MUTLULUĞUMUZU PAYLAŞTIĞINIZ, BİZLERİ, GELECEĞE YÖNELİK OLARAK GÜÇLENDİRDİĞİNİZ VE CESARETLENDİRDİĞİNİZ İÇİN, CÜMLENİZİ, DERNEK YÖNETİM VE DENETİM KURURLLARI ADINA HÜRMETLE SELAMLIYORUM, SONSUZ SAYGI VE ŞÜKRANLARIMIZI SUNUYORUM….

BİLDİĞİNİZ ÜZERE, “ KARŞIYAKA “ KAVRAMI, TAŞELİ YÖRESİNİ İKİYE AYIRAN GÖKSU IRMAĞININ GÜNEY YAMAÇLARINI TEŞKİL EDEN, GÖRMELİ KÖYÜNDEN BAŞLAYIP, NADİRE KÖYÜNE KADAR, DOĞUDAN - BATIYA UZANAN BİR COĞRAFYANIN ADIDIR. BU BÖLGENİN İNSANI, İLK YERLEŞİMDEN BUYANA GEÇMİŞ OLAN 700 YILDAN BERİ, AYNI TOPRAKLARI PAYLAŞMAKLA KALMAMIŞ, TARİHİNİ, KÜLTÜRÜNÜ, ÖRF VE ADETLERİNİ, İNANÇLARINI, YETİŞTİRDİĞİ ÜRÜNLERİ, ACILARI VE MUTLULUKLARI, MÜŞTEREK YÖNETİMLERİ, KISACASI GEÇMİŞTEN GELECEĞE UZANAN BİR KADERİ PAYLAŞMIŞLARDIR. GÜNÜMÜZDE, BU BİRLİKTELİKLER HIZLANMIŞ VE GENİŞLEMİŞ OLUP, GELECEKTE DE ARTARAK DEVAM EDECEKTİR.

GÜNÜMÜZ ŞARTLARINDA, HAYATINI YOĞUN TELAŞI İÇİNDE YAŞAMAKTA OLAN İNSANIMIZIN, İSTER KÖYLERDE, İSTER KENTLERDE OLSUN, BİR BİRİNDEN UZAKLAŞTIĞI, HEMŞEHRİLİK, KOMUŞULUK VE HATTA AKRABALIK BAĞLARININ ZAMAN İÇİNDE VE FİZİKSEL AYRILIKLARA DA BAĞLI OLARAK ZAYIFLADIĞI, KOPTUĞU, SONUÇTA, İNSANIMIZIN BİR BİRİNE YABANCILAŞTIĞI VE YALNIZLAŞTIĞI ACI BİR GERÇEKTİR.

BU VE BENZERİ ETKİNLİKLER SAYESİNDE, BULUŞTUĞUMUZ MEKANLARDA, GÖRÜŞECEĞİZ, KONUŞACAĞIZ VE BİLİŞECEĞİZ.. BÖYLECE, YALNIZLAŞMAYI ÖNLEYECEĞİZ, MÜŞTEREK KÜLTÜRÜMÜZÜN YAŞATILMASI VE GELECEK KUŞAKLARA AKTARILMASINA KATKIDA BULUNACAĞIZ.. HEM YAŞAMAKTA OLDUĞUMUZ KENTLERİN, HEM DE YÖREMİZ İNSANININ SORUNLARINA KARŞI DUYARLI OLACAĞIZ VE ÇÖZÜMLER ÜRETMEYE ÇALIŞACAĞIZ.

ÇOK KISITLI İMKANLARINA RAĞMEN, GEÇMİŞTE DÜZENLEDİĞİ KIR PİKNİKLERİNE İLAVE OLARAK, BU GECEYİ DE TERTİPLEYEN, ANKARA’DA YAŞAYAN HEMŞEHRİLERİMİZİ VE DEĞERLİ KONUKLARIMIZI BİR ARAYA GETİREN DERNEK YÖNETİM KURULU BAŞKANI VE ÜYELERİNE, MADDİ KATKILARINI ESİRGEMEYEN DERNEK ÜYESİ HEMŞEHRİLERİMİZE, HEPİNİZ ADINA TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM.

BİLDİĞİNİZ ÜZERE, “ ARAPAŞI ÇORBASI “ YÖREMİZ KÖYLERİNİN TÜM EVLERİNDE, ÖZELLİKLE, KIŞ MEVSİMİNİN SOĞUK GECELERİNDE YAPILAGELEN, SOĞUK HAMUR VE SICAK ÇORBADAN OLUŞAN, TOPLU HALDE YENEN, BİR YEMEKTEN ÖTEYE, BİR EĞLENCE, BİR DAVET VE MUTLULUK PAYLAŞIMI ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEN, TIPKI, BATIRIK, TAHRANA VE KAPAMA – KAVURMA BÖREĞİ GİBİ YÖREMİZE HAS VE MİLLİ NİTELİKTE BİR YAŞAM KÜLTÜRÜ ÜRÜNÜNÜN ADIDIR. KAZANCI BELEDİYE BAŞKANIMIZ SAYIN UĞUZ TEKİN’İN DESTEKLERİYLE, KAZANCI’DAN BU GECE İÇİN GELEN AŞCI SELMAN ZENGİN VE BAYAN HEMŞEHRİLERİMİZ TARAFINDAN HAZIRLANMIŞ OLAN ÇORBAMIZI AFİYETLE İÇMENİZİ, DOĞABİLECEK AKSAKLIK VE EKSİKLİKLER İÇİN DE BAĞIŞLAYICI OLMANIZI İSTİRHAM EDİYORUZ.

BİLİYORSUNUZ, TATİLLERİMİZDE ERMENEK İLÇESİNE YAKLAŞIRKEN, İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ARACIN PENCERESİNDEN KARŞIYAKA’YA ŞÖYLE BİR BAKMAYANIMIZ YOKTUR. TÜM YÖREYİ BİR BAKIŞTA GÖZLERİMİZLE TARARIZ, TÜM KÖYLERİ, BEYAZ VE KIVRIM YOLLARI, TÜTEN DUMANLARINI, YANAN IŞIKLARINI, DAĞLARINDAKİ KAR VE BULUTLARINI DOĞUDAN BATIYA GÖZLERİMİZLE SÜZER, AKLIMIZDAN VE GÖNLÜMÜZDEN FIRLAYARAK ÖNE ÇIKAN ANILARIMIZI YENİDEN YAŞAR GİBİ OLURUZ. NE DEMİŞ OZAN ;

. ERMENEĞE VARIP DA, KARŞIYA BİR BAKINCA,
. UZANIR KÖY YOLLARI, BEYAZ, KIVRIM VE İNCE..
. GEÇTİĞİMİZ KÖPRÜMÜZ, ALAKÖPRÜ, ASIRLIK,
. KARŞILAR HEMEN BİZİ, ÇAM KOKULU MASIRLIK…

BİR ZAMANLAR, ERMENEK İLÇESİ ÇIKIŞINDA “ DAĞILIP TÜKENMEMEK İÇİN EL ELE “ YAZILI BİR TABELA VARDI. BU YAZI, BİZİ HEM ÜZMÜŞ, HEM DE MERAKLANDIRMIŞTI. YETKİLİLERLE YAPTIĞIMIZ GÖRÜŞMELER SONUNDA, BU İKAZIN, BİR İHTİYAÇ VE ENDİŞEDEN DOĞDUĞU, EKMEKLERİNİN PEŞİNDE GURBET YOLLARINA DÜŞEN TAŞELİ İNSANININ DAĞILIP TÜKENMESİNİ ÖNLEMEK, GURBET ELLERDE DE BİRLİKTELERİNİN SÜRDÜRMELERİNİ, DOĞDUKLARI YERLERİ UNUTMAMALARINI VE BİR GÜN DÖNÜP SILAYA GELMELERİNİ SAĞLAMAK İÇİN BU TABELANIN ŞEHİR ÇIKIŞINA KONDUĞUNU ÖĞRENMİŞTİK.

İŞTE, BU GECEMİZ VE GELECEKTE DÜZENLEYECEĞİMİZ BENZER FAALİYETLER , ARAMIZDAKİ COĞRAFİ VE TARİHİ BİRLİK, MÜŞTEREK KÜLTÜR VE PAYLAŞILMIŞ HAYAT ANILARIMIZ SAYESİNDE, ESASEN VAR OLAN FİZİKSEL VE RUHSAL BAĞLARIMIZIN KAYBOLMASINI ÖNLEYECEK, HATTA, ARTARAK SÜRMESİNİ SAĞLAYACAKTIR. GELECEKTEKİ BENZER FAALİYETLERE DE DESTEĞİNİZİN SÜRMESİNİ TEMENNİ EDİYORUZ…

SÖZÜ FAZLA UZATMADAN, GECEMİZE KATILARAK BİZLERİ ONURLANDIRAN MUHTEREM KONUKLARIMIZA, UZAKTAN - YAKINDAN, BİR ÇOK ZAHMETLERE KATLANARAK GELEN TÜM HEMŞEHRİLERİMİZE, SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMİZİ VE ŞÜKRANLARIMIZI SUNUYORUZ VE AFİYETLER DİLİYORUZ.” (Av. Naci SÖZEN)

Bu konuşma sonrası, gelen telgraflar okunmuş olup, gecemize Karaman Milletvekilimiz Sayın Mevlüt AKGÜN, Antalya Ermenekliler Derneği Başkanı M. SOYDAL, Kazancılı Sayın Mustafa ARICI, Ermenek Belediye Başkanı Sayın Uğur SÖZKESEN telgraf göndermişler, katılamadıkları için üzüntülerini belirterek, katılanlara iyi dileklerini ve selamlarını sunmuşlardır.

Telgrafların okunmasından sonra, kürsüye davet edilen Kazancı Belediye Başkanı Sayın Uğuz TEKİN, Sayın Prof. Mümin KÖKSOY, Prof. Sayın Sırrı KOÇAK, Ermenekliler Derneği Başkanı Mehmet AYDOĞDU, Karamanlılar Derneği Başkanı Veli BOZKIR ve Sayın Vali Muavini Celal ULUSOY sırasıyla yaptıkları konuşmalarda, birlik ve beraberliklerin, kültürümüzü yaşama ve yaşatmanın, sıla hasretini gidermenin ve yöremizin sorunları ve insanlarına sahip çıkmanın önemini vurgulamışlar, coğrafyamıza, insanımıza, tarihimize ve kültürümüze ve yöre gençlerinin eğitimine yapılan burs katkılarına ait bilgiler vermişlerdir.

Bir saz heyetinin coşkulu müziği eşliğinde çorba servisi başlamış ve önceden masalara dağıtılan hamurla birlikte arapaşı çorbası içimine – yenmesine geçilmiştir. Gündem maddelerine göre ikramlar devam ederken, Prof. Mümin KÖKSOY yönetiminde bir gurup, geçmiş zamanların kız isteme adetlerini manilerle canlandırmışlar, geçler ve kendisini genç hisseden bay-bayan salonda bulabildiği boşlukta yöresel oyunlara, halaylara dalmışlardır.

Gecenin sonlarına doğru, dışarıda yoğun bir kar yağışı olduğu görüşmüş ve konuklar “ zaten arapaşı çorbası kar ağyarken içilir “ sözünü söylemişlerdir. Bu sırada, dernek takvimi, resimler ve yöreye ait kitap satışı yapılmış, konuklardan gece için bir ücret talep edilmemiştir. Geceye katılan herkes, bu ve benzeri etkinliklerin artarak devam ettirilmesini temenni etmişlerdir.

Bu mutlu gece, bazı hemşerilerimizin maddi katkıları, Dernek Başkanı Sayın Mehmet Ali TEKİN’in insan üstü ve yılmaz çabaları, Belediye Başkanımızın ve aşçımızın önemli katkıları, Kazancılı ailelerin, kadınlar, gençler ve dernek üyesi olarak tüm hemşerilerimizin canla başla çalışmaları sayesinde örnek teşkil edecek bir başarı ve mutlulukla gerçekleştirilmiştir. Gecenin yapılmasında maddi-manevi yardımları ve hizmetleriyle katkıda bulunanlara, tüm misafirler gönülden teşekkür etmişler ve görevlileri kutlamışlardır.

Bu mutlu gecenin biz Karşıyakalılar yönünden eleştirilebilecek iki hususu da şudur. Çabalarımıza rağmen, yöreden Mahalli sanatçılardan birini geceye getirmek mümkün olmamış, bu eksiklik, Ankara havaları çalan saz heyetinin icrası sırasında sıkça dile getirilmiştir. Diğer bir husus da, Ankara’da yaşayan bir kaç Karşıyakalı aile geceye katılmamıştır. Bu ailelerin geçerli mazeretleri olduğu duyulmuştur.

Konuklar dışarıda lapa lapa yağan karlar altında evlerine dönmeye hazırlanırken, dernek başkanımız M. Ali TEKİN, hemşerilerimizin Haziran ayı içinde bir kır pikniğinde bir araya getirileceği müjdesini vermiş ve konuklarca alkışlanmıştır. Benzer gecelerin, yöremizde ve tüm gurbet ellerde yaşayan hemşerilerimizin bulunduğu şehirlerde de yapılması dileğiyle herkese selamlar ve saygılar sunarız.

DERLEYEN ;
DERNEK DENETİM KURULU BAŞKANI ; NACİ SÖZEN, 20 ŞUBAT 2008 /ANKARA

Kazancı'da Motorlu Araçlar

KAZANCI’DA MOTORLU ARAÇLARIN ÖYKÜSÜ

Kazancı ve Kazancılıların geçmişinde motorlu araçların gelişimini ve ulaştırma faaliyetlerini ele alan değerli yazarımız (Şair) İbrahim ŞAHİN’in sitede yayınlanmakta olan yazısını merakla okudum. Hayatımızın her anı ve her dönemi ayrı bir yazı veya öykü konusu teşkil etmektedir. Konuya bazı ilave bilgi ve ayrıntı katmak için bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte, yurdumuzun her yerinde başlatılmış olan modernleşme ve gelişme çabalarına, elbette, Ermenek (Taşeli) yöresi de kayıtsız kalamazdı. Nitekim, bir çok ilde elektrik yokken ve sadece 4 ilçede elektrik varken, zamanın Ermenek yerel yönetiminin çabalarıyla Macaristan’dan ithal edilen elektrik motorları, Taşucu limanı ve Gülnar üzerinden Ermenek’e taşınmış ve su gücüyle üretilen elektrik devreye sokulmuştur. Bu dönemlerde, yöremize motorlu taşıtların ne zaman gelebileceği hususunda bir tahminde bulunmak imkansızdı. Bunun sebebi, coğrafi yapı nedeniyle, “ aşılmaz dağlar, geçit vermez vadiler ve dereler nasıl yol edilecek ve 4 tekerlekli araba Ermenek’e getirilebilecek ? “ sorusunun cevabında yatıyordu.

Zamanın Ermenek Kaymakamı Osman Fikri Bey (yolcu kaymakam deniyordu) , yol yapımına çok önem verdi. Çevre köy ve kasabaların halkına yol inşaatında çalışmak zorunluluğu getirilmişti. Bu dönemlerde, bölge ile ilgili yazılan ilk kitabın adı “Tekerleğin Değmediği Yer “ adını taşıyordu. Ermenek - Karaman ve Ermenek - Mut yollarının inşaatı devam ederken, yerel yönetimler ve devlet görevlileri el ele vererek Silifke- Gülnar üzerinden ilk motorlu aracı 1929 yılında Ermenek’e getirmeyi başardılar. Bu başarıyı bir telgrafla, Konya valisine “ medeniyetin ürünü olan motorlu araba şehrimize getirilmiştir” şeklinde duyurulmuştur. Konya valisi de cevabında, olaya pek inanmamış gözükerek “ bu olay nasıl gerçekleşti, araba nereden ve nasıl getirildi ? “ diye tel çekmişti.

Çevresel yollar tamamlandıkça halkın beklentisi de artmıştır. Anamur istikametine de yol yapılması gündeme gelmiş ve Karşıyaka köylülerinin hevesli çalışmalarıyla bu yol 1940 yıllarında Kazancıya kadar ulaştırılmıştır. Kazancıdan Anamur sınırına (Çandır boğazı) kadar da Kazancılılar tarafından uzatılmış ve bu çalışmalarda Kazancı halkının gösterdiği gayretler devlet evraklarına geçmiş ve halkımıza takdir yazıları gelmiştir. Bu yol çalışmalarının ayrıntıları, Sayın Halit BARDAKÇI tarafından yazılmış olan “ ERMENEK “ kitabında yer alır. Bu yollar tamamlandıkça, araçlar köylere ulaşmakta ve halk yol boylarına toplanarak merakla bu yeni icatları incelemektedir. İşte, bu yıllar içinde ilk motorlu araç Kazancıya ulaşır. Gelen ilk kamyonu inceleyen bazı Kazancılı sanatkar, kendi aralarında iş bölümü yaparak bir araba üretmek isterler. Marangoz olana “ sen ağaç kısımlarını incele, saç kısımlarını demirci ve kalaycıya gösterelim, içini de biz yapalım “ şeklinde talimatlar verildiği söylenir.

Kazancılı ilk motorlu araç sahibi, 1940’lı yılların sonlarında, ortak bir kamyon satın alan Hacı Muhtar (ERDEM) ve İmam Hüseyin (EREN) olmuşlardır. Hatta, bu yıllarda GARİN’de obada bulunan İmam Hüseyin amcanın annesi Sultan Ninenin, köyden gelenlere “ yollarda benim oğlanın eşeğini gördünüz mü? “ diye sorduğu söylenirdi. Motorlu araçlarla Ermenek başta olmak üzere, çevre il ve ilçelerle ulaşım çok yavaş bir seyir izlemiştir. Yolun yapılmasına rağmen uzun yıllar boyunca Kazancılı yine yürüyerek Ermenek ilçesine ulaşıyordu. Gurbet ellerden ilçeye gelen memur ve işçiler için iki seçenek vardı. Biri, kendilerine güvenleri varsa, Delallar üzerinden yürüyerek çayı yayan geçip kasabaya gelmek, diğeri de, hanlarda konaklayarak, Kazancı istikametine gidecek bir kamyon yakalamak ve ona binerek gelmek.. Kamyon ne zaman yakalanır bilinemezdi. Bu dönemde, buldukları bir kamyona, eşi ve iki çocuğu ile binen öğretmek merhum Veli KAYACIK, sarhoş olduğu iddia edilen şoförün, kamyonu yoldan kaçırmasıyla uçurumdan aşağı yuvarlanmış ve bu kazada genç yaşta hayatını kaybetmiştir. 1962 yılına gelindiğinde bu ulaşım sorunu hala devam ediyordu. Bu yılın Haziran ayında, biz, sınav için bir gurup olarak ve yayan Ermenek yollarına düştüğümüzde, Delallar düzlüğünde, karşımızdan, Türbesekisi mahallesine mensup ilk öğretmenlerde olan İbrahim Bey, Ermenekli olan hanımını, kiraladığı bir ata bindirmiş, yanında kendisi yayan olarak Kazancı yollarındaydı. Şimdi düşündüğümüzde, yabancı bir gelini nice güçlüklerle Ermenek ilçesine kadar, Manavgat uçurumları veya Bucakkışla vadilerinden “Selavatlar” içinde getireceksiniz, buradan da bir ata bindirip Göksu çayından kasabaya ulaştıracaksınız. Bu yolculuğu bir kez yaşayan bu yabancı bayanı, ikinci kez Kazancı yoluna çıkarabilmek her halde imkansız olurdu. Yani, bu dönemlerde gurbetten ilçeye ulaşanlar, araç bulamaz ve yayan yürüyemezse, tek çare bir at bulup onunla yolculuk etmekti. Ermenek ortaokulundan yarıyıl tatiline geldiğimiz 1964 Şubat ayı ortalarında, hafif bir kar nedeniyle cipler yola çıkamadı ve biz öğrenciler toplu halde, Alaköprü yoluyla, bir Pazar günü boyunca yürüyerek Ermekek’e varabildik. O zamanlar, bir yıl boyunca, sadece sömestri tatilinde Kazancıya gelebiliyorduk. Bu günlerde her gün ilçeye gidip gelenlere duyurulur.

Kazancılıların, Ermenek başta olmak üzere, Mut, Anamur, Konya, İstanbul, Silifke dahil bir çok merkeze ulaşımlarında emeği geçenlere gelince. Kasabamızda ilk ve uzun zaman motorlu araç taşımacılığı yapan ve bizleri şehirlere ulaştıranlar, Bakırcının Yakup (TOKSOY), Hakkı Gürbüz, Hacı Ömer (POLAT) ve Veyis CEYLAN’dır. İlk taşıma araçları Amerikan yapımı jip (Willys)’lerdi. Sonrasında pikaplar, dolmuş ve otobüsler devreye girdi. Beş kişilik jip 15 kişi ve yüklerini alabiliyordu. Sonra hizmete giren Pikaplar, yolcularla birlikte tüm satılacak yükleri yükler ve Anamur pazarlarına ulaştırırdı. Güz mevsimlerine, fıstık çıkarmaya gidecek erkek ve kadınları dolduran dolmuşlar, Anamur ve Silifke merkezlere ulaştırırdı. Son dönemlere kadar süren ömrünü taşımacılıkla geçiren merhum Yaşar EREN’i anmadan geçemeyiz.

Kazancıda taşımacılığa katkıları olan diğer kişiler, Kara Veli ve Kara Ali’nin ortak satın aldıkları bir minübüsü işletmeleri, bu aracın önünde “ geliyor kalenderler” şeklinde, arkasında da “ gidiyor kalenderler “ şeklinde yazılar vardı. Eski Muhtarlardan Merhum Hüseyin GÜRBÜZ ve Mustafa KOÇAŞ’ın ortak minübüs işletmeleri, Süleyman PEKER, Hüseyin PEKER ve de diğer kısa süreli araç işletmeciliği yapanlar. Bir ara, dolmuş ve kamyon satın alarak işleten Fahri ÇELEBİ, meslek olarak şoförlüğü seçen ve kamyon, dolmuş, otobüs işletmiş olan Mustafa ÜNLÜ (Nusgalı) ve Mustafa YILDIRIM ve dolmuş işleten Necati EREN sayılabilir. İlk traktör merhum Eyüb Ahmet (ÇAĞLAYAN) tarafından 1968 yıllarında 40.000 TL ile satın alınmıştır. Pazarlık, zamanın Divadın Kahvesinde yapılmış ve benimde izlediğim bir sırada, bizim, o güne kadar hiç görmediğimiz, fakat varlığını bildiğimiz 500 TL kağıt paradan, 80 adet saymıştır. Traktörü ilk getirenlerden Demirçi Mümin (Sağlam)’ın, Hollanda’dan ithal yoluyla işçilik statüsünü kullanarak sahip olduğunu da hatırlatalım. Günümüzün ve son dönemlerin taşımacıları bilinmekte olduğundan yazmaya gerek yoktur. Sadece, bölgemize ilk yolcu otobüsünü getiren ve taşımacılık yapan kişinin Eresilli Mehmet adıyla bilinen, zamanın ünlü şoförü olduğunu, bu kişinin sonradan Tarsus ilçesine göç edip orada yaşadığını belirtelim. Ayrıca, Kazancı üzerinden kütük (kereste) taşıyan Ermenekli ünlü şoförlerden bazılarının Yanık Ali, Beslentinin Necati (Manavgat uçurumundan uçtu), Kara Ahmet, Yarasa Süleyman ve Yüzbaşının Sami adıyla bilinen kişiler olduğunu da not edelim.

Bunca olumsuz yol ve arazi şartlarında taşımacılık yapılmış olmasına rağmen, Şükredelim ki, yollarımızda yaşanmış olan kaza ve can kaybı sayısı çok azdır. Hatırımızda kaldığı kadarıyla, 1960’lı yıllarda, Çavuş alanında, bir aracın devrilmesiyle yolculardan Gazi Kasım Alisi hayatını kaybetmiştir. Cepheden cepheye koşan ve sağ olarak köyüne dönebilen bu gazinin, böyle önemsiz bir kazada can veren tek kişi olması da bir kaderdir. Yine, bu dönemlerde, bir jip devrilmesiyle, sadece, çok değerli bir eğitimci olan merhum Abdullah Hoca (ERDEM) hayatını kaybetmiştir. Başka bir jip (jeep yazılır) kazasında Tepecik mahallesinden Karabacak lakabıyla bilinen bir köylümüz vefat etmiştir. Birkaç çarpma ve kamyon devrilmesinde de bir iki can kaybı daha olmuştur.

Bizim çocukluğumuzda, önceleri, Anamur , sonrasında, Ermenek istikametine ağaç taşıyan kamyonlar yollarımızdan eksik olmazdı. Bu araçların arkasında koşup tartılmak ve biraz onunla gitmek en büyük zevkimizdi. Köy içinde yavaş giderken tartılır, hızlandığında inerken yere savrulur yaralanırdık. Yollar ve vasıtalar gelmeden önceleri, yani, 1936 yıllarında, Kazancıda bulunan ulu ceviz ağaçlarının İtalyan ve Alman tüccarlarca satın alındığı, kütüklerinin Anamur kıyısına taşındığı da bir gerçektir. Bu dönemde, kütüklerin çift öküz koşulu olarak, şimdiki Dere Kahve civarına süründüğünü görenlerle konuştum. Fakat, zamanın şartlarında, bu devasa ağaçların yaylaları aşarak Anamur sahiline nasıl götürüldüğünü gören birine rastlayamadım. Sizin anlayacağınız, 2. Dünya savaşında Alman ve İtalyan ordularının kullandığı mavzerlerin ağaç aksamları Kazancı arazisinde yetişen ceviz ağaçlarından yapılmıştır. Tepecik mahallesinden araba yoluna çıkılan noktaya “ Sıra Cevizler “ denmektedir. Bu isimin nerden geldiğini uzun süre bilen çıkmadı. Nihayet, bir ihtiyar, burada yan yana duran ulu ceviz ağaçları olduğunu, çok eskilerde yıkıldıklarını, kök izlerinin halan toprak diplerinde görülebileceğini bize ifade etti.

Günümüzün Kazancı sokaklarında, yaz mevsiminde, araç park etmek için yer arandığını, her marka ve modelden, sayısız taksiler (Mersedes, Opel, BMW, Reno, Volvo, Ford, Toyota gibi lüks markalar dahil), jeepler, minübüs, otobüs, kamyon, traktör, kepçe, pikap ve de son yıllarda artan “ pat pat” isimli araçların varlığı, 1950’li yılların şartları ile karşılaştırıldığında, nereden nereye gelindiği kolayca anlaşılacaktır. Bir zamanlar “ köyümüze bir araba gelse “ diye hayal kurulurken, şimdilerde, araçlarla, Kırkkuyu yaylası dahil, Tozlu ve Toros çeşmelerinin başına kadar ulaşabildiğimizi unutmayalım.

Kazancı kasabasında, geçmişten bu güne, motorlu araçlarla, taşımacılık alanında hizmet vermiş, bizleri ve eşyalarımızı taşımış olan ilk öncü şoförler dahil olmak üzere, bu güne kadar bu alanda yer alan tüm hemşerilerimizi rahmet ve saygı ile anıyoruz.



Yazan : Av. Naci SÖZEN, Ocak 2008 / ANKARA