20 Ocak 2008 Pazar

Obalarımız ve Obacılık Kültürümüz

İNSANIMIZ, DİLİMİZ, KÜLTÜRÜMÜZ – (1)

KAZANCI YAYLALARININ OBALARI VE OBACILIK KÜLTÜRÜ



Kazancı yaylalarında bulunan her in ve koyakda (derin vadi), bir zamanlar, mutlaka bir “Oba” kurulmuş olurdu. Bu obaların çokluğu, çobanların ve de dolayısıyla keçi ve koyun gibi hayvanların sayıca çokluğu demekti. Oba kurulan yerlere “Yurt Yeri” denirdi. Yurt, aynı zamanda, Ülke, Vatan ve Sıla anlamlarına da gelir. Hasat mevsimi, ekin tarlalarında, dibine göçülen ardıç bile “Yurt Ardıcı” olarak isimlendirilirdi. İlkbaharın gelmesiyle birlikte, zamanın ünlü çobanları, kendi sürüleri ve kendisine emanet eden bir kısım köylünün mallarından oluşan kalabalıklar halinde yurt yerine göçer, oba evleri (etrafı taş, üstü kıl çul) kurulur, mal ağılı olan inler veya çevlikler (ağıl-açık alanda etrafı çevrili barınak ) onarılırdı.

Obalara göçen ve malı fazla olan ailelerin kızlarından oluşan guruba da “ Obacı Kızlar “ denirdi. Büyük kızı olmayan ve davarı fazla olan bazı aileler, küçük yaştaki kızlarını, yetişkin bir obacı kıza emanet ederek (çırak) obaya gönderir., bu küçük kız, büyük ablaları tarafından obacı kültürü yönünden yetiştirilirdi. Oba ve Obacılık yaşantısı, kendisine has bir çok örf ve adeti içinde barındıran, yapılan işleri, ilişkileri ve paylaşımları de ortamına özgü olan bir “ kültür olayı” sayılırdı. Oba ortamının mutlak hakimi “ Çoban “ olur, herkes bu reisin emir ve direktiflerine uyardı. Talimatlara uymayan genç kızları çobanların dövdüğüne bile rastlanırdı. Örneğin, İlabadı İni Obasında, çoban, kesin emir vererek, kızların çadırlarda düğün yapmamasını istemiştir. Çobanlar sürü ile obadan uzaklaştığı anda, şayet süt pişirme ve yayık işleri tamamlandıysa, kızlar hemen çadır evin birinde toplanır, biri helke çalar, diğeri türküsünü söyler, diğerleri de ortaya çıkıp kaşıklarla oynarlardı. Bu inin yakınından geçen Yörüklerin, düğün yapıldığını izlememesi, davul, türkü ve kaşık sesini duymaması için düğün olayı Çoban tarafından yasaklamıştı. Çoban, sürüsü ile tepeyi aşıp uzaklaştığında hemen düğün kurulurmuş. Durumda şüphelenen çoban, her zaman ki gibi sürü ile birlikte tepeyi aşar. Bir müddet sonra çaktırmadan geri döner ve kızların düğün kurmuş olduğunu görür. Sinirli bir şekilde çadırı basan çoban, obacı kızlara öyle bir dayak atmaya başlar ki, kime vurduğuna bile bakmadan, yumruk ve tekmeler sallanır. Feryatlar içinde çıkıp kaçabile kaçar, kalanlar darbelerden nasibini alır. Bu olayı izleyen, süt alma sırası (değişik) kendilerine geldiği için günübirlik obaya gelmiş olan bir komşu, yıllar sonra tatlı bir anı olarak anlatmıştı.


Yaylalarımızdaki (şimdilerde tarih olmuş) Obaların (Yurtyeri) İsimlerine bir göz atalım ;

- Alacanın Karlık Yurdu - Yavşanın İn Yurdu
- Bekir Tarlası Yurdu - Ala in Yurdu
- Gara in (Garin) - Kocabaş Yurdu
- Durmuş Efendi Yurdu - Tahtacı Mezarlığı Yurdu
- Kavaklı Kepir Yurdu - Kazan Koyak Yurdu
- Acı Kuyu Yurdu - Gafa Ardıç Yurdu
- Kürtlü Belen Yurdu - Otlu Koyak Yurdu
- Alaca yurdu - Erikli İni Yurdu
- İlabadı İni Yurdu - Süzeğin İn Yurdu
- Katır İni Yurdu (Bozdağ) - Katırcı Kayağıl Yurdu
- Dibeğin Keh Yurdu - Küllük İni Yurdu
- Kovanlık (Süleyman ) Yurdu - Karahalil İni Yurdu
- Kapılı Kayağal Yurdu - Kızılörü Yurdu
- Divatyalı Yurdu - Karakovanlık İni Yurdu
- Say Yurt - Belikçal Yurdu
- Adike Kadın Yurdu - Kasap gediği Yurdu (Bozdağ)
- Yalak Yurt (Bozdağ) - Aladın Evlendiği Yurdu
- Çeliğin İn Yurdu - Ak Yurt
- Kabalak Düz Yurdu - Yanık Yurt
- Münevsiz Yurt (Kabalak) - Taşönü Yurdu
- Nizamın Yurdu (Gülnarlı Çoban ) - Çömlekcinin İn Yurdu
- Ak İn Yurdu - Güney Tarla Yurdu
- Gırbaşın Göl Yalağı Yurdu - Bekir Armudu Yurdu
- Hacı Musdulun Çardak Yurdu - Nergizli Koyak Yurdu
- Kel Suyun Dere Yurdu - Bayamlı Kayağal Yurdu (Popas)
- Cevizli Tarla Yurdu - Keben İni Yurdu (Kırkkuyu)
-

Baharın gelişiyle birlikte obasına göçen çobanların bazısı son bahara kadar orada kalır, bazısı, yaz içinde otlak imkanına göre yer değiştirir, kış önünde yakın inlere (Garain, Yavşan ) gelinir, nihayet, kar yağmaya başlayınca da sürüler köye iner ve her davar, kendi sahibinin evine yönelirdi. Karlı günlerde, sabahleyin herkes davarını kendi çobanın önüne katar, akşam da köyün sokakları evini arayan davar akınına uğrardı.

Obacılar, sabahleyin otlaktan dönen keçileri sağarlar, sütler “değişik “ kimde ise ölçülerek (çöplenerek ) verilir. Kazanlarda pişirilir ve yayıklarda yayılarak yağ, ayran ve keş yapılırdı. Değişik sırası gelen aile köyden özel olarak gelir ve kendisine toplanan süt ve ürünlerini teslim alırdı. Çocukluğumda, bu “ değişik “ uygulaması nedeniyle, ben de Daşönünün Düz denile (Kabalak yaylasında) yerdeki obaya bir kez gitmiştim. Davarın sütü sağılınca uzakta bekleyen oğlak sürüsü salıverilir, yüzlerce oğlak ve anaları bağrışlar içinde, bir birini arar ve mutlaka bulurdu. Kızlar çadırda bir düğün kurdular. Kaşık sesleri uzaklardan duyuluyordu. Çadırların yakınında bir “ cıngıllak “ vardı. Uzun ucuna binenleri havaya kaldırırlar ve “ kimi alacaksın ? “ sorusuna cevap almadan indirmezlerdi.

İşlerini bitiren “ Obacı Kızlar “ sırtlarına ayran yanığını ve keşleri yüklenir, ellerine süt kaymağını ( ladin pürü ile sarılmış) alır ve topluca köyün yolunu tutarlardı. Harman zamanları yolda karşılaşıldığında bize ayran içirirlerdi. Kızlar, köye öğlen gelir ve ürünleri bırakır, ikindi üstü de yine guruplar halinde obanın yolunu tutarlardı. Sabahları geç vakit, biz yaylaya giderken, onlar köye gider olur, akşam biz sığırlarla köye dönerken, onlar obaya gider olurlardı. Bu sırada, köyün gençleri de Aybaham- Kireçlik yolunda tura çıkmış olurdu. Bu turların obacı kızları görmek amacıyla yapıldığını çok sonraları anlayabildik. Bizim çocukluğumuzun obacıları şimdilerde 70 yaşlarına yaklaştılar. O zamanlar 70-80 yaşında olan ninelerle yaptığımız görüşmelerde öğrendiğimize göre, onların obacı olduğu devirlerde, yaz mevsiminde köyde kimse kalmadan ekin tarlalarına göçermiş. Obacı kızlar, tuluklardaki ayranla köye gelirler, tekrar yola çıkıp Masırlık , Balduvar gibi en uzak ekinliklere inerler ve ayranı-yağı bırakarak önce köye, ikindin üstü de yaylaya yollanırlarmış. Obacı kızların, her gün tekrarlanmak üzere, günlük yürüdükleri yolu, artık siz hesap edin.




Bunca oba arasında, obacıların güzelliği, sayısı, becerileri, düğünleri ve sevdaları gibi muhtelif hususlarda tam bir rekabet yaşanırdı. Obacılar için sayısız mani (Yakım ) yakılır, bu yakımların çoğunluğu ünlü yakımcı Sinanın Çolak (Hasan Şenses )’a ait olurdu. Yıllar sonra, Eğitimci Sayın Hüsamettin ERDEM tarafından yazılmış olan “ Yaylalarımızın Destanı “ isimli şiirde bu konu şöyle yer almıştır.

YAYLALARIN ŞAHISIN SEN, GÜZEL KABALAK
SENİ BENDEN İYİ TANIRDI , ÇOBAN TIĞGULAK
KAÇ YILDIR NERDE KALDI ?, SİNANIN ÇOLAK
GENÇ KIZLAR YAKIMSIZ KALDI, HABERİN VARMI?

Bu yakımlardan birinin öyküsüne yer verdiğimiz “ Kırkkuyu’da Gezen Öğrek “ başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz. Kabalak yaylası çobanı olarak bilinen merhum Tığgulak Çoban hikayesini de “ Üşümez Adam “ isimli yazıdan okuyabilirsiniz. Körkuyu yaylası ve çevresindeki hasat tamamlandıktan sonra, Yörük çobanları da başka yörelerden Çukur bölgesine göçerler, harman kaldırma aşamasında, akşamları çevremizde otlayan sürüleri, çobanlarını ve çobanlara yardımcı olması için sürü ile birlikte bulunan Yörük kızlarının, sürüye seslenmelerini merakla dinlerdik. Kızlar ve çobanlar gece karanlığında, arazide otlamakta olan sürüsü ile adeta konuşur ve sürüyü istediği istikametlere yönlendirir, istediği yerde toplardı, İşte, bu sırada, Yörük kızlarının “ cicoroooo !!! “ şeklindeki naralarını, ardıçların dibinde, yattığımız yatakların içinden dinler ve gülüşürdük.


Yaylaların muhtelif kısımlarındaki yurt yerlerine göçen çobanlar, sürülerini, Popas kuyusu,, Tozlu çeşmesi, Körkuyu gibi yerlerden sularlardı. Köye yakın obaların sürüleri her sabah Aybahım pınarına sulanmaya inerdi. Şimdilerde bu obalar ve obacılar olayı nostaljik bir hikayeye dönüşmüş durumdadır. Obaya göçlerden başlayarak, yerleşim, günlük yaşantı, paylaşım, değişik usulleri, düğün ve eğlenceler, süt sağmak ve pişirme, yoğurt çalma, yayık yayma, bu ürünleri taşıma, giyim kuşam, işbirliği, yardımlaşma dahil her aşamadaki işler bir kültür ürünü ve kazancı sayılmalıdır. Çobanların sürüsündeki binlerce davarın her birinin kime ait olduğunu (sahibini) nasıl bildiği konusu da hep tartışılırdı. Uzun zamanlar önce bu yaylaları, Kazancılı çobanlar, Gülnarlı çobanlarla birlikte paylaşmışlardır. Nizamın Yurdu, Gülnarlı Halil Ağa, Hemid Seydi olayı ve Kanlı Say üzerinde 3 Gülnarlı çobanın öldürülmesi bu dönemlerin tanıklarıdırlar. Çobanlarımızın Yörüklerle de büyük mücadeleleri olmuştur. Bazı çobanlar bu kavga dönemlerinde dayak bile yemişlerdir. Neyse, her şey tarih olmuş ve anılarda yerini almış durumdadır. Kazancı insanı, dili ve kültürü üzerine başka bir konuda buluşmak üzere….

Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 207 / Kazancı

NOT : Tüm Yazılar “ nacisozen.blogspot.com” sitesindedir.

Dinek Kulesi

DİNEK KULESİ ŞENLİK İÇİN BULUŞMA YERİMİZ OLACAK




Kazancı Kasabası ile Çatalbadem (Yukarı İrnebol) köyünün, sınır noktasında bulunan ve sadece bu iki merkezin değil, Taşeli yöresinin simgesi haline gelen, tarihin bilinmez derinliklerinden günümüze, hatta, sonsuzluğa doğru varlığını sürdüren/sürdürecek olan “ Dinek Kulesi “ çevresinde, buluşacağız, kucaklaşacağız, konuşacağız ve daha yakından “ bilişeceğiz “ diyoruz. Bu mutlu kucaklaşma, Kazancılılar ile Çatalbademliler arasında gerçekleşecektir. Bu sevincimiz ve isteğimizin nedeni, Çatalbadem köyünde, 12.01.2008 günü yapılmış olan halk oylaması (referandum) ile köy halkının büyük bir çoğunlukla, Kazancı Kasabası ile birleşme kararı almış olmalarının bizlere verdiği sonsuz mutluluktur.


Bir pazar akşamı, yani, 12.01.2008 günü, Kazancı internet sitelerini bir ziyaret etmek için tıkladığımda, ekrandan “ flaş, flaş “ ikazı ve “ son dakika “ başlığı ile başlayan haberi okudum. Haberde, Çatalbadem ve İkizçınar muhtarlıklarının, önceden yaptıkları müracaatlar doğrultusunda, bu iki köyde, 12.01.2008 Pazar günü, Kazancı Kasabası ile birleşme konusunda halk oylaması yapıldığı, oylama sonunda, Çatalbadem köylülerinin 270 EVET, 39 HAYIR oyu verdikleri, yani, birleşmeyi büyük bir çoğunlukla onayladıkları, İkizçınar (Aşağı İrnebol) köylülerinin ise onaylamadıkları hususları yer alıyordu. Bu haber, beni ve tüm okuyanları, bizzat yaşayanları, sevice, mutluluğa boğmuş, geleceğe karşı büyük umutların doğmasına yol açmış durumdadır. İnsanlarımızın yaşamakta olduğu bu mutluluklar ve umutlanmalar elbette haklı nedenlere dayanan olgulardır.


Çatalbadem köylülerinin almış olduğu bu tarihi kararın anlam ve önemi, tüm boyutlarıyla ele alınması ve herkesçe bilinmesi, algılanması ve geleceğe doğru aktarılması gereken gerçeklerdir. Gönlümüz, elbette, İkizçınar köylülerinin de bu birleşmeyi kabul etmiş olmalarını isterdi. Fakat, böyle bir sonuç hoşumuza gitmese de, onların vermiş oldukları kararı saygı ile karşılamamız gerekmektedir. Umudumuz, gelecek zaman içinde, bu köylülerin, bu kararlarını, yeniden gözden geçirecekleri yönündedir.


Kazancı ile Çatalbadem köyünün birleşme kararı almasında emeği geçen, başta Kazancı Belediye Başkanı ve Çatalbadem köyü muhtarı olmak üzere, tüm yetkili ve görevlilere, çalışmalara olumlu katkılar yapan ve destek verenlere ve de özellikle, oylamada “ evet “ oyu verenlere sonsuz teşekkürler eder, bu sonucun, başarılara ve dostluklara vesile olmasını gönülden dileriz. Yaz mevsimi boyunca, bu konu taraflar arasında sürekli konuşulmaktaydı. Zeyve pazarına gittiğimizde, her iki köyden sakinler ve okul arkadaşlarımız olan emekli memurlarla (Hüseyin Korkmaz, Mehmet Özkan, Mevlüt Keleş gibi.) konuşmalarımızda, birleşme fikrinin desteklenmesini istemiştik. Çünkü, birleşme, bütünleşme, büyüme, güç ve kuvvet demek iken, ayrışma, bölünme ve parçalanma, küçülme , zayıflama ve dağılıp kaybolma demekti. Türklerin genlerinde ve tarihsel geçmişinde var olan, istenmeyen olumsuz 14 özellikten biri de “ parçalara bölünme / ayrı baş çekme “ konusundaki meraklı davranışlarmış. Mete Han’dan buyana, devlet ne zaman güçlense ve sınırlar genişlese, ülke, oğullar, damatlar ve de güçlü komutanlar arasında paylaştırılırmış. Bir çok Türk Devleti, bu parçalara ayrılma ve iç çatışmalar sonucunda yıkılıp yok olmuş. Günümüzdeki siyasi bölünmeler ve kamplaşmalarda bu geleneğin bir devamı gibidir. Geçmişimizde var olan, “ küçük olsun, benim olsun, az olalım, ben olayım” alışkanlığı, siyasi ayrışmayı körüklemiş ve köklü geçmişe sahip olan siyasi varlıklar (sosyal demokratlar, merkez sağ gibi..) sayısız partilere bölünmüşler ve kendi kendilerini etkisizleştirmişlerdir. İşte, toplumumuzun ve yurdumuzun ayrıştırılma ve bölünmelere maruz bırakıldığı günümüzde, bu kötü gidişin aksine olarak “ BİRLEŞME” kararı vererek, güçlenmeyi ve gelişmeyi seçen Kazancılılar ve Çatalbademliler, her türlü övgüyü ve alkışlanmayı hak etmişlerdir.


Bu birleşmeyi, sadece günümüzün koşulları ve geleceğe yönelik ekonomik beklentiler gibi maddi konuların bir sonucu olarak kabul edemeyiz. Birleşmeyi, çok boyutlu bir geçmişin, günümüze ve geleceğimize uzanması saymalıyız. Kazancı Kasabası ve Yukarı İrnebol köyünün kuruluş tarihi, Karamanoğulları Beyliği zamanında ve takriben 1270 yıllarına rastlar. Şikari tarihine göre, Karamanoğulları, Balkusan köyüne 1228 yılında yerleşmişler, 1250 yılında Ermenek şehrini feth ederek merkez yapmışlar ve kitabesindeki bilgilere göre de, Alaköprü (Görmeli köprüsü) Karamanoğullarından Halil Bey zamanında, 1305 yılında inşa edilmiştir. Bu bölgede, Türkler öncesi devirlerde Çatalbadem köyü çevresindeki ören yıkıklarının olduğu yerde, zamanın en önemli şehir devleti olan Enebolu Krallığı, Kazancı çevresinde de Asar Krallığı yaşamaktaydı. Bu iki merkez arasında kız alıp verme olduğu, Köyönü çevresinde (Art Beleni) yarışmalar, şenlikler yapıldığı “ Kaleler ve Kralları “ dizimizde anlatılmıştı.


Türkler öncesi yöremizde yaşanan bu etkinlikler, Türkler sonrası da devam etmiştir. Öncelikle belirtelim ki, Masırlık mevkisinden başlayarak, Ayıoluğu, Oduncu Kalesi, Elmalıoluk, Dinek Kulesi, İlanlıca ve Akkuyu ekseninde, diğer bir deyişle, boydan boya doğu sınırımız , Çatalbadem köyü arazisiyle devam etmektedir. Bu uzun sınır boyunca 700 yıldan beri yaşanan birliktelik, fiziksel yakınlıktan öteye ruhsal ve kültürel yakınlıkların da temeli olmuş, taraflar yıllar boyu kız alıp vermişler, yemek sofralarını, sevinç ve üzüntülerini paylaşmışlardır. Gülnarlıların, Akkuyu mevkisinde tarla çıkarmak için başlattığı çalışmaya, Kazancılı ve Çatalbademli birlikte karşı koymuştur. Körkuyu şenlikleri için araştırma yaptığımız 2001 yılında, yayla şenliklerinin eskilere dayandığı, Yenicesu yaylası (Alankuyu) civarında, hasat sonrası şenlikler yapıldığı tespit edilmiştir. Çeşitli yarışmalar, oyunlar, at binmeler (cirit) ve güreşlerin yapıldığı bu şenliklere, Kazancılılar ile birlikte, sınır komşularımız olan Yörüklerin ve Yukarı İrnebolluların da katıldığı bilinmektedir. Hatta, Ata sporumuz olan güreş yarışmalarının birincisi için bir koç hazırlandığı, son şenliklerin birinde, Yukarı Mahalle Fakılar (Padişahlar) sülalesinden bir delikanlının birinci gelerek ödül koçu aldığı anlatılmaktadır.


Çatalbademlilerin bizimle olan yakınlığı ve kader ortaklığı bunlarla da sınırlı değildir. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, ülkemizde başlatılan aydınlanma çabalarında bile ortak hususlar vardır. Göksu’nun güney yakası olan “Karşıyaka “ yöresi köylerinde, bir zamanlar sadece Kazancı ilkokula sahipti. Bu dönemlerde, Çatalbademli çocukların okuması Kazancıya gelmekle mümkün oluyordu. Bu dönemin en canlı tanığı, halen bu köyde yaşayan ve Kazancıya gönülden bağlılığını her fırsatta söyleyen, Emekli Memur Sayın Mehmet TAŞDEMİR büyüğümüzdür. Kendisinin anlatımlarıyla, çocukluğunda, okula gitmek, okumayı , yazmayı öğrenmek onun için vazgeçilmez bir tutkuydu. Ailesine, gece gündüz, kendisinin bir okula gönderilmesi konusunda yalvarıyor, ağlıyor ve baskı yapmaya çalışıyordu. O zamanlar, en yakın ilkokul Kazancı merkezindeydi. Bu sızlanmalara dayanamayan aile, okulların açıldığı bir sonbahar sabahı, küçük Mehmet’i tatlı uykusundan uyandırdı. Evlerinin önünde duran eşekleri, ekmek, erzak, yatak ve yorgan yüklüydü. Babasının “ kalk oğlum, Kazancıya, okula gidiyoruz ” diye uyandırılmasını hiç unutmamıştır. Yürekleri yeni uçmaya başlamış bir güvercin kanadı gibi çırpınırken, kendisi yataktan fırlamış ve yemek bile yemeden yola düşmeye hazır olduğunu göstermişti.

Küçük Mehmet, babası ve yüklü eşekleri, aydınlığa doğru uzanan Kazancı yolunda ilerlerken, çocuk, sadece okulu düşünüyor, babası ise, “ bu çocuğu nereye bırakacağım, kime teslim edeceğim ? “ sorusuna cevap arıyordu. Kazancıda hiç akrabaları veya yakın tanıdıkları yoktu. Babası, “ bir aile bulamazsam, köy odasına bırakırım, nasıl olsa, bir hafta sonra oradaki duruma dayanamaz ve geri gelir” diye düşündüğünü sonradan açıklayacaktır. Bu üçlü, uzun yolun sonlarında, şimdiki, Dere Kahve’ye geldiklerinde, dere başında, bazı Kazancılılar unluk ve bulgurluk yıkamaktadırlar. Kazancılılardan biri, yaklaşan yabancılara “ uğurlar ola, yolculuk nereye ? “ diye seslenir. Selamlaşma tamamlanır ve çocuğun okula gitme isteğine dayanamadıkları, bunun için Kazancıya geldikleri söylenir. Kazancılı “ bu çocuğu kime bırakacaksın” “ diye sorar. Babanın, kime bırakacağını bilmediğini, köy odasına bırakmayı düşündüğünü duyan Kazancılı, hiç tereddüt etmeden “ eşeği durdurun, bekleyin “ der ve kalabalık içindeki hanımına seslenir. Yanlarına gelen hanımına “ bu çocuk bizde kalacak, okula gidecek, yüklerini bizim eve yıkıp gelin “ talimatını verir. Bu kişi Kamiller sülalesine mensup iyiliksever bir kişidir. Mehmet Beyin hayatı bu sözlerle değişmiş, bu ailenin yanında okulunu bitirmiş, sonrasında memur olarak Kazancı da görev yapmış, evlerinde kaldığı kişiyi ikinci atası saymış ve mezarının yapılmasın da bile emeklerini esirgememiştir. Kısacası, günümüzün bu heyecan veren birleşme kararı, sanıldığı kadar yüzeysel, zorlama ve maddi beklentiye dayalı bir karar olmayıp, geçmişin gönül ve ruhsal yakınlığından güç alan bir karardır. Kazancı ortaokulunun ve lisesinin açılmasıyla bu okullarda okuyan öğrencilerin sahip oldukları Kazancı sevgisini de unutmamak gerekmektedir.

Kazancı ve Çatalbadem köyünün birleşmesi, her iki tarafa da olumlu katkılar yapacak, sorunların çözülmesi, acıların paylaşılması ve yörenin, her yönüyle gelişmesine öncülük edecektir. Karşıyakalı şoförlerin yıllar önce bir kooperatif çatısı altında birleşmiş olduklarını hatırlayalım. Ankara da yaşayan, Kazancılı ve Karşıyaka köylerini birleştiren, Kazancılılar Derneğinde, Sarıvadili, Zeyveli, Görmeli ve Çatalbademli komşularımızın birlikte oldukları, pikniklerde bu mutlulukları paylaştıkları da bilinmelidir. Birleşme konusu tartışılırken, İkizçınar köyünün bu birleşmeye hayır demesini isteyen ve bu yönde telkinler yapanların “ Kazancılılar, Zeyve pazarının köyümüze ait olan bölümüne göz diktiler, bu çabalar bu yüzden “ şeklinde sözler söylediğini duymuştuk. Bu olumsuz ve gerçekdışı söylemlerin hayır oyuna yansıdığı görülmektedir. Bu hayır oyunun sonucunda kazanan olmayacak, her iki taraf da gelecekte kazanacaklarından mahrum kalmış olacaklardır.

Bu mutlu olayın verdiği heyecan ve mutluluktan olacak ki yazımızın başlığını “ Dinek Kulesi Çevresinde Buluşmak “ olarak koyduk. Ağustos 2008 ayı sonlarına rastlayan bir hafta sonu, Kazancılılar ve Çatalbademliler olarak, herkes bulunduğu yerden, Dinek Kulesi istikamet alınarak yamaçları tırmanmaya başlayacak ve toz toprak içinde, terli ve yorgun vaziyette bu tarihi noktada birleşeceğiz. Araçlara binerek 15 dakikada ve kolyca ulaşmak değil, terleyerek ve enerji harcayarak ulaşmak tercih edilecektir. Gitmediğimiz ve görmediğimiz yerler bizim değildir deyişi ile başlattığımız araştırmalarımızın bir safhası da bu yürüyüş olacaktır. Bu dik yamaçları tırmanarak, bir kez yürümeyi gözümüzde büyütmeyelim ve bu toprakları bize bırakan atalarımızın bir ömür boyu savaşarak adım adım feth ettiklerini, bu sırada, aile yaşamları ve gelişmelerini de sürdürdüklerini hatırlayalım..

Dinek Kulesi buluşmasının, Ermenek Sıla festivali günlerinde gerçekleştirilmesi planlandığından, gurbette yaşayan Kazancılı ve Çatalbademlilerin, tatillerini buna göre ayarlamalarını rica ediyoruz. Bu nostaljik noktada buluşalım ki, yıllar önce, bu tarihi yerlerde inceleme yaparak, gazetelerde “ Dinek Kulesinin Yalnız Ardıçları “ adıyla, hazin ve acıklı bir yazı dizisi yayınlayan Ermenekli Sayın Fatih KARAMANOĞLU’nun satırlarına cevap verelim ve tarihin tanıkları olan bu ardıçların yalnız olmadıklarını haykıralım. Nice mutlu ve sağlıklı günlere, birlik ve beraberlik içinde ulaşmak dileğiyle, bu mutlu olayı tekrar kutluyor, Kazancı ve Çatalbadem insanına selamlar ve sevgiler sunuyoruz.

.
YAZAN : Araştırmacı Naci SÖZEN (Avukat- Em. Alb.)
.

Kazancılı Dağ Korumacıları - (1)

KAZANCI HİKAYELERİ – (17)

KAZANCILI DAĞ KORUMACILARI VE SİLAHLARIN SIRRI- (1)


Kazancı yaylarından, Kızılalan, Kartal Tepesi, İlabadının Düz, Payamlı Tepe, Dibeğin Keh, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylası hattının sınırları ve bazı bölgelerin kime ait olacağı konusunda, Anamur köylüleri (Yörükler ) ile 1940’lı yılların sonunda başlayan anlaşmazlıklar, 1990’lı yılların ortalarına kadar yaklaşık 50 yıl boyunca sürmüş olup, tartışmalar, bazen silahlı çatışmalara dönüşerek mahkemelere kadar intikal etmiştir. İlk olayın, 1948 yıllarında, ikazlara rağmen, Yörük çobanlarının, sürekli olarak ve kışkırtıcı davranışlarla, Kırkkuyu sınırımızdan içeride sürü otlatmaları sonucu çıktığını, Garin çevresinde yaşanan kavga sırasında Gurd Goca adıyla bilinen Molla Mehmet’in kafasına isabet eden taşla ağır yaralandığını ve tarafların Silifke Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandıklarını önceki öykümüzde anlatmıştık. Yörükler ile yaşanan son anlaşmazlık 1990’lı yıllarda, Güğül tepesi ve çevresinde çıkmış, keşif için giden Kazancılıların üzerine, karşı tepelerden yine silahlarla ateş edilmiş, sonrasın da, sağduyu hakim olarak olay büyümeden önlenmiş ve sorun anlaşmayla çözülmüştür.

Sınır ve yayla anlaşmazlığının hat safhada olduğu 1950’li yıllarda bir çok olay yaşanmıştır. Kazancılılar, Bozdağ goyaklarına ekin ekmişler, bu ekinler Gurdlar tarafından çalılarla süpürülerek tahrip edilmiştir. Gurdlardan Bobuş adıyla bilinen biri mavzeriyle karşı dağlardan Kazancılılar üzerine atışlar yaparak tahriklerini sürdürmüş, Mollar Mehmet adlı kişi Avcı Tarlası adıyla bilinen Kazancı arazisine sayvant inşa etmiş, bazıları kovanlarını bizim bölgemizdeki kayalıklara yerleştirmişlerdir.

Sınır sorunlarının yoğun şekilde yaşandığı günlerde, Kazancılılar bir hamle yaparak, İlabadının Düz adıyla bilinen ve Yörüklerin göç yollarının geçtiği ve hak iddia ettikleri alanı sürmek ve ekin ekmek için harekete geçerler. Muhtar, ihtiyar heyeti ve yaşlı kişilerin öncülüğünde, saban kayıtını (takımını) yükleyip öküzlerini önüne katanlar ile bu harekete destek vermek için geri kalanlar topluca yollara düşerler. Alana ulaşan çiftini koşar ve bir köşeden sürmeye (nadas) başlar. Bizzat orada çift süren babam İhsan SÖZEN ve halen sağ olan başka kişilerden ayrıntılarıyla öğrendiğime göre, onlarca çift alanın her bir köşesinde nadas ederken, diğer halk çevrede olayı izlemekte, eli asalı yaşlılar (Tahir Hoca, Hamdi Efendi, Fehmi Efendi, Hacı Yaya, Çanlı Goca v s. ) çift sürenler arasında dolaşarak onları cesaretlendirmek için “ haydi çocuklar, ha gayret, davranın “ gibi sözleri söylemektedirler.

Bu şenlik havası içindeki çift sürüş olayı, öğlen üzeri, Anamur tarafındaki tepelerden ve özellikle Kartal tepesinden başlayan mavzer atışlarıyla bir anda kabusa dönüşür. Duruma müdahale etmek isteyen Yörükler, ellerinde uzun menzilli mavzerleriyle yüksek tepelere gizlenerek alanın ortasına doğru atışa başlarlar. Çift öküzlerinin arasına düşen mermilerin yerden kaldırdığı toz bulutu ve patlama sesi öküzleri adeta deliye çevirir. Öküzleri çizide tutmak imkansız hale gelmiştir. Çevredeki halk çığlıklar içinde taş ve ağaç arkasına gizlenme derdine düşer. Kazancılıları koruyacak olan yayla korumacılarda bulunan, kısa menzilli dolma tüfeklerin hiçbir etkisi olmaz. Herkes şaşkın ve çaresizdir.

Bu kargaşa ve panik ortamı sürerken, beklenmedik bir anda, Kazancı tarafındaki Payamlı tepesinden, Yörüklerin atış yaptıkları kayalıklara doğru öyle bir mavzer atışı başlar ki, silahın ateşlendiği anda çıkan ses ve merminin hedefe isabet ettiği anda çıkan ses bir birine karışır. Dom dom kurşunu atan bu silahla kimin atış yaptığını alanda bulunan Kazancılılardan sadece iki kişi bilmektedir. Böyle bir silah atışını beklemeyen Yörükler, bulundukları tepelerin arkasına kaçarlar. Alanda bulunanlar, silahı kimin attığını, bu şahsın kim olduğunu, uzun menzilli bu mavzerin nerden çıktığını sorup dururlar. Bu maceralı günde Kazancılıların topluca İlabadı Düzlüğünü terk etmesiyle son bulur. Kazancılıları, Yörüklerin mavzer ateşi altından kurtaran bu meçul kişi, Kazancı Yukarı Mahalleden Bal Ömer (Çelebi) idi. Kendisinde bulunan ve varlığını kimsenin bilmediği bu özel silahla erkenden yola çıkarak karşı tepeye gizlenmiş ve muhtemel Yörük tacizine karşı koymayı planlamıştı. Burada hemen belirtmeliyiz ki, yakın geçmişin en cesur Kazancılılarından biri merhum Ömer ÇELEBİ (Bal Omar) idi. Bu olayı tanıklarından her dinlediğimde gözlerim yaşarmıştır. Son şeklini vermekte olduğum şu saatlerde bile göz yaşlarımı silmekle meşgul olduğumu itiraf etmeliyim. Bunun nedeni, günümüzde, bir birinin varlığına ve Kazancıda yaşamasına bile tahammül edemeyecek kadar kesin çizgili bölünmelere ve düşmanlıklara maruz kalmış olan Kazancılıların, geçmiş yıllardaki, etrafa ve sorunlara karşı göstermiş oldukları inanılmaz birlik ve paylaşım durumu, bu güne ağlamayı ve yanmayı zorunlu kılmaktadır.

Araştırmaların sonunda öğrendiğime göre, atış yapılan bu özel mavzer, Ermenekli akrabaları olan ve eski Ermenek Belediye başkanlarından merhum Cevdet SÜLAR ailesinden Kazancıya intikal etmiştir. Sülar ailesine ise, atalarının katıldığı şark cephesinden düşman elinden alınarak ve parçalara ayrılarak Ermenek ilçesine kadar getirilebilmiş bir silahtır. Bu aileden merhum öğretmen Mustafa SÜLAR ile 1975 yıllarında Konya’da yaptığım görüşmelerde olayı doğrulatmıştım. Bu kişi, Kazancı ve akrabalarını hep sevgi ile anar ve bu kasabaya mutlaka bir ev yaptırarak Atalarının yurduna sahip çıkacağını söylerdi. Maalesef, bu emeline ulaşamadan genç yaşta eşi ile birlikte vefat etti. Oğlu olan doktor Cevdet SÜLAR ise halen İzmir’de yaşamakta ve Kazancıyı bilmemektedir.

İlabadı olayından sonra, ellerinde uzun menzilli mavzerler bulunan Gurdlara karşı, bizim yayla korumacılarında bulunan dolma tüfeklerle karşı koymanın mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Bir kritik olay yaşanacağında, hemen, Bal Omar’a gidilir ve silahı ile mermisi dolu torbası ödünç alınır, sonrasında gizlice getirilip iade edilirmiş. Merhum Nail Muhtar’ın (Gürbüz) devrinde yaşanan bu olaylı dönemde, Bozdağ tepelerinde jandarmaların da katılmasıyla yaşanan savaş gibi çatışmaları hatırlayanlar halen hayattadırlar. Bizim 7-8 yaşlarında olduğumuz 1958 yılında, yine çatışma çıktı. Ermenek ve Konya’dan takviye askeri birlikler geldi. Gurdlardan yakalanan tüm kadınlar ve erkekler Kazancıya taşındı. Erkekler karakolda göz altına alınırken, kadınlar, Nail muhtara yedi emin olarak teslim edildi. Kadınlardan da silah kullananlar vardı. Esas failler, son anda kaçarak gizlenmişlerdi. Bu elebaşları, gıyaplarında Ermenek adliyesinde yargılanarak hapis cezalarına mahkum oldular ve cezalarını çektiler.

Bu olayların sonrasında, Kazancı Muhtarlığı ve köylü aldığı bir kararla, hemen para topladı ve mavzer tedarik etme çabasına girdi. Paraları alan birkaç kişi, Bozkır ve Hadim yörelerine giderek birkaç silahla döndü. Bazıları Mut ve Gülnar bölgesine gitti ve silah satın aldı. Silahlar tedarik edilince, Kazancılılardan, güçlü, gözü pek ve atıcı kişilerden seçilen bir “Dağ Korumacıları Ekibi” oluşturuldu. Tedarik edilen silahlar şunlardı ;

- 4 adet Mavzer, uzun menzilli ve 11 atar, köy malı ..
- 1 adet Mavzer, uzun menzilli ve 5 atar, köy malı..
- 1 adet Sten makinalı silah , 9 atar ve köy malı.
- 1 adet Mavzer, uzun menzilli, 11 atar ve şahıs malı (dom dom kurşunu atar)

Bu silah tedarik çalışmalarını, dağ korumacılarını görevlendirme ve silahları omuzlarına asarak dağlara salmanın, silahları muhafaza etmenin gizlilik içinde ve jandarmanın bilgisi dışında cereyan ettiğini unutmamalıyız. Görevlendirilen Dağ Korumacılar ve normal olarak görevli olan Yayla Korumacıları (Deşduvan denirdi) zaman zaman iş birliği yapıyorlardı. Fakat, görev ve statüleri tamamen farklıydı. Korumacıların kimlikleri ile görevlerden örnekleri ve silahların sırlarını da gelecek sayıda anlatalım….

Yazan : Av. Naci SÖZEN, Ocak 2008 / ANKARA

Gelecek sayıda :

1. Dağ Korumacıları ve Mavzerlerin Sırrı (2)
2. Kazancı Dağlarının Son Fedaisi öyküleri ….

Kazancılı Dağ Korumacıları-(2)

KAZANCI HİKAYELERİ – (17)

KAZANCILI DAĞ KORUMACILARI VE SİLAHLARIN SIRRI- (2)
(Katır İni Tepesinde Kimler Dolaşıyor ? )

Zamanın Kazancı muhtarı merhum Nail GÜRBÜZ ve Muhtarlık Azaları (Köy İhtiyar Heyeti) öncülüğünde, tüm halktan toplanan paralar ve görevlendirilen kişilerce, çevre bölgelerden uzun menzilli silahlar (mavzerler) temin edildikten sonra, sıra, bu silahlarla dağları ve yaylaları koruyacak olan dağ korumacılarını görevlendirmeye gelmişti. Halk arasından tanınan, güçlü kuvvetli, gözü pek (cesaretli) ve keskin nişancı gönüllülerden oluşan 4-5 kişilik Kazancı “ Dağ Korumacısı “ ekibi seçilerek silahlar teslim edildi ve görevlerine başladılar. Görev dönemi içinde, bu ekibe giren ve çıkan olduğu gibi, baştan sona kadar ekipte görev yapanlar, kısa süre görev yaptıktan sonra çalışmak için gurbete gidenler de olmuştur. Bu zaman içinde, değişen farklı sürelerde olmak üzere, görev yapmış olan Dağ Korumacıları ve onların döneminde ekili alanlar için görevlendirilmiş Yayla Korumacıları (deşduvan veya sürücü denirdi) isimlerini bir hatırlayalım.

DAĞ KORUMACILARI :

Gara Mehmet (TÜRKER), Yukarı Mahalle, (merhum)
Avcı Hasan (TEKİN) Merkez Mahalle,
Hacı Mehmet (ÇELEBİ) Yukarı Mahalle,
Cükcü Mustafa (GÜRBÜZ), Yukarı Mahalle,
Katil Süleyman (KELEŞ), Merkez Mahalle, (merhum)
Pambık Mustafa (PEKER) Yukarı Mahalle,
Hacı Mümün (TOPTAŞ), Yukarı Mahalle,
Yeşil Mehmet (KOÇ), Bucak Mahallesi, (merhum),
İsmail KOŞAR , Yukarı Mahalle,
Abdurrahman TOPTAŞ, Yukarı Mahalle,

YAYLA KORUMACILARI : ( Deşduvan – Sürücü adları da kullanılırdı)

1. Süleyman ÜNLÜ, Yukarı Mahalle,
2. Hüseyin HAN, Merkez Mahalle, (merhum)
3. Tırnovalı Durmuş, Tepecik Mahallesi, (merhum)
4. Halil TOPTAŞ, Yukarı Mahalle, (merhum)
5. Ali DAĞAŞAN, Merkez Mahalle, (merhum)
6. Ahmet TAŞTEKİN (Gocemes), Yukarı Mahalle,
7. Ali KORKMAZ (Kömbeç), Yukarı Mahalle, (merhum)
8. Gıldır Halil (Yılmaz), Yukarı Mahalle, (merhum)
9. Hasan ŞENSES (Sinanın Çolak), Yukarı Mahalle, (merhum)

Kazancı yaylarından, Kızılalan, Kartal Tepesi, İlabadının Düz, Payamlı Tepe, Dibeğin Keh, Katır İni, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları ve sınırlar konusunda yaşanmış olan çatışmaların en şiddetli dönemleri olan 1950-1960 yılları arasında görev almış olan korumacılar elbette bu listede yer alan kişilerle sınırlı değildi. Bu arada, çatışmaların her aşamasında kendi özel silahı ile bizzat yer almış veya silahını vererek katkıda bulunmuş olan merhum Bal Ömer (ÇELEBİ)’den bahsetmeden geçmek imkansızdır. Tespitlerimiz sırasında isimleri atlanmış olanlar varsa, bu kişileri de listeye ekleyeceğiz.
Garain kavgasından sonra çatışmaların hızlandığını ve giderek artış gösterdiğini biliyoruz. Bozdan tepelerinde yaşanan ve günlerce süren silahlı çatışmalara, Ermenek ve Konya’dan gelen Jandarma birliklerinin de katıldığını, yakalanan tüm Gurdlar oymağı insanlarının Kazancıya getirildiğini, erkeklerin Karakolda, kadınların Muhtar evinde gözlem altına alındığını da hatırlıyoruz. Uzun menzilli mavzerleri omuzlarında ve Kazancı sevgisini yüreklerinde taşıyan bu cesur insanların dağlarımızda gece gündüz boy göstermeye başlaması sonrasında, anlaşmazlıklarda yeni bir döneme girilmiş oluyordu. Artık, karşı dağlardan, üzerimize gelen mavzer atışlarına, dolma tüfeklerle değil, daha uzun menzilli silahlarla cevap veriyorduk.

Yörükler, tartışmaları tırmandırmak için, Bozdağ koyaklarına ekilen ekinleri çalı ile süpürüp ezdiler, Payamlı tepe dibine sayvant inşa etmeye ve kayalıklara kovanlık yapmaya başladılar. Kovanlığı inşa ederken “ Kazancılılar bu kayalığın sarp yamacına ulaşamaz, baharda geldiğimizde kovalığa arıları yerleştiririz “ demişler ve geri göç hazırlığına başlamışlar. Bu durumu öğrenen korumacılar, yanlarına silahları ve uzun kendir (örken) ip kangallarını da alarak bir gece yola düşerler. Kovanlık, öyle bir kayanın ortasındaki ine kurulmuş ki, hiçbir taraftan tırmanarak ulaşmak mümkün değil. Kayanın tepesine çıkarlar ve birilerinin ipe bağlanarak sarkıtılması gerektiği söylenir. Ekipte bulunan merhumlar Süleyman KELEŞ ve Yeşil Mehmet KOÇ “ bizi sarkıtın “ diyerek işe talip olurlar. Bu korkusuz iki kişi iplere bağlanarak kayalığın sarp yamaçlarına doğru sarkıtılır. Gecenin zifiri karanlığında, inilecek ve ulaşılacak yer görülmüyor, ip kopabilir, geri çekme mümkün olmayabilir ve ip yere kadar ulaşamayabilir gibi akla gelmeyen nice riskler var işin içinde..

Bellerine bağlanan çifte kendirlerle, gece karanlığında, görünmez sarp kayalığa sarkıtılan bu kişiler, tüm zorluklar ve ölüm riskine rağmen aşağıya inerler. Kovanlık iskeleti yakınına varınca taşlara tutunarak ine ulaşırlar. Kovanlığı parçalayıp kayalıklardan aşağıya atarlar. Bir gün sonra durumu gören Yörüklerin “ Kazancılının bu işi bahara kadar yapamayacağını düşünmüştük, bir gecede nasıl yapmışlar anlayamadık. Bu Kazancılı ile baş edilmez” diye dert yandıkları yıllar sonra duyulacaktır. Yörükler işi iyice azıtarak çobanlarımızı dövdüler, mallara el koydular. Bekir Çoban (Ünlü) ağır yaralı olarak bulundu. Elbiseleri soyulmuş, bir ağaca bağlanıp etrafına ateş yakılıp bırakılmış. Çatışmaların hepsinin baş kahramanı sandıkları ve bu nedenle adı “ Kazancı Dağlarının Fedaisi” diye bilinen Gıldır Halil(Yılmaz), Kervan alanında komaya sokulana kadar dövülmüş, Fehmi Efendi (Çağlayan) Abanoz yakınlarında dövülmüş, silahlı tacizler almış başını gidiyor. Bu dövülme olayları ayrıca hikaye edilecektir.

Yaşanmakta olan bu kargaşa ortamında, Yörüklerin deve, katır ve atlarından öldürülenler olduğu, sığırların Kabalak yaylasına, develerin Taşönü tepesine getirildiği şikayetleri yapılmış, Ermenek mahkemesinde davası görülmüştür. Korumacılardan birinin, bir görevin icrası anılarını dinleyelim. Özetle ; “ Yörüklerin saldırıları devam ediyordu. Sürülerini, tüm ikazlara rağmen geceden veya sabah namazı, bizim sınırlar içine salıp otlatıyorlardı. Bir akşam, Dağ Korumacıları ve Deşduvanlar köy odasında toplandı. Gerekli görev bölümü ve yapılacak işler kararlaştırıldı. Mavzerli korumacılar silahlanıp akşamdan gidecekler, deşduvanlar (sürücü) da gece yarısı yola çıkarak onlara destek vereceklerdi. Hedef, Yörüklerin sınırımızı geçebilecekleri dağ boyunca siper almak ve geçişlere mani olmaktı. Korumacılar gece karanlığında Daşönünün yakayı tırmanıp gittiler. Biz deşduvanlar da gece yarısı sonrası tüfekleri kuşanarak yola çıktık.

Gecenin zifiri karanlığı, rüzgarın kuru otlara çarparak çıkardığı hışırtılar, gecenin sessizliğini bölen bir gece kuşunun ansızın duyulan sesi ve ağaçlar içinde çatır-çutur ayak sesleri ile ilerlemeye çalışan bizler. Her şeyiyle anlatmak çok zor.. Tan yeri ağarmadan Payamlı tepe yakınlarına vardık. Karşımızdaki vahşi dağ ve tepeler önce hiç gözükmüyordu. Tan yeri ağarmaya başlayınca tepeler de belirmeye başladı. Korumacıları görmek ve nerede olduklarını bilmek zordu. Bir ara, alaca karanlıkta, ilerdeki Katır İni tepesinde bir kıpırtılar görüldü. Kimler olduğu seçilemiyordu. Biraz daha bekledik. Yerimizi belli edecek ses ve hareketten kaçınıyorduk. Fakat, karşı tepedekiler hiçbir şeye aldırmadan etrafı kontrol ediyor ve dolaşıyorlardı. Günün aydınlığı çökünce, tepedekilerin bizim korumacılar olduğu anladık ve işaretleştik. İlabadı tepesinden Kırkkuyu girişine kadar olan tüm sınırımız kontrol altındaydı. Yörük sürülerinden biri bu sınırlardan girse müdahale edilecekti. Kuşluk vaktine kadar tepelerde gezindik ve etrafı gözetledik. Hiç bir Yörük çobanı bu sınırlara yaklaşmadı. Belki de bizim korumacıları gördüler ve bölgeden uzaklaştılar. Vakit öğlen olunca, bizler Körkuyu tarafına, korumacılar Buzluca tarafına yönelerek göreve devam ettik “ diyerek bitirdi. Bu bir günlük görevin icrasını anlatan, zamanın Deşduvanı Ünlü Süleyman (Bekir Hocalardan), anlatım sırasında, o günleri tekrar yaşıyor gibiydi. Hatta, konuşmasının devamında, “ bu dağların fedaileri olan korkusuz dağ korumacılarının hakları asla ödenmez, fakat, şimdilerde kaç kişi biliyor bu konuları “ diyerek bir yakınmada da bulundu.

Dağ Korumacıları, bizim çocukluğumuzda, yaylalarda sığır güttüğümüz 196-1960 yılları arasında, çatışmaların en hızlı olduğu dönemlerde görev yaptılar. Sabahları sığırları otlatmak için Garin boğazını geçerek, Burçak Alanına vardığımızda, Deşduvanlar, Deliktaş’ın önünde hazır olurlar ve sığır sürülerini, Kızılalan yönüne gönderirlerdi. Ekin tarlalarının bulunduğu Körkuyu yönü yasaktı. Bu dönemlerde, görev yapmakta olan Dağ Korumacıları bizler için birer efsaneydi. Onlar hakkında her gün yeni bir şey duyardık. Onları çevrede görmek mümkün olmazdı. Mavzer bulundurmak ve taşımak zaten suçtu. Onlar, köyden çıkarken bile yolları kullanmazlar, gidiş ve gelişleri dağ ve tepelerden, dere ve yamaçlardan yaparlardı. Bu yıllar boyunca, bu korumacıları omuzlarında mavzerle iki kez uzaktan görmüştüm. Keskin nişancı oldukları, özellikle, Hacı Mehmet Çelebi ve Avcı Hasan Tekin’in, bir kilometre mesafeden demir parayı vurduğu söylenirdi.

Kazancı ve Kazancılıların geçmişinde çok önemli bir yer tutan bu konuya, gelecek sayımızda “ Kartal Tepesindeki Eli Mavzerli Muhafız Kim ? “ sorusunun cevabını vererek devam edelim…





Yazan : Av. Naci SÖZEN, Ocak 2008 / ANKARA

Gelecek sayıda :

- “ Çardak Damında bulunan Silahların Sırrı “

Manilerimiz ve Öyküleri- (6)

SEVENLERİN YOKTUR SUÇU..


Erken gelir, geç göçer,
Yaylanın soğuk suyunu içer.
Uzun olur dilberin saçı,
Sevenlerin yoktur suçu….
Bir Kazancılı...


YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :

Kazancı Kasabası ve Garin boğazı, bir zamanlar, Akdeniz sahillerindeki kışlık köylerinden, ilk baharla birlikte yollara düşüp, Ermenek yaylalarına (Barcın, Kamışlı, Dekeçatı, Köpüklü gibi ) kadar yol alan Yörük obalarının göç yolu üzerindeydi. Bu durum halen devam etmekte olup, günümüzün göçleri, kamyon ve taksilerle yapıldığından eskinin renkli görüntüleri izlenememektedir.

Günümüzden bir asır önceleri, yüklerini yükledikleri deve sürüsü, eşekler, katırlar ve atlardan oluşan yük hayvanları, sığırlar, keçi ve koyun ve oğlak-kuzu sürülerinden oluşan uzun ve renkli bu göç olayını kenardan ve evlerin üzerinden izlemek ayrı bir hava verirmiş. Selvinaz Obası adıyla ünlenen ve Köpüklü yaylasında yazlayan göçerlerin, 1900’lü yılların başında Ermenek şehri içinden, Keben yokuşuna doğru ilerleyen göçünü, tüm Ermenek halkının, yol boyuna, evlerinin damları, pencereleri ve merdivenlerine toplanarak, büyük bir merak ve zevkle izledikleri, Ulus Gazetesinin bu şehirde bulunan muhabiri tarafından da gözlenmiş ve yazılara dökülmüştür.

İşte, bu devirlerde, Garin boğazı ve Kazancıdan geçen bir Yörük obasında, güzelliği dillere destan olmuş bir kız varmış. Selvi boylu, uzun saçlı, zeytin gözlü, kara kaşlı, güneş ve rüzgardan biraz yanmış al yanaklı ve kiraz dudaklı olan bu güzeli izlemek, Kazancılı gençler için önemli bir olaymış. Göçler başladığı zaman, bu obanın geçeceği zamanı iple çekerler ve yol kenarlarına durarak sürüsü başında, elinde sopası ile salına salına ilerleyen güzeli hayranlıkla seyrederlermiş.

Bir ilkbahar mevsimi, Yörük obaları, Yavşan, Garin ve Aybaham hattında, sanki resmi geçiş merasimine başlamış gibidir.. Yayla güzelinin obası bir türlü gözükmüyor. Garin önünde taşların üzerine oturmuş ve göçleri seyretmekte olan iki Kazancılı genç, görmeyi istedikleri güzelin obasını beklemektedirler. Nihayet, beklenen obanın göç katarı uzaktan gözükür. Fakat, görülebilen hat üzerinde obanın güzeli seçilemez. Beklenen kızın oba içinde olmadığı tahmin edilir. Bu durum, kış mevsiminde, oba güzelinin başka bir obaya veya yere gelin gitmiş olabileceği ihtimalini akıllarını getirir.

Kazancılı gençlerin, Yörük güzelini görme umutları tam kaybolacakmış ki, beklenen güzel kız, en arkadan gelen kuzu sürüsünün başında, elinde sopasıyla ve yanındaki küçük kızlara emirler vererek yaklaşmaya başlamıştır. Gözleri parlayan gençler, hazine bulmuş gibi sevinirler. Beklediklerine değecek ve senede iki kez görebildikleri yayla güzelini bu kez de görebilecekleridir. Bu mutluluk içinde coşan genlerden biri, diğerine “ şu kıza bir yakım yakıver, dile benden ne dilersen “ diyerek bir hamle başlatır. Mani söyleme kabiliyeti olan diğer genç, bu isteğe karşı kısa bir bakıştan sonra “ iyi, bir yakım yakarım, fakat, başındaki takkeni (tellik) de alırım” diyerek şartını koşar. Yakım isteyen gencin başında, özel olarak örülmüş, ala bula ve güzel bir yün takke vardır. Kazancılı, bir kere coşmuş. takke düşünecek durumda değil. Şartı kabul eder ve kızın süzülüşünü izlemeye başlar.

Yörük güzeli, her zamanki güzelliği ve zarafeti ile gençlerin önünden geçerken, bizim manici işte bu dörtlüğü patlatır ve son kelimeyi söylediği anda, mani isteyen arkadaşının başındaki takkeyi bir eliyle kapar ve koşarak oradan uzaklaşır. Böylece, bu maniye karşılık güzel bir takke bedel olarak ödenmiş olur


(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)

Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Ocak 2008 / ANKARA

Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.

Kim Varısa Kaçsın...!!!

KİM VARISA KAÇSIN ..!!!!.


Heyyy..!! dere de , depe de…!!,
Şu Mihrab’ın yaka da…!!!
Canlı, cansız, kim varısa, kaçsın..!!
Gaya tekerleyeceğin…!!!
Bunu da bilsin ….!!!!!

Ülübü Goca (Durmuş)



YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :


Kazancı Kasabası, Yukarı Mahallede bir Ülübü Goca (Durmuş) yaşardı.. Bizim çocukluğumuzda, iyice yaşlanmış, işe gitmiyor ve tek katlı bir evde oturuyordu. Gençliğinde, uzun süre “ Efelik “ yaptığı, deşduvan olduğu söylenirdi. Ben, kendisini az da olsa hatırlıyorum. Akyokuş tepesinin batı yamacında, halen, mirasçılarının sahibi oldukları geniş bir arazisi vardı. Bizim daha yakından tanıdığımız merhum Ülübü Ali (Şimşek) onun oğluydu.

Ülübü Goca, gençliğinde, Mihrabın yaka olarak bilinen bu tarlasının en üst kısmında, ekili olmayan arazide çalışıyor, eskilerin deyimiyle “ tarla çıkarıyor” idi. Ekili olmayan bu kısmın çalılarını kesmiş, taşlarını toplamış ve sabanla sürülecek duruma getirme aşamasına gelmişti.

Bu sırada, toprak altında köklü bir taşa rastladı. Taşı yerinde bıraksa, çift sürerken sabana takılır diye düşündü. Taşı ortaya çıkarmak ve dışarı atmak için çalışmaya başladı. Çevresindeki toprakları açınca, taşın daha da köklü ve büyük olduğunu görmesine rağmen yılmadı. Uzun uğraşlardan sonra, taş bütün haşmetiyle ortaya çıkarılmış, alt tarafında yeterince büyük bir çukur açılmıştı. Kırılması çok zor olacağından, taşın altı oyulmuş ve bir manevela yardımıyla yerinden çıkartılması ve dik yamacın dibindeki dereye doğru yuvarlanması en akılcı yoldu. . Bu dik yamacın dibinde, şimdilerde kullanılmayan yayla yolu geçiyordu.


Kaldıraç olarak kullanacağı ağacı yerine yerleştiren Ülübü Goca, bu taşı yerinden oynatmadan önce, yakanın aşağılarında veya yollarda hayvan veya insan olabileceğini düşünerek, taşın üzerine çıktı. Dere tarafını, gözle bir güzel kontrol etti. Sesinin olanca gücüyle bağırarak yukarıdaki tekerlemeyi (Mani) söyledi. Biraz bekledikten sonra “benden suç gitti “ diye mırıldanarak kaldıracın ucuna yüklenip “ Ya Allah !!! “ nidalarıyla bastırdı.

Bu hamle ile kaldıracın yerinden oynattığı büyük taş, yuvarlanacağı yerde, yarım turla, altındaki oyulmuş olan çukura düşerek daha sağlam bir yatak buluverdi. Bütün emekler boşa gitmiş, taş eski yerinden daha sağlam bir yere oturmuştu. Taş ile savaşını kaybettiğini gören merhum Ülübü Goca, sinirinden ne yapacağını bilemez halde, işi bırakıp köy yoluna düşerken, taşa doğru dönerek “ yahı …….. “ şeklinde birazda küfür içeren cümleler söylüyordu.

Kazancının renkli kişilerinden olan merhum Ülübü Ali, önceden yayınladığımız “Körkuyu’nun Dört Alisi “ isimli yazımızda da geçmişti. Kazacının geçmişine renk katan tüm insanları rahmetle anarak, herkese selamlar sunuyoruz….

Bir başka manide buluşmak dileğiyle…..



Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Ocak 2008 / ANKARA

Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.

Ermenekliye Nerelerde Rastladım ? (5)

ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (5)


İstanbul (Yeşilyurt) Hava Harp Okulu eğitimimi tamamladıktan sonra, Teğmen rütbesiyle, pilot ve elektronik temel kursları için İzmir kentine intikal etmiştim. Yıl 1973, mevsimlerden sonbahardı. Katıldığım Gaziemir Eğitim Merkezi, kurslar biriminin amiri Yüzbaşı rütbesinde bir subaydı. Günlük görevler, eğitim planı ve yerleşim işleri bu kişi tarafından düzenleniyordu. Bir üst amir Yarbay rütbesinde bir subaydı. Bu amirle sıkça karşılaşmıyorduk. Bizlerin ilk katılış günlerinde, kısa bir konuşma yapmış ve başarılar dilemişti. Bu amirin yüzünü ilk gördüğümde, sanki, çok yakından tanıdığım birilerini görmüş gibi olmuştum. Fakat, bu kişinin, Ermenek bağlantısı olabileceğini aklımdan ve hayalimden bile geçirmemiştim.

Merkeze katılışımızın üzerinden birkaç ay geçmişti ki, yaklaşan dini bayram nedeniyle izinli gideceğimiz yerlerin adresleri istendi. Tabi ki, ben de, adres olarak Ermenek ilçesi, Kazancı Kasabası adresini yazdım. Onaylı izin belgelerini almak için merkez ofise gittiğimizde, beni gören üst amirin bana hitaben “ demek Ermeneklisin ha..” demesiyle birlikte, kendisini ilk gördüğüm zamanki düşünceler tekrar canlandı. Daha ben konuşmadan “ benim köküm de Ermenekli, uzun yıllar önce Ermenek’ten Karaman’a göçmüşler, oradan da İzmir’e geçmişler, irtibatlar çoktan kopmuş “ diye dert yandı. Bu sözleri duyduğum anda, amirimin adının Mustafa YALDIZ olduğunu hatırladım ve kendisinin Ermenekli tanınmış esnaflardan Emin YALDIZ Beye tıpa tıp benzediğini fark ettim.

Bir Ermenekli ile yine beklemediğim bir yerde ve inanılmaz bir pozisyonda karşılaşmıştım. Kendisini ilk gördüğüm anda birilerine benzettiğimi, bu konuşmadan sonra YALDIZ sülalesine çok benzediğini ve tatilde Ermenek ziyaretinde durumu yerinde inceleyeceğimi söyledim. Yarbay Mustafa YALDIZ ve ailesi, kendilerinin aslen Ermenekli olduklarını bilmelerine rağmen o güne kadar hiçbir girişimde bulunmamışlar, soy adı verilirken de lakapları olan bu kelimeyi soy isim olarak seçmişlerdi.

Bayram tatili için Ermenek ilçesine gelince, merhum Emin YALDIZ’ın o zamanki dükkanına uğradım ve olayları anlattım. Kendisi, bana “ sülalelerinden bir ailenin, uzun zaman önce Karaman’a göçtüklerini, birkaç yıl sonra da bu şehirden bilinmeyen bir başka yere göç ettiklerini büyüklerinden duyduğunu, onlarla bir daha irtibat kurulamadığını “ anlattı. Kendilerinden adreslerini ve telefon numaralarını aldım, İzmir’deki amirimin adını ve adresini de ona verdim. Tatil dönüşü, bu bilgileri ve telefon numarasını Ermenekli Mustafa YALDIZ’a anlattım. Eğitim sonrası, başka merkezlere atandığımdan, Ermenekli amirimle bir daha görüşemedim. Fakat, arkadaşım eczacı Nuri YALDIZ ile zamanla yaptığım konuşmalarda, iki ailenin irtibat kurduğunu, Mustaf YALDIZ ve ailesinin Ermenek’e gelerek atalarının yurdunu ve akrabalarını ziyaret ettiklerini öğrendim.
Bu hikayede geçen olay, kuşaklar boyu irtibatını kaybetmiş ve hikayeleri akıllarda kalmış iki aileyi birleştirmiş olması nedeniyle, beni en çok etkileyen karşılaşma ve tanışma olmuştur. Bu yönü ile de beni çok mutlu etmiştir.

(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diyerek bitireyim…)


Yazan : Av. NACİ SÖZEN Aralık 2007 / ANKAR

Ermenekliye Nerelerde Rastladım ? (6)

ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (6)



İstanbul (Yeşilyurt) Hava Harp Okulu giriş sınavlarının ilk adımlarını teşkil eden yazılı sınav, mülakat, spor ve sağlık raporu bölümlerini başarı ile geçen aday öğrenciler olarak, sınavın ikinci aşaması olan paraşüt atlama ve pilot kabiliyet ölçülmesi bölümleri için Eskişehir /İnönü Türkkuşu Eğitim Merkezine intikal etmiştik. Bu merkez, Türk Hava Kurumuna bağlı bir kuruluş olarak, ilk defa sınavlara dahil edilen “ paraşüt ve uçuş “ sınavı safhalarını, Hava Kuvvetleri Komutanlığı için icra etmeyi üstlenmişti. Karaman Lisesi bitiriş sınavlarını takiben, yani, Haziran 1969 ayı sonlarında, önce İstanbul, sonrasında Eskişehir ilindeydim.

Eğitim Merkezinde bulunan tüm öğrenciler, diğer görevli personel ve pilotlar dahil önceden tanıdığım hiçbir kimse yoktu. Çevremdeki herkesi yeni tanımaya çalışmaktaydım. Temmuz 1969 ayı ortalarında, zamanın popüler parçaları olan “ Dağlar Kızı Reyhan, O Ağacın Altını, Zeytin Gözlüm ” radyolarda sürekli çalıyordu. Hafta sonları, tahsis edilen otobüslerle Eskişehir merkeze gitmek tek eğlencemizdi.

Yaz sıcağında ve tozlar içinde, gün boyu, sürekli eğitim yapan öğrencileri biraz rahatlatmak için, zamanın tek eğlencesi olan sinemaya gidilmesi planlanmıştı. Bir akşam, tahsis edilen otobüslerle, merkezin bulunduğu İnönü kasabasına yakın olan Bozüyük ilçesine doğru yola çıkıldı. Bir yazlık sinemanın önünde duruldu ve herkes bilet kuyruğuna girdi. Sinema bir bahçe içerisine kurulmuştu. Oynayan filmi hatırlamıyorum. Henüz bir arkadaş edinemediğimden sıradan bir sandalyeye oturdum. Film başladığında, yanımdaki sandalyelere de oturanlar oldu. Filmin birinci bölümü izlendi ve ara verildi.

Filime verilen ara ile birlikte, etrafı bir telaş, koşuşturma ve gürültü sarmıştı. Çocuklar, gazoz, çekirdek ve simit satmaya çalışırken, seyirciler büfelere saldırıyorlardı. Ben ise, harcayacak param da olmadığından, yerimde oturmaya ve etrafı izlemeye devam ediyordum. Bu sırada, çevremde oturan insanlardan birinin Ermenekli olma olasılığı, sıfır seviyesindeydi. Bir aydan beri yaptığım araştırmalarda, bir kaç Konyalı bulmuştum, fakat, Karamanlı ve Ermenekli kesinlikle yoktu.

Sağımda oturan kişinin bizden daha yaşlı ve öğrenci olmadığını fark ettim. Eğitim Merkezinden bir kişi görüntüsü vermesine rağmen kendisini ilk defa görüyordum. Bizlerin üzerinde tek tip tulum olduğundan askeri öğrenci adayı olduğumuz kolayca anlaşılmaktaydı. Kendisine doğru baktığımı gören bu kişi, benim sessizce oturmakta oluşumdan olacak, bana doğru dönerek ve ilerde taşkınlıklar yapan bizim arkadaşları göstererek “ böyle davranışlar askeri öğrenci adayına yakışmaz, kalplerini kırmamak için ikaz etmiyorum “ dedi. Bu konuşma ile yanımda oturan kişinin askeri bir kimliği ve rütbesi olduğu kesinleşmişti. Bu eğitim merkezinde, sivil statülü Hava Kurumu personeli ve resmi statülü Hava Kuvvetleri personeli birlikte görev yapıyorlardı.

Yanımda oturan kişinin, bana hitaben, arkadaşlarım için yaptığı bu tenkide “ evet haklısınız “ anlamında, başımı sallayarak ve sessizlik içinde cevap verdim. Bu kişi, beni oldukça sessiz ve durgun bulmuş olacak ki “ nerelisiniz ? “ sorusunu yöneltti. Soruya cevap verirken, ilçemin nerede olduğunu nasıl olsa bilemez diye düşünerek “ Ermenekliyim, Konya iline bağlı bir ilçe “ şeklinde cevap verdim. Bu cevap karşısında, şaşırmış gibi görünen kişi, vücudunu biraz daha bana çevirerek ve hafif bir gülümseme sergileyerek “ Ermenek nasıl bilinmez ? Göksu vadisi yamacında, üstelik ben de Ermenekliyim “ dedi. Bu cevap karşısında daha büyük şaşkınlık içine düşen ben oldum. Vücut olarak, bende ondan tarafa döndüm.

Anadolu’nun bir köşesinde, bir akşam vakti, yalnız başına film izlerken, yanıma gelip oturan bir kişi Ermenekli çıkmıştı. Üstelik, çevrede Ermenekli olmadığından emin olduğum bir sırada.. Bu duruma “ mucizeden başka bir şey denemez “ diye düşündüm. Konuştuğum kişi, adının Cahit SAYICI olduğunu, astsubay rütbesinde, İzmir ilinde görevli olduğunu ve eğitim uçaklarında akaryakıt kullanımının kaydı için kısa süreli bu merkeze geçici görevle geldiğini ve gelişinin ilk günü olduğunu anlattı. Ortaokulu Ermenek ilçesinde okuduğumu, SAYICI soyadında kişileri bildiğimi, hatta, ana cadde üzerinde “ Sayıcıların Kahvesi “ adıyla bilinen bir kahvehane olduğunu anlattım.

Filmin ikinci yarısı başlayınca sohbetimiz kesildi. Film bitince, merkeze dönüş yolunda, otobüste yan yana oturduk ve sohbete devam ettik. Tanışmamızı takip eden günlerde, birkaç kez daha sohbetten sonra ayrıldık. Harp Okulunu bitirdikten sonra, yani, 1972 Ağustos ayında İzmir iline intikal ettiğimizde, Ermenekli Başçavuş Cahit SAYICI ile tekrar karşılaştık ve sohbetlere devam ettik. Bu şehirde bulunan Ermenekli ailelerin düğünlerinde defalarca karşılaştık ve sıladan, batırma, ceviz, bandırma, kavurma böreği, sarı keş, arapaşı çorbası ve pekmez (Ermenek helvası) helvasından konuştuk.

Kural değişmemiş ve hiç tahmin etmediğim bir yerde ve zamanda, yine bir Ermenekli ile karşılaşmıştım. Tesadüfler beni şaşırtmaya bu olayla başlamıştı. Bakalım, başka nerelerde ve ne zaman, bir Ermenekli ile karşılaşacağım diyerek yolumuza devam ettik.

(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diyerek bitireyim…)


Yazan : Av. NACİ SÖZEN (Em. Hv. Alb.)
Ocak 2008 / ANKARA