22 Temmuz 2007 Pazar

“Milli Olma“ Niteliğini Kaybeden Bakanlık

Bilindiği üzere, Kurtuluş Savaşı sonrası, büyük bir coşku ile “Cumhuriyet“ ilan edilmiş, devletin kurum ve kuruluşları oluşturulmaya hemen başlanmıştır. Bu kapsamda, Bakanlıkların sayısı ve isimleri belirlenirken, konularının önemi ve hassasiyetleri nedeniyle “Savunma” ve “Eğitim” Bakanlıklarının önüne “Milli“ kelimesi eklenmiştir. Bunun anlamı, bu iki Bakanlığın faaliyetleri ve hedeflerinin, daima “ Milli benliğe uygun olma” ve “ Milli hedefleri gözetme “ hususlarını ön planda tutmalarının şart olmasıdır. Nitekim bu bakanlıklar geçen zaman içinde bu hedeflere ve temel kanunlarına uygun faaliyet göstermişlerdir.
Bu temel hedef ve niteliğine rağmen, Milli Eğitim Bakanlığının, bu hükümet icraatlarıyla Milli olma niteliğini kaybetmiş olduğu konusunda yaygın bir kanaat oluşmuştur. Bu nitelik kaybettirme olgusu, ilk hedef ve başka hedeflere ulaşmak için zorunlu bir ön şart olarak görüldüğünden öncelikli ve bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir. Milli Eğitim Bakanı, göreve başlar başlamaz, Bakanlık içinde, kendi isteklerine hiç itiraz etmeden ve Milli Eğitim Temel Kanunu ilkelerini gözetmeden, hatta göz ardı ederek icraatlar yapacak insan arayışına geçmiş ve birçok görevliyi değiştirmiştir. Bir müddet sonra, bulunan bu yandaşların, nede olsa temel bir eğitim ilkesi ışığında yetişmiş ve çalışmış olmalarından kaynaklanan direnmeleri ve itirazları görülmüştür.
Kendi kurum içi personeli ile hedeflerini gerçekleştiremeyeceğini anlayan bakan, hemen başka bakanlıklar ve kurumlardan personel aktarmayı başlatmıştır. İçişleri Bakanlığından bazı müfettişler üst düzey makamlara getirilmiş olup, bir müddet sonra eğitim faaliyetlerine yabancı olan bu bürokratlar tekrar eski görevlerine dönmüşlerdir. Tam bu sırada, nasıl olduysa, Diyanet İşleri Başkanlığından personel transferi başlatılmış ve bakanlık bu kurumdan gelen personel ile doldurulmuştur. Mecliste sorulan bir soruya, bizzat bakan tarafından verilen yazılı cevapta, 836 personelin Diyanet İşleri Başkanlığından, Milli Eğitim Bakanlığına atandırıldığı yer almıştır. Bu sonuca göre, bu Bakanlığın, Milli Diyanet Bakanlığı adını alması gerektiğini bile söylemiştir.

Bakanlığın yurt dışı kadrolara atadığı personel de bir inceleme konusudur. Bundan birkaç yıl önce, personel seçimi sırasında, üst yönetimce desteklenen bazı personel kayrılmış, görevden dönmüş olanlar ikinci görev için sıraya girmiştir. Bunlardan biri, ikinci görev isteğine rağmen sınav ve mülakat gibi ön şartları yerine getirmemiş ve önceki değerlerin kabul edilmesinde ısrar etmiştir. Buna karşı çıkan yetkilileri mahkemeye vermiş, işlemi iptal için dava açmıştır. Sonuçta, Arabistan’a atanan bu kişi (R.) bir müddet sonra, bu ülkede karanlık ilişkilere girmiş ve büyükelçimiz tarafından, bu kişinin geri alınması için Türkiye’ye yazı yazılmıştır. Bu konu medya ve basına da yansımıştır.
Dışişleri Bakanlığından yazılan bu yazı, Milli Eğitim Bakanlığına geldiğinde, yazının arkasına, Bakan tarafından “ kişiyi tanımam, fakat personelimizi Dışişlerine yedirmeyelim, savunalım” notunu düşülerek yetkililere havale etmiştir. Böylece, personel savunulmuş ve Türkiye rejimi aleyhine faaliyette bulunan personel kahramanca ikinci dış görevini tamamlayarak yurda dönmüştür. Geçen yıl yurt dışı görevlere seçilen eğitimcileri bilgilendirmek için Dışişlerinden çağrılan diplomat, gerekli açıklamaları yaptıktan sonra sorulara geçilmiştir. Bu sırada, yeni göreve atanan birisi, diplomata hitaben “ siz, bizim dışarıda çatalı sol elle tutmamızı istiyorsunuz. Bunun mekruh olduğunu bilmiyor musunuz? Ben, resmi yemek diye başkasının eşi yanına oturacağım, yabancı da benim eşimin yanına oturacak öylemi? Bu dinimizde var mı? “ diye sormuştur. Anlattığı her şeyin boşa olduğunu gören diplomat salonu aceleyle terk etmiştir.
Bu yıl yurt dışı görevler için seçilenlere son tavsiyeler yapılırken de, Arap kökenli olduğu bilinen bir eğitimci söz alarak “ bu T.C. devleti varya, bu devlet benim Hatay’daki köyümde ellerime cetvelle vura vura Türkçe öğretti, ana dilimi öğretmedi “ diye haykırmıştır. Salonda bulunanlardan birisi de “ bu devlet sana Türkçe öğretmemiş olsaydı, şimdi o köyünde çapa yapar olacaktın “ diye cevap verememiştir. Çünkü bu saldırgan ve sınır tanımaz kişiler, eğitimde, Türk olgusunu, Cumhuriyet rejiminin kazanımlarını ve Atatürk başta olmak üzere, kahramanlar ile zaferlerimizi örselemek, hafifletmek, törpülemek, kötülemek ve gözden düşürmek için göreve getirilmiş kişilerdendi. AKP yetkilileri “ Eğitimde Millilik olmaz “ açıklaması yaparak, müzik evrenseldir, benzeri açıklamayla, eğitimin milli olmadığını anlatmaya çalışmışlardır.
Ders kitaplarında yapılan kasıtlı deşiklikler, ekleme ve çıkarmalar bu bakanlığın faaliyetlerinin “Milli olma “ niteliğinden uzaklaştırmaya yöneliktir. Bakanın sekreteri ile olan aşk hikâyeleri görmezlikten gelinirken, önemli tüm kadrolar vekâleten görevlendirilmiş kişilerce yürütülmüştür, Milli Bayram günlerine denk getirilerek düzenlenen dini törenler, alternatif aykırı şölenler ve Meclis dâhil sergilenen akıl almaz girişimler hafızalardan daha silinmemiştir. Van Cumhuriyet Savcısına, Ankara’dan gönderilen belgeler ve telefonlarla verilen talimatlarla, Şemdinli Olayları İddianamesinin Cumhuriyet dönemi ve rejimini sorgular nitelikte bir senaryoya dönüştürüldüğünü de unutmayalım.
AB Eğitim İşbirliği projeleri kapsamında yürütülmekte olan çalışmalara iştirak eden bir yabancı devlet temsilcisi, Milli Eğitim Bakanımızın Kürt kökenli ve Doğu Anadolu illerinden milletvekili olduğunu öğrenince çok şaşırmış ve “ başka Kürt kökenli milletvekili ve bakan var mı ?” diye sormuştur. Kendisine, Doğu ve Güneydoğu illerinden 115 milletvekili, Türkiye genelinde 185 Kürt kökenli milletvekili olduğu, kabinede, İçişleri Bakanı dahil 7-8 bakanın da Kürt kökenli olduğu söylenince, yabancı temsilci, Türkçe de “ yuh be !! bu kadar da olmaz “ anlamına gelen İngilizce kelimeleri sıralamış ve Kürtler için “ bu kadarda terbiyesizlik olmaz ki, Avrupa’ya gelince, tüm insani ve temel haklardan yoksun olduklarını, devlet görevleri ve yönetiminde yer alamadıklarını, ezildikleri ve zulüm altında olduklarını söyleyip duruyorlar, olacak iş değil “ açıklamalarını yapmıştır.

Ülkemizde var olan özgürlükler ve demokrasi nimetlerinden sonuna kadar istifade ederek, bu nimetleri vatanı bölmek için kullanan Leyla ZANA son konuşmasında “ artık eyalet sistemine geçin ve Kürdistan eyaletini kurun “ emrini vererek gerçek niyetlerini tekrar ortaya koymuştur. Hükümetin başı olan Başbakanımız ise “ yeni meclise DTP ile MHP milletvekilleri girdiğinde, onların arasındaki çatışmayı mı seyredeceğiz “ cümlesini kurarak tarihi çelişkilerden birini daha var etmiştir. Çünkü bu söz ile bölücülerle mücadele etmesi gereken ilk kişinin, ülkeyi yöneten “ Başbakan olacağı “ gerçeğini göz ardı etmiş oluyordu.

Unutmayalım ve unutturmayalım ki, her canlı veya bünye, kendi varlığını yok etmeye yönelmiş olan saldırı ve haşarata karşı kendi bünyesinde koruma tedbirleri almak zorundadır. Eğer, sizi yok etmeye yönelenlere karşı savunma tedbiri almıyorsanız, kendi varlığınızı reddetmiş sayılırsınız…
Yazan; Av. Naci SÖZEN, Temmuz 2007 / ANKARA

Hiç yorum yok: