31 Temmuz 2007 Salı

BU GÜNLERE NASIL GELDİK ?

Maraş olayları başta olmak üzere, Adana, Erzincan ve Diyarbakır DGM’ler ile bir çok ceza mahkemelerinde hakimlik/savcılık yapmış olan ünlü hukukçu üstadımızın arşivini incelemeye devam ediyoruz. Bu arşivde yer alan bir çok ibretlik olayı yayınlamıştık. Basit gibi görünen ve fakat ülkemizi bu kritik noktaya getiren olaylar ve ihmaller yumağını daha iyi anlamamıza, belki de dersler çıkarmamıza yarar düşüncesiyle bu konuyu da yazmak istedim.
Erzincan DGM günleri ve bölücü terörün azdığı 1990’lı yılların başındayız. Bingöl doğumlu bir vatandaş, kamyonunun her yanına “ Biji serok APO, Kurdara Azadi “ cümlelerini büyük harflerle yazdırmış. Anlamlar, yaşa başkan apo ve kürtlere özgürlük oluyor. Aracının direksiyonuna oturarak ülkemizin doğu ve güneydoğu illerini dolaşmış, hızını alamayarak, İran, Irak ve Suriye içlerini de dolaşarak tekrar Türkiye’ye giriş yapmış. Bir noktada, araçtaki yazıların “ terör örgütünü övmek ve bölücülük yapmak “ olduğuna kararverilmiş ve savcılığa suç duyurusu yapılmış.
Şoför ve aracı yakalanarak DGM savcılığına getirilmiş ve olayın soruşturulması bir savcı yardımcısına verilmiş. Savcı, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra, zanlının tutuklanması talebiyle mahkeme üyesi bir hakime dosyayı sevk ediyor. Hakim, araç üzerinde yazılmış olan sloganların anlamını bilemediğini söyleyerek kurumda görevli ve Kürtçe konuşabilen bir memuru çağırıp, yazıların anlamlarını soruyor.Tercümanlık yapması için çağrılan memur, gerçek anlamları gizleyerek, bazı açıklamalar yapıp, kamyon üzerindeki yazıların suç teşkil etmediğini anlatıyor. Bu tercümanın anlatımına karşısında, hakim “ yazılarda suç unsuru yoktur “ diyerek zanlıyı salıveriyor. Savcının anında karara itirazı sonunda, dosya üstadımızın başkanlığını yaptığı mahkeme heyetine intikal ediyor.
Başkan ve heyeti, yazıları ve hâkimin kararını görünce şaşkınlık içinde kalıyorlar. Gerekli görüşmeleri yaparak “ bu cümlelerin suç olduğunu anlamak için tercümana gerek yoktur “ kaydı ve cümlelerin, terör örgütünü övmek ve bölücülük yapmaktan başka bir anlama gelmediği, gerekçesiyle hemen zanlının tutuklanmasına karar verip dava açılması için dosyayı savcıya gönderiyorlar.
Bu davanın yargılaması sonunda, suçu sabit görülen kamyon şoförü sanık 7,5 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılıyor. İşte, bu basit olay bile, bölücü terör ve teröristi ne kadar hafife aldığımızı, nice ihmal ve kararsızlık içine düştüğümüzü ve müsamaha gösterdiğimizi, etkisiz ve yetkisiz olduğumuz gibi hususlarda bize ders olacak niteliktedir. Mersin’de teröristleri tutuklayan hâkimin evi basılarak ve “ kahramanlık sana mı kaldı? “ narasıyla kurşun yağmuruna tutulup şehit edilen hakimi unutmayalım. Yine, geçen bir yazımızda, çatışmada yakalanan ve 25 yıla mahkum olan bir teröristin, cezasının Yargıtay’da nasıl bozulduğu ve tel emriyle mesai gelmeden nasıl salıverildiğini, bu caninin, sonra, Yunanistan kampı ve Kuzey Irak kampındakameralar önüne çıktığını da yazmıştık..
Hâkim üstadımızın verdiği bilgiler arasında, zamanın en üst seviyede devlet yetkilisinin bizzat yaptığı “ bir sağdan, bir soldan “ diyerek idamları dengeledikleri açıklamasını tarihin en tutarsız açıklaması olduğu kanaatine de katıldığımızı bildirmek durumundayız. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, yaklaşık 210 aşırı sol ve 12 aşırı sağ eylemci için idam kararı verildiği, bu sözde dengeli uygulama sonunda 12 sağ eylemci sonunda sol eylemcilerin idamına son verildiği, ayrıca, bunca cana mal olmasına ve onlarca kişinin katilleri (Apo, Sakık ve 65 kişin şehit edilmesinden sorumlu cani dahil) yakalanmış olmasına rağmen, bu güne kadar hiçbir bölücü teröristin idam edilmemiş olması da çok düşündürücü bir konudur. Üstelik bu canilerin çoğunun “ itirafçı olacağız” diyerek ve ipe sapa gelmez bilgiler vererek salıverilmiş olması da tarihi bir çelişki olarak kalacaktır.
( Gelecek Sayıda Başka Bir İbretlik Olayda Buluşmak Üzere ) . saygılar
Av. Naci SÖZEN,(Em. Hv. Mu. Kd. Alb.) Mayıs 2007 / ANKARA

PATRİK GRİGORİOS’UN GİZLİ MEKTUBUNDAKİ İTİRAFLAR

Osmanlı Araştırmaları Arşiv Belgeleri arasında bulunan bir mektup tekrar gün yüzüne çıkarıldı. Günümüzde bile bu mektupla işaret edilen “hassas noktalar” üzerinden çalışılarak Türk toplumunu zayıflatmak ve Anadolu’dan atmak için düğmeye basılmıştır. Bir asır önceki tavsiyeleri bir hatırlayalım…

Patrik Grigorios’un Rus Çarı’na gönderdiği ve patrikhanede saklanan bir mektubu vardır. Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi olan General İgnatiyef, bu mektubu Grigorios idam edildikten yıllar sonra Patrik Yermanos’a götürür. Grigorios bu mektubunda, Türk Milleti’nin vasıflarını ve bu vasıfların hangi hile ve desiselerle bozulabileceğini yazmıştır. General İgnatiyef’de hatıratında bu tespitlere iştirak ettiğini, zaten doğruluğunun da yavaş yavaş ortaya çıktığını yazmıştır. İşte, gelecek nesillere aktarmamız icab eden hassas vasıflar. MEKTUBUN SATIRLARINI OKUYALIM.. (Arşivdeki cümlelerle)

“ Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü, Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaatlerinden gelmektedir.

Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek liderlere sahip oldukları müddetçe de, çalışkandırlar. Onların büyük meziyetleri, hatta, kahramanlıkları ve seceat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının salabetindendir. Türklerde, önce, itaat duygularını kırmak, ve manevi bağlarını yok etmek, dini menfaatlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, Milli ve manevi an’anelerine uymayan yabancı fikir ve davranışlara onları alıştırmaktır. Türkler, dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna manidir. Eğer, geçici bir süre görünürde, kuvvet ve kudret verse de, Türkler dış yardıma alıştırılmalıdır.

Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri, kendilerinden çok kudretli görünen kalabalık ve hakim güçler karşısında zafere götüren asil kudretleri sarsılacak ve Türkleri üstün maddi vasıtalarla yıkmak mümkün olacaktır. Bu sebeple, Osmanlı devletini tasfiye için, sadece savaş meydanlarındaki zaferler kafi değildir. Hatta, sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarlarını harekete geçireceğinden hakikatleri anlamalarına da sebep olabilir. Yapılacak iş, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır.”

Bu mektupta yer alan tavsiyeleri okuyunca, bir asır önce Osmanlı Devletinin, yuriçi-yurtdışı yabancı banka, banker ve devlet hazinelerine nasıl borçlandırıldığını, borç yükü altına giren devlet hazinesini yönetmek için tamamı yabancılardan oluşan “Düyun-u Umumiye “ adında bir kurum oluşturulduğunu hatırlayalım. Bu kurum, Osmanlı Devleti gelirlerini topluyor, önce dış borçlar için ödenecek miktarları çıkarıyor, kalan hazine gelirini devlet hazinesin aktarıyordu. Bu yüzyılın başlarında, Osmanlı Devleti üst yöneticilerini rüşvete alıştırmak, gayrimüslüm kadınları araya koyarak, seks unsuru ile usulsüzlükler ve kayırmalar ve onurlu görevlileri sürgün, hapis ve hatta idamlara maruz bırakmak taktikleri izlendiğini de başka belgelerden okumuştuk.

Turkleri bolmek ve icten devirmek icin taktik gelistirme cabalari taa Mete Han (Hum Devleti) zamanina kadar uzanmakta olup, ilk taktikleri Cinliler bulmustur. Birkaç yıl önce Ankara’da görevli AB temsilcisi Karen FOX’un tesadüfen ele geçen maillerinde, Avrupalılara, Türkleri hangi taktikler ve yaklaşımlarla avutabileceklerini, sonra uyutup ve onunda da unutacakları konusunda ip uçları veriyordu. Bu mailleri zamanın Berlin Türk Büyükelçisinin bile aldığı halde ses çıkarmadığı da ortaya çıkmıştı. Bu elçi yakın geçmişte Dışişleri Bakanlığında üst düzey makama atanmak istendi ve Cumhurbaşkanı atama teklifini geri çevirdi. Bir asır önceki tavsiyelerin benzerini günümüzde yazan ve Türk Milletini ve Devletini aşağılayan bu bayana hiçbir tepki gösterilmedi. Aksine, maillerinin alınmasıyla Haberleşme Özgürlüğüne saldırıldığı, bunun bir insan hakları ihlali olduğu konusu bizim güdümlü medya ve yazarları dahil tüm kesimlerce işlendi durdu..

Türk Devleti günümüzde borç kıskacına alınmış ve eskiye oranla daha hassas dengeler ve riskler üzerine inşa edilmiş bir ekonomik yapıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Hiçbir olaya veya saldırıya karşı gelemiyoruz. Dengeler bozulur, yabancı yatırım durur, sıcak para kaçar, kriz çıkar, borsa düşer, dolar yükselir ve enflasyon artar gibi tehditler kafamızda bir kılıç gibi tutuluyor. İstanbul’da bir gurup “ Türk Ahlak Kurallarını çöpe atacağız “ sloganı ile ortaya çıkmıştı. Bunlarda biri Kutsal ayetleri bedenine yazdırarak barda çalışırken bıçaklanıp öldürülmüştü. Almanya’dan Malatya’ya gelip İncil basımını organize eden kişi de öldürüldü. Tüm bu olaylar Türk Milleti için birer tuzaktır. Bir ekonomi uzmanı ve tarihçinin dediği gibi “ ekonomik istikrarı koruyalım söylemlerinin sonu, Cumhuriyet’in sonu” olacaktır. Başka bir ibret belgesinde buluşmak üzere….

Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Nisan 2007 / ANKARA

EGE SORUNLARI ÇÖZÜLÜYOR MU?

Türk – Yunan sorunları, iki asra yakın bir süredir “ Türk Dış Politikası ” sorunlarının ilk 3 sırası içinde yer almakta olup, bazı dönemlerde birinci sıraya yerleşmektedir. Bu sorunlar, Osmanlı Devletinin gerilemeye başladığı 1699 yıllarını takip eden dönemlerde, 1789 Fransız ihtilalinin yaydığı Milliyetçilik ve Bağımsızlık akımına kapılan ve Osmanlı’ya savaş açarak bağımsızlıklarını sırayla kazanan Balkan devletlerinin sonuncusu olarak, Yunanlılar ile 1829 yılında başlamıştır. Osmanlı Devleti, 1828 yılında yapılan Rus harbinden yenik çıkınca, Batılı devletlerin desteğiyle, 1829 yılında bağımsızlığını ilan eden Yunanlılara karşı koyamamış ve 24 Nisan 1830 tarihinde Yunan Bağımsızlığı resmen kabul ve tasdik etmiştir.

Yunan bağımsızlığının kazanımı ile başlamış olan sorunlara, zaman içinde yenilerinin de eklenmesiyle bugün karşımızda duran ve bir çok konuda kaybedeninin biz olduğumuz, Ege Sorunları, Kıbrıs meselesi, AB üyelik süreci engelleri, Azınlıklar (İstanbul) ve Batı Trakya Türkleri konuları, Fener Patrikhanesine bağlı sorunlar, PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yapılması, Tarihsel güvensizlikler, Pontus ve Ege/İzmir Rumları konuları ve Anadolu’daki önemli Hıristiyan Kiliseleri (İznik, Sivas, Kapadokya, Hatay, Bergama, İzmir, Ayasofya Kilisesi gibi..) sorunları sayılabilir.

Bu sorunlar içinde en önemli olanı, ayrıntılı ve kapsamlı konuları içeren, Türkiye için “olmazsa olamaz” nitelikte kayıp ihtimallerini içinde bulunduran bölüm olan Ege Sorunları’dır. Ege Sorunu deyince, FIR hattı konusu, Ege Adalarının Karasuları, Kıta Sahanlığı, Ekonomik Bölge, Açık ( Hür )Deniz, Bitişik Bölge ve bazı Ege adalarının silahtan arındırılması konuları sayılmalıdır. Bu sorunların, tarihsel ve hukuksal durumları, kapsamları ve Milli menfaatlere ve güvenliğe etkileri, mevcut statüleri ve karşılıklı politikaları gibi konularda, resmi görevli ve yetkililer dahil olmak üzere, aydınlarımız ve halkımızın yeterli bilgiye sahip oldukları söylenemez. Bu sorunları birlikte ele aldığımızda, yurdumuzun batı kesiminin güvenliği başta olmak üzere, Ege denizinin üzerindeki hava sahasının kullanılması, deniz yüzeyinde gemi taşımacılığı yapılması, denizaltı trafiği, denizin içindeki ve deniz tabanının altındaki ekonomik değeri olan varlıklar (balık, maden, petrol, doğalgaz gibi ) söz konusu olacaktır. Bu sorunlara vücut veren kavramları kısaca özetleyelim. Şöyle ki ;

1. Ege Denizinde Hava Trafiğinin Kontrolü ; FIR ( Flight Identify Region ) hattı, Türkçe, Uçuş Bilgi Bölgesi anlamında olup, Ege’de hava trafiğinin idare ve kontrol konularını kapsar. Yunanistan, bu bölgede yetkinin tamamen kendisinde olmasında ısrarcıdır. Türkiye ise, bu işin birlikte yürütülmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yunan tezi, 1958 yılında, NATO Askeri Komitesinde Ege hava sahasın Konuta ve Kontrolünün Yunan tarafına verilmiş olmasına dayandırılmaktadır. Bu karar, ülkelerin siyasi organlarınca tasdik edilmemiş olduğundan geçersizdir. Türkiye, bu konuya ancak, 1964 yılında itiraz edebilmiştir. Yunanistan NATO dışı kaldıktan sonra tekrar dönüş aşamasında, Türkiye bu FIR hattı konusunun adil bir şekilde çözülmesini şart koşmuş olup, ABD başta olmak üzere batılı NATO üyeleri, Yunanlıların Rusya ile savunma işbirliği yapmasından korktuklarından, Türkiye’ye baskı yapmışlar, konunun çözümü için gayret göstereceklerine söz vermişlerdir. Bu sözleri veren ABD Generali Rogers olup, sözünü tutmayınca gazeteler “ sahtekar Rogers “ şeklinde başlık atmışlardır. Baskılara boyun eğerek vetosunu kullanmayan yetkili de Sayın Kenan EVREN olmuştur. FIR hattı konusu, bu gün uygulandığı şekliyle devam ederse, Türkiye’den batıya doğru yapılacak her uçuş için, Yunanistan’a önceden bilgi vermek, uçuş planı göndermek, izin almak ve uçuş süresince verilecek talimatlara uyacağını kabul etmek ve uymak koşullarıyla bu bölgede uçuş yapabileceğiz demek oluyor.

2. Ege Denizinde Kara Suları : Karasuları, bir devletin toprağının (vatanı/karası) devamı sayılan, kıyıdan itibaren denize doğru olan belli bir mesafe içinde kalan deniz (kıyı) şeridine verilen addır. Bu kavram ve esasları, 29 Nisan 1958 tarihli Cenevre Deniz Hukuku konferansında kabul edilmiştir. Bu kavram kapsamına giren kıyı (deniz) sahası da aynen kara parçası gibi ülkenin bir vatan parçası kabul edilir. Yani, Kara Suları ülkenin kara parçasına dahildir. Nitekim. 15 Mayıs 1964 tarihli Türk Karasuları Kanunu “ Türkiye Karasuları Türkiye Ülkesine Dahildir “ hükmünü getirmiştir. Kara sularının genişliği konusunda bir fikir birliği sağlanamamıştır. 1974 Caracas (Venezuella) ve 1975 Cenevre konferanslarında da bir sonuç alınamamıştır. İngiltere, ABD, Japonya gibi ülkeler 3 mil, İskendinav ülkeleri 4 mil, Akdeniz ülkeleri 6 mil, Rusya 12 mil olarak kabul etmektedir. Türkiye de kanunla karasularını 6 mil olarak kabul etmiştir. Karasularına giren deniz şeridinde, denizin içi, toprak altı, üstü ve hava sahasında tam bir egemenlik vardır.

3. Kıta Sahanlığı sorunu : Bu konu, Ege’de en çok tartışılmakta olan sorun olmaya devam etmektedir. Kıta sahanlığı, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesine göre, kıyıdan itibaren deniz tabanına doğru 200 metre (100 kulaç) derinliğe kadar olan deniz mesafesi olup, kıyı ülkesinin, bu sahanlık içinde bulunan doğal kaynaklar konusunda egemenliği olduğunu kabul eder. Bu sahanın üzerindeki deniz yüzeyi açık (hür) deniz statüsündedir. Bu kavram, kıyı ülkesinin deniz altındaki doğal uzantısını ifade eder. Yunanistan, “ Ege’deki her adanın kıta sahanlığı olmalıdır. Türkiye ile arasındaki kıta sahanlığı sınırı, en dışta kalan adalardan çizilmelidir” diyor. Bu tez kabul edilirse, sınır bizim karasularımızdan geçmekte ve Ege’nin %92 oranındaki deniz altı sahası Yunanistan egemenliğine geçer. Türkiye, Ege adalarının sadece, “ Kara suları (6 mil) olabileceği, Türkiye’nin kıta sahanlığı sınırlarının kıyımıza yakın adaların ilerisine uzandığını, Ege uluslar arası (açık deniz) sularının her iki ülke tarafından hakkaniyet ilkelerine göre kullanılması gerektiğini “ savunmaktadır.

4. Ekonomik Bölge : Karasuları sınırından başlayarak, 200 mile kadar olan açık (hür) deniz alanı içinde, kıyı devletin, su tabakası ve zemin altında bazı egemenlik hakları olduğunu kabul eder. Bu kavram, henüz sınırları ve ilkeleri belirlenmemiş bir kavramdır.

5. Açık Deniz : Bir devletin karasuları ve iç suları dışında kalan deniz alanıdır. Hukuksal rejimi özgürlüktür. Bu deniz alanı hiçbir devletin egemenliğinde değildir. Her devlet bu sahalardan faydalanabilir. İşte, bizim iddiamız, Ege’de açık deniz sahaları vardır ve kurallarına karşılıklı olarak uyulması gerektiğidir.

6. Bitişik Bölge : Karasularının 6 mil sınırından sonra gelen 6 millik alan için getirilmiş bir kavramdır. Bu alanda, kıyı devlete bazı avantajlar tanınmıştır.

Ege denizinde irili ufaklı yaklaşık 3054 adet ada vardır. Bu adaların alanı 9071 metrekare, nüfusu 400.000 civarındadır. Lozan Anlaşması ile Türkiye’ye bırakılan, Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adası dışında kalan tüm adalar Yunanistan adasıdır. Lozan’a göre silahsızlandırılması hükme bağlanan adalar, Midilli, Sakız, Nikarya ve Sisam adasıdır. Ege’deki 12 adalar ise, Lozan ile İtalya’ya verilmiş olup, 1947 Paris Anlaşması ile Yunanistan’a devredilmiştir.

Ege Denizinde bulunan ve Mülkiyeti Kime Ait Olduğu bilinmeyen (Aidiyeti Belirsiz Adalar ) küçük adacıklar, çoğu da kayalıklardan oluşan kara parçaları sorunu da vardır. Ekonomik olarak ve yaşam imkanı olmaması yönlerinden önemsiz bir konu gibi görünse de, hem psikolojik baskı aracı olması, hem de Ege’nin tamamına sahip olduğunu kanıtlaması yönünden bu kayalıklara Yunanistan çok önem vermektedir. Yakın geçmişte yaşanan Kardak Kayalıkları krizini unutmayalım. Bu kayalık yüzünden iki ülke savaşın eşiğine gelmişti. Sorun ise, bir gurup Rum’un başlarındaki Papaz liderliğinde bu kayalıklara Yunan bayrağı dikmeleri sonucu çıkmıştı.

Ege Sorunları konusunda Yunanistan Politikası : Ege hava sahasında, hava trafiğinin idare ve kontrol edilmesinin, eskiden olduğu şekilde tamamen kendi yetki ve sorumluluklarında olması, Ege’deki tüm adaların karasularının olduğunu, mesafesinin 12 mile çıkarıldığını, adalar ötesinde Türkiye’nin kıta sahanlığına sahip olamayacağını, Ege denizinin bir Yunan gölü olduğunun, deniz yüzeyi, için ve zemin altı zenginliklerinin Yunanlılara ait olduğunun kabul edilmesi, şeklindedir.

Türkiye ise, FIR hattı konusunun müşterek yürütülmesi gerektiği, adaların kara suları ve kıta sahanlığı olamayacağı, 12 milin kabul edilemeyeceği, Ege denizinde “açık deniz” sahası olduğu, adalar ilerisine kıta sahanlığı mesafemizin uzandığı, açık denizlerin müşterek kullanılması gerektiği iddiasındadır. Silahlandırılmış olan ilgili adalar silahtan arındırılmalıdır. Yunan tezleri kabul edilirse, İstanbul’dan Mersin’e veya Avrupa’ya gidecek Türk gemileri kıyalarımızı, yani karasularımızı takip ederek seyahat etmek zorunda kalacakları, uçaklarımızın Yunan idare ve kontrolünde uçuş yapabileceği durumlarını kabul etmiş olacağız. Yani, Ege denizi tüm nimetleriyle Yunan tarafına bırakılmış olacak. Bu hususların kabul edilmesi mümkün değildir. Bu sorunların çözümü için, 1976 yılında taraflar arasında Bern görüşmeleri yapılmıştır. Yunanistan bu görüşmeleri yok saymaktadır.

Yunanistan, Taşoz adası açıklarında petrol yatakları bulmuş ve 18 Mart 1987 tarihinde sondajlara başlamıştır. Türkiye, Çandarlı açıklarında petrol araştırması yapmak istemiş ve iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Batılı ülkelerin araya girmesiyle sorunlar ertelenmiş durumdadır. Türkiye, açık denizler iddiasını sürdürmek için uçuşlar yapmakta, Yunan uçakları da hemen karşımıza çıkarak, bu açık denizlerde uçuş yapamazsınız demektedir. Ege’de yaşanmakta olan “ it dalaşı” veya karşılıklı taciz ve hava sahası ihlal iddiaları olayları bu nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Görüldüğü üzere, mevcut Ege Sorunları konusunda Yunanistan iddia ve kabulleri ile bir statü ve olgu oluşturmuş olup, bu pozisyonlarını koruma veya kabul ettirme gayretindedir. Türkiye ise, bu pozisyonları ve kazanım iddialarını kabul etmediğini beyan ederek, eylemler ortaya koymaktadır. Bu noktada, dostluk gösterisi için, önce, “ Ege’de uçaklar silahsız uçsun “ ve sonrasında “ Ege Uçuşları durdurulsun” şeklindeki Türk yetkililerinin açıklamaları tam bir felaket ve Ege’nin tamamen kaybedilmesi sürecini başlatmaktadır. Yunan tarafının istediği ve şikayetçi olduğu hususlara, kendi karar ve isteğimizle son vererek sorunları “ sıfır kazanç “ şeklinde çözmüş olacağız.

Sonuç olarak, Ege Sorunları, Türk tarafının bu akıl almaz tek taraflı girişimleriyle sanki çözülüyormuş gibi bir izlenim yaratıldı. Bu şekliyle, çözülmesi bile, halen buzdolabında dondurulmuş olarak bekletilen bu sorunlar, AB üyelik sürecinde, Yunan ve Kıbrıs Rum Kesimi veto tehditleri ve Batılı ülkelerin telkin/dayatmaları ile sırası geldiğinde gündeme getirilecek ve Yunanistan lehine çözülecek gibi gözüküyor. Ege denizinin %8 bölümü karasularımız nedeniyle Türkiye’ye, %42 bölümü karasuları nedeniyle Yunanistan tarafına aittir. Tartışmalar, geriye kalan %50 bölümü ortak kullanılacak mı? Yoksa bu kısımda Yunanistan hakimiyetinde mi ? kalacak noktasında toplanmaktadır.

Yunanistan bağımsızlığının kazanılması sürecinde kurulmuş olan Etniki Eterya Cemiyeti (Yunan Milli Cemiyeti) hedefleri listesinde, son maddeden geriye doğru sıralama şöyledir.

18. Batı Anadolu (İyonya/ Ege bölgesi)’nun Yunanistan’a ilhakı,
17. İstanbul’un geri alınması ve Bizans’ın yeniden kurulması
16. Karadeniz bölgesinde Pontus Rum Devletinin kurulması,
15. Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhakı olup, geriye doğru yer almış olan diğer tüm hedefler gerçekleştirilmiş durumdadır.

Yunanistan’ın, Türklere karşı yürüttüğü dış politikasının değişmeyen ilkeleri ;

1. Sorunları zaman içinde daima canlı ve gündemde tutmak,
2. Hedefe, zaman içinde mutlaka ulaşacaklarına inanmak,
3. Sorunları Uluslar arası ortama taşımak,
4. Türkleri saldırgan, barbar ve anti-demokratik bir toplum olarak göstermektir.

Bu ve benzer dış politika sorunlarımızın çözümündeki başarısızlığımızı, “savaş meydanlarında kazanmamıza rağmen masa başında, yani, diplomasi alanında kaybettiğimiz” yakınması her zaman konu edilir. Bunun en önemli nedeni, hedeflerin belirlenememesi, politika ve siyasetlerin uygulanmasında sürekli / kararlı olunamaması ve iç politikada istikrara /fikir birliğine ulaşılamaması gelmektedir.


Yazan : Av. Naci SÖZEN , Haziran 2007 / ANKARA

SOLHAN KAYMAKAMI NASIL KATLEDİLDİ ?


Maraş olaylarının yargılamaları dahil olmak üzere, Adana, Erzincan DGM Başkanlıkları, Diyarbakır, Gaziantep ve diğer şehirlerde yargıçlık/savcılık yapmış olan, emekli / ünlü bir ceza hukukçumuzun anılarından, ibretlik olayları derlemeye devam ediyoruz. Bu günlere, nerelerden, nasıl ve hangi gafletlerle, hainliklerle gelindiği hakkında bize ip uçları versin diye yayınlıyoruz. Bu kapsamda, PKK örgütünün ses getirecek eylemlere kakıştığı 1989-1995 yıllarında yaşanan olaylardan Solhan Kaymakamı, Savcısı ve Malmüdürünün, devlete saldırmış olmak uğruna, kalleşçe katledilişini anlatacağız.

Solhan ilçe merkezinde esnaflı yapan, orta halli ve sessiz bir kişi olarak bilinen Hakkı BOLTAN, aslında PKK Özel Görevlisidir. Terör örgütünden gelen talimata göre, ilçede, büyük ses getirecek bir eylem nasıl düzenlenebilir? sorusu üzerinde araştırmaya başlar. Bu küçük ilçede en etki eylemin, Kaymakam başta olmak üzere protokole mensup devlet görevlilerine düzenlenmesi gerektiğine inanmaktadır.

Bu hain, yaptığı araştırmalar sonunda, Kaymakam, Başsavcı ve Mal Müdürünün her gün mesaiden sonra, birlikte şehir kulübüne geldiğini öğreniyor. Bu üçlü, her zaman kulübün kapısından girişte sol tarafta pencerenin önünde, önceden ayrılmış masaya oturuyorlar. Çevreden kim tesadüf ederse bir memurda masaya davet ediliyor ve 4 kişi ile oynana bir kağıt oyunu oynanıyor. Çaylar içiliyor ve oyun sonunda herkes evinin yolunu tutuyor.

Hain Hakkı BOLTAN, ayrıntılı bilgi ve krokileri içeren suikast teklif planını kırsaldaki PKK timine teklif olarak iletiyor. Bu teklif hemen kabul görüyor ve görevlendirilen suikast timi, bir akşam üstü, şehir kulübüne baskın yaparak, Kaymakam ve Savcının masasını elleriyle koymuş gibi buluyorlar ve masada bulunan Malmüdürü ve diğer dördüncü masum kişi dahil katlediyorlar.

Tetikçilerden kimse yakalanamıyor. Fakat, işbirlikçi Hakkı BOLTAN yakalanıyor ve suçunu ayrıntılarıyla itiraf ediyor. Olay, soruşturmadan sonra, Erzincan DGM savcılığına geliyor. Esas komedi bundan sonra başlıyor. Savcılık iddianamesi “ Bölücü örgüte yardım ve yataklık “ suçunu kapsayacak şekilde hazırlanıp, tutuklanması isteğiyle hakim önüne çıkarılıyor. Mahkeme Başkanı üstadımız bu suçu çok hafif buluyor ve tutuklanma gerekçelerine “ devleti bölmek “ fiilini de ekliyor.

Duruşmaların başlayacağı sırada, başkanımızın kan şekeri yükseliyor ve doktorlar 45 gün istirahat veriyor. Yerine vekalet eden hakim “ sanığın suçunun yardım ve yataklık olduğu ve cezasının 6 yıl olacağı” şeklinde konuşmalarla heyeti etkilemeye çalışıyor. Heyetten bir hakim, bu durumu, başkanın evine gelerek anlatıyor. İstirahat bitmeden duruşmalara katılan başkan, sanığın suçuna “ PKK örgütünün özel görevlisi” statüsü ekleyerek yargılıyor ve sonuçta haine 25 yıl hapis cezası veriliyor.

Komedi henüz bitmedi.. Bu cezayı sanık temyiz ediyor, fakat nedense savcılık temyiz etmiyor. Dosya Yargıtay’a geliyor. Yargıtay mütalaasında “ cezanın idam olması gerekir “ deniyor. Fakat, savcı temyiz etmediği için sanık aleyhine bozamıyor. Sanık temyiz ettiğinden de “ aleyhe bozma yasağı “ olduğundan kararı bozamıyor ve onaylamak zorunda kalıyor. Nihayet, PKK haini Hakkı BOLTAN, 25 yıl hapis cezası alır ve 5-6 yıl sonra çıkarılan aflarla çıkıyor. İşte, Vatana ve Millete hizmet için nice zorluklara katlanarak en uç noktalara kadar giden devlet görevlilerinin hayatları bu hain plan ve uygulamasıyla son buluyor. Geriye acılı ve çaresiz aile fertleri kaldığı muhakkaktır. Devlet organları, kendisini hedef alarak görevlisini katleden hainleri yakalayamıyor. Yakalanan işbirlikçiye gereken cezayı bile veremiyor. Hafif olarak verilmiş olan cezayı bile çektiremiyor. Daha ne bekliyoruz ve ne istiyoruz ?
Başka bir ibretlik öyküde buluşmak üzere…

Av. Naci SÖZEN / Mart 2007- ANKARA

HATAY İÇİN OYNANAN OYUNLAR

Birkaç gün önce gazetelerde yer alan bir haberin üzerinde fazla durulmadı. Haber şöyleydi. “ Hatay’da arazinin binde beşinden fazlası yabancılara satılmış olduğundan, ikinci bir emre kadar yabancılara gayrimenkul (taşınmaz mal) satışı durduruldu.” Taşınmazları alan ülkeler sırasıyla, Suriye, Almanya, Lübnan ve Brezilya olup, liste bir çok ülke ile birlikte uzayıp gidiyordu.

Bilindiği üzere, Lozan görüşmelerinde çözüme kavuşturulamayan bir kaç konudan biri de Hatay konusuydu. Burada kurulan bağımsız devlet, halkın isteği doğrultusunda 1939 yılında Türkiye’ye katılmıştır. Suriye bu birleşmeyi içine hiç sindirememiş ve bölgeyi yakın zamanlara kadar haritalarda kendi ülkesi sınırları içinde göstermiştir.

Hatay bölgemiz, Antakya ve İskenderun başta olmak üzere tarih boyunca önemini hep korumuştur. Hıristiyanlık için önemli olan 5 tarihi kiliseden biri Antakya’da bulunmaktadır. Ayrıca, burası tüm ilahi dinlerin ve ibadethanelerin yan yana olduğu ender şehirlerden biridir. Son yıllarda bu tarihi kiliselerde ibadet yapma çabaları artmıştır.

İngilizler, Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra, 5 Kasım 1918 tarihinde İskenderun limanına asker çıkarmak isterler. Osmanlı Hükümetine bu isteklerini ileterek, Suriye ve Irak bölgesinde olan birliklerine lojistik destek yapmak zorunda olduklarını bildiriyorlar. Hükümet, önce “ oraya çıkamazlar “ diye tel çekiyor, fakat, arkasından “çıksınlar “ diye tel geliyor. Nihayet, 8 Kasım 1918 günü gelen telde “ İngilizler diledikleri saatte bölgeye girsinler, karşı koymayın “ mesajı geliyor.

Bu olayların yaşandığı sırada, Mustafa Kemal Paşa, Adana Yıldırım Orduları Komutanıdır. İstanbul’a çektiği telle hükümeti uyarıyor ve “ İngilizlerin İskenderun’a çıkmasına izin verilmemeli, onların asıl emeli bizim 7. Ordunun gerisinde yer almak ve ileride Irak (Musul-Kerkük) menfaatlerini korumak “ diye izah eder. Hatta telde “ ben böyle bir emre uyamam, yerime birini atayın, İngilizler İskenderun’a çıkarsa ateş edilmesini şimdiden emrettim “ ifadesini de ekler. Nitekim, liman ve bölge üzerinde uçuş yapan İngiliz uçaklarına bu emir gereği yerden ateş edilmiştir. İngilizler limana çıkamamışlardır.

Günümüzde ne oldu da yapay bir şekilde Hatay Meselesi ortaya çıktı ? AB ülkeleri Türkiye’nin üyeliği konusunda sıkça “ toprağınız çok geniş, nüfusunuz çok kalabalık, bu halinizle sizi hazmedemeyiz” şeklinde açıklamalar yapıyorlar. Gizli plana göre, Türkiye, önce üçe bölünecek, sonra beşe bölünecek ve AB üyesi olabilecek. Bu plan doğrultusunda etnik grup arayışı başlatıldı. Rum, Yahudi ve Ermeni nüfusu ayrı bir devlet kurmaya müsait değildi. Alevileri bile etnik nitelemelerle kışkırtmaya çalıştılar. İşte bu sırada, geçen yıllarda, Yunan Devlet Başkanı Papandrau yaptığı bir konuşmada, Özetle, “ Kıbrıs’ta Rum malları teslim edilsin, İstanbul’da Patrikhaneye bağımsızlık verilsin, Suriye-Türkiye sınırı Araplarına özgürlük verilsin, İmroz adalarına (Bozcaada, Gökçeada) serbestlik verilsin, İznik, Bursa ve Sivas’ta patrikhane şubeleri açılsın “ şeklindeki fikirlerini ilan etti.

Bu konuşmada yer alan her konu gerçekleşme aşamasındadır. Hatay bölgesinde cirit atan Suriye ajanları, halka, “Arapça konuşmaları, çifte vatandaşlığa geçmeleri, devlet görevlerine girmeleri ve sürekli taşınmaz malları satın almaları” konularında kışkırtmaktadırlar. Hatta, Hatay için yapılmış olan 1921 Ankara Anlaşması ve 1939 Hatay Anlaşmasında “gizli” maddeler olduğu, bu anlaşmaların 100. yılları olan, 2021 ve 2039 yıllarında Plebisit (Halk oylaması) yapılacağı, nüfus, arazi-mal çoğunluğu, dil ve kültür farklılıklarıyla bölgenin Suriye’ye devredileceği “ yalanını bile yaymışlardır. Bu bölgede, göz göre Araplaştırma süreci yaşanmaktadır.

Anadolu yabancılar tarafından adeta yağma edilmektedir. Yapılan tespitlere göre, Suriye Hatay bölgesinde, İsrail GAP bölgesinde, Ermeniler VAN, Almanlar Alanya ve İngilizler Ege’de arazi ve ev satın almaktadırlar. Kapadokya’da şimdiden bazı mahalle adlarının değiştirildiği konuşulmaktadır. Fener Patriği, geçenlerde, sırasıyla, Sivas, İznik, Bergama, Hatay, Kapadokya ve İzmir bölgesi olmak üzere, tarihi ve ünlü Hıristiyan kiliselerinde, hiç Hıristiyan cemaat olmadığı, kiliseler kullanılamaz durumda olduğu halde dolaşarak ayinler düzenlemiştir. Patrikhane ise, ABD vatandaşı olan üç kişiyi memur atayarak bağımsızlık konusunda önemli bir adım atmıştır. Pontus Rumları meselesi de diriltilmektedir. Bakalım karşımıza daha hangi yapay konu “mesele-problem” olarak çıkarılacak ve aleyhimize çözümler önerilecek …
Avukat Naci SÖZEN- Haziran / ANKARA

ULUS (MİLLİ) DEVLET, GERÇEKTEN, “ TEHLİKE ALTINDA “ MIDIR ?

MİT Müsteşarı Sayın Emre Taner, 05 Ocak 2007 günü yaptığı yazılı açıklamada Ulus Devlet’in “ tehlike altında” olduğunu ilan etti. Bu açıklama, şimdiye kadar bu kurum tarafından yapılmış olan açıklamalardan çok farklı bulundu. Değerlendirmelere göre, Devletin güvenliği konusunda, mevcut olan tehlike haber verilirken bazı devlet kurumları da uyarılmaktaydı.

MİT Müsteşarı, açıklamasında, özetle, “ bulunduğumuz dönemde bir çok ulus devlet ve millet hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybedecektir. Yaşadığımız süreçte, uluslar arası siyasetin başrol oyuncuları ve figüranları yeniden belirleniyor. Türkiye, kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma, yada – bekle- gör-tavır al- taktiğiyle sınırlama lüksüne sahip değildir. Ulusal Güvenliğe ve Ulus Devlet yapısına yönelen tehdit ve kaynakları iyi algılayabilmeli, ulusun karşı karşıya olduğu fırsatları ve tehditleri öngörebilmeliyiz.” şeklindeki önemli ifadeler yer almıştır.

Bu duyuru, kamu oyunda geniş bir yankı buldu. Her seviyede kişiler ve kurumlar görüşlerini açıkladılar, köşe yazarları ve televizyonlar uzman konuklarla duyurunun ne anlama geldiğini, kime veya kimlere hitap ettiğini okumaya ve anlamaya çalıştılar. Yaygın görüş, bu duyurunun, tüm vatandaşlara ve devlete yönelik bir ikaz olduğu, kişileri, bürokratları, askerleri, yazarları, medyayı, basını, sanatçıları, tüm kurum ve kuruluşları, Meclisi, hükümeti, bu gün yaşanan ve gelecekte yaşanması muhtemel olan bazı tehlikeler konusunda uyarmak veya bilgilendirmek istediği şeklindeydi. Bazı uzmanların görüşüne göre,, MİT, bu duyurusuyla bir durum tespiti yapmış ve tehlikeyi kamu oyuyla paylaşmak istemiş, hatta, geleceğe dönük olarak, tehlikelerden söz ederek, gelecekte doğabilecek sorumluluklardan kurtulmayı hedeflemişti.

Tam bu ortamda, KanalTürk televizyonunda, “ Gerçekler “ adlı programa katılan Vatan Gazetesi köşe yazarı Mine Kırıkkanat, MİT duyurusunun herkese hitap etmiş olmasıyla birlikte, devletin maruz kaldığı ve gelecekte de maruz kalacağını düşündüğü tehlikeler konusunda, yine Devlete yöneltildiği, dolayısıyla da devleti yönetmekte olan Hükümet’e hitap ettiğini söyledi. Konuşmasına devamla, devletin tüm kurum ve kuruluşlarının, Bakanlıklar dahil, önce birbirine düşman edildiklerini, sonra içlerinin boşaltıldığını da anlattıktan sonra, “ fakat, bu duyurunun Hükümete hitap etmesinin bir faydası olamaz, çünkü TÜRK DEVLETİ DAĞITILMIŞTIR “ diyerek konuşmasını sürdürdü.

MİT duyurusu doğrultusunda, Ulus Devlet gerçekten tehlike altında mıdır ? Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçekten dağıtılmış mıdır ? sorularına cevap bulabilmek veya konuyu etraflıca tahlil edebilmek için, biraz gerilerden başlayarak bazı tespitler yapmak ve bazı yaşanmış gerçekleri alt alta sıralamak zorundayız. Şöyle ki ;

Bazı yorumcuya göre, yakın geçmişte, Sayın Emre TANER, MIT’in tepesindeki 3 kişiden biri iken yapılan açıklamalarda, “ Kuzey Irak gelişmeleri ve Kürt oluşumu bir realitedir. Türkiye, Kuzey Irak Kürt devleti konusuna kendisini hazırlamalı ve içine sindirmelidir” şeklinde açıklamalar yaparken, ne oldu da, şimdi, böyle bir açıklamaya gerek duyuldu. Bu duyurunun Sayın Başbakan tarafından yapılan “ Kerkük konusu, AB üyeliğinden bile önemlidir “ açıklamasından hemen sonra yapılmış olmasının bir anlamı var mıdır? diye soranlarda vardır.
Ülkemizde, son 15 yıldan beri, batılı devletler ve kurumlarla, onların yerli işbirlikçileri tarafından sahneye konulan oyunla, Milli değerlerimiz, toplum ve aile yapımız, yaşantımız, tercihlerimiz, ahlaki ve dini duygularımız, Atatürk ilkeleri, bayrak, vatan ve bağımsızlığımız konularında, insanlarımızda düşünsel çelişkiler doğurma ve aksi yönlerde tutum değişiklikleri yaratma gayretine girişilmiştir.

Türk müziği icra eden,ve Türk dilini kullanan, örf ve adetlerimize göre yaşantı süren, tüm sanatçı, sunucu, programcılar geri plana itilmiş, sayıları çok az olan bir kısım sanatçı-programcı yıllarca ekranlarda tutularak, dilimiz, aile yapımız, ahlak kurallarımız alt üst edilmiş, çapkınlık sıralamaları yapılarak, 14 güzelle beraber olmuş erkek ve 13 erkekle beraber olmuş manken öyküleri yayınlanmıştır.

Bu kapsamda, televole-paparazzi programları, pembe diziler, gelinim olur musun, gözetleniyoruz, popstar, dans yarışmalarıyla, gençler, işlerini, okullarını ve mesleklerini bıraktırarak İstanbul yollarına düşürülürken, vatan denilen neticede bir toprak, bayrak ise bir bez parçası, Kıbrıs hiçbir yönden önemi olmayan bir ada diye nutuklar attırılmıştır. Annan planı, Rumlar için kazançlar, Türkler için kayıplar içerdiği halde, Rumlar HAYIR, Türkler EVET dedi. Ancak, Rumlar AB üyesi yapılırken, Avrupa ve Avro hayali kuran Türklere verilen sözler tutulmadı ve yüz üstü bırakıldılar.

Türkiye’nin AB üyelik serüveni hüsranla bitti. AB devletleri bizi oyaladı, avuttu, uyuttu ve unuttu. Bunları gizli değil açıkca yaptılar. Ankara da görev yapan AB temsilcisi Karen FOX, Avrupa’ya ilgililere gönderdiği maillerde, Türklerin nasıl kandırılacağını, nasıl uyutulacağını anlatıyordu ve “ önce oyalayalım, sonra uyuturuz ve unuturuz “ diyordu. Bu mailler ele geçince ona kızacağımız yerde, enteller ve AB yardakçıları, “haberleşme özgürlüğü ihlal edildi ve Karen FOX’a ayıp oldu” diye kıyameti kopardılar. Sonuçta, AB işleri geri plana çekilmiş durumdadır..

Ünlü gazeteci-yazar (liboş) takımı köşesinde “ Lozan’ı, sanki 1920’li yıllardaki dünyanın koşulları hala varmış gibi davranarak koruyamazsınız “ diye yazarak yeni bir sözde açılım yaptı. Buna karşı çıkan yazar da “ Lozan’dan vazgeçelim derken, yerine neyi koyacağımızı da söylemelidir. Sevr’i mi koyacağız ? “ diye sormuşlardır.

Türkiye, kendi sorunu olan PKK terörü ve Kuzey Irak meselesinin çözümünü ABD’ye bırakarak, Beyrut/Arap-İsrail savaşında arabuluculuğa soyundu. Asker gönderdi, ziyaretler yapıldı. Ziyaret sırasında Türk heyetine “ defol” protestosu yapanlar içinde Ermeni asıllı Lübnan Milletvekili, hatta bakanı olduğu basında gizlendi. Bunlara rağmen, Lübnan, Kıbrıs Rumları ile Türkiye aleyhine anlaşmalar içinde yer almış olması tam bir fiyasko ve “ yanlış ata oynama ” olarak yorumlanmıştır. Sürgünde yaşayan ve terörist listelerinde olan Hamas liderlerini Ankara’ya çağırmak, görüşmek de bir çelişkiler yumağıdır. Bu olaylar, ABD ve İsrail ile AB ülkelerinde şaşkınlık ve kırgınlık yaratmıştır.

TÜSİAD, güncelleştirerek yayınladığı demokrasimize yeni açılımlar raporundaki hususlarla tartışmaları sertleştirdi. Bu rapora, sadece bir parti lideri (MHP Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ ) karşı açıklama yaparak “ TÜSİAD raporu ile PKK siyasallaşma sürecine destek vermektedir. Tavsiyemiz, TÜSİAD yeni bir parti kurarak Milletin karşısına çıkması “ demiştir. Bazı konuşmacı, rapordaki “ Türkçe dersleri yanından yerel diller de seçmelik ders olarak okutulmalı” maddesinden söz etmiştir. Halbuki, kitap şeklindeki rapor incelendiğinde, “ milletvekili yeminindeki, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma, Büyük Türk Milleti önünde “ ibarelerinin yeminden çıkarılması, siyasi partiler kanundaki “ siyasi partiler Atatürk ilkelerine uygun faaliyet gösterirler” ibaresinin çıkartılması, kanunlardaki “ ticari sırlar ve devlet sırları soruşturma kapsamları dışındadır “ ifadesinden “ devlet sırlarının “ kanunlardan çıkarılması, Anayasa’da yer alan ve dil, Millet, Atatürk ve eğitim gibi bazı değerlere ait maddelerin iptal edilmesi veya yumuşatılarak değerlendirilmesi, askeri mahkemeler ve AYİM’in kaldırılması ve Atatürk İlke ve Devrimleri dersinin yüksek öğretim programlarından çıkarılması” gibi bir çok konuda değişiklik teklif edilmektedir.

Milletvekili Esat CANAN, ABD Büyükelçiliğinde yaptığı görüşmelerde “ Güneydoğuda bizim de şehitlerimiz var, Türkiye Kuzey Irak’a askeri operasyon yapması yerine Kuzey Irak Yönetimi Başkanı Sayın Barzani ile görüşmelere başlamalıdır “ diye açıklamalarda bulunuyor. Bu kişi, Şemdinli tuzağının ilk aşamasından itibaren olayların kışkırtıcısı ve tertipçisi olup, son duruşmada, sanık Astsubaylar 36 yıl hapis alınca, mahkeme çıkışında açıklama yaparak “ bu mahkumiyet diğer askeri personele ders olur “ demiştir. Bu kişi, Şemdinli’de görevlilerin aracından silahları, özel görev defteri ve dokümanları alarak Ankara’da teşhir etmişti. Hatta, savcının olay yerinde inceleme yaparken, panzerlerden üzerlerine otomatik silahlarla ateş açıldığını bile söylemiştir.

Devletimizin en üst makamında görev yapanlar, bilinene beyanlarında “ Türkiye’de 29 tane alt kimlik vardır. Türklük de bunlardan birisidir “ sözlerine yer verdi. İktidar milletvekillerinden biri “ devrim ya kırmızı olur, ya yeşil olur, benim gönlüm yeşilden yana “ diyerek gündem oluşturdu. Şemdinli ayaklanmasında, şehirdeki devlet görevlileri odalarına çekilip, polisler hastaneye sığınırken, şehir, günlerce örgüt liderleri tarafından yönetilip, kimliklerini reddeden, bölücü slogan ve pankartlar ekranlara yansırken, hükümet yetkilileri bu olayları “ şık olmamıştır “ sözleriyle geçiştirdiler.

Türkiye’nin en öncelikli sorunları olan, Kuzey Irak gelişmeleri, Kerkük sorunu ve PKK sorunu gibi problemlerin çözümü ve Ermeni Soykırım Yasa teklifinin yasalaşmasını önlemek için, Dışişleri Bakanımız 6-7 Şubat 2007 tarihlerinde ABD ziyaretini gerçekleştirdi. Ziyaretin başlayacağı gün ABD televizyonlarında, yıllar önce bedeli ödenmiş olan Gece Yarısı Ekspresi filmi gösterilmeye başlanıyor. Dışişleri Bakanımız tüm çabalara rağmen, Temsilciler Meclisi Başkanı, Senato Çoğunluk Lideri ve Dışişleri Komisyonu Başkanı ile görüşemiyor. Bakanımız yaptığı açıklamada “ ABD yetkililerini PKK konusunda kararlı görmediğimi söyleyemem… “ gibi anlaşılmaz cümleler kullanıyor. Bu açıklamanın arkasından, başka bir ABD yetkilisi “ Kuzey Irak, PKK ve Kerkük konuları için Irak yetkilileri ile temas kurulması gerekir “ diye açıklama yapıyor.

Yazar Fatih ALTAYLI’ya konuk olan eski MİT’ci Prof. Mahir KAYNAK yaptığı açıklamalarda “ ABD ve Batlı devletler, Ortadoğu sınırlarını tekrar çizmeye karar verdiler. Bu karar siyasi bir karardır. Türkiye bu oluşumların dışında kalamaz. Türkiye bu süreçten bölünerek, küçülerek, fakat güçlenerek çıkacaktır. Umutsuz değilim “ cümlelerine yer vererek, her zaman ve her konuda olduğu gibi, anlaşılamaz ve açıklanamaz sözler sarf etmiştir. Bu sırada konuşma yapan konuk Prof. de “ Kerkük ve Musul’u gözden çıkaran Türkiye, Diyarbakır’ı kaybeder ” demiştir. Diyarbakır Belediye Başkanının Eyalet valisi tavırları, Kürtçe ve bölücü siteler, Yurt dışı gezileri ve Kuzey Irak liderleriyle ilişkileri de ayrı bir önemli konular halindedir.

BOP projesi kapsamında “ Ortadoğu da sınırlar yeniden çizilecek ve Türkiye’ye önemli roller verilecek” söylemleri esmeye başladı. Ilımlı İslam Modeli yönetim tanımları yapılıyor ve Türkiye’nin Halifelik kurumu bir yapının lideri olması gerektiği bilgileri yayılıyor. Bu gelişmeler olurken, öncelikle, Cumhuriyetin bekçisi olan kurumlara savaş açıldı, Atatürk ilkelerini terk etmemiz, heykel ve resimlerini kaldırmamız tavsiye edildi. Bu sırada, KKK.lığı ambleminden Atatürk figürü çıkarıldı. Cemaatler, tarikatlar, dervişler meşhur edildi. Gözcü gazetesi yazarı Kurtul ALTUĞ’un köşesinde “ bu Ülkeyi çökertmek için ne yapılması gerekiyorsa eksiksiz yapıldı, kutsal olan hangi değer varsa kötü ilan edilerek, aydınların ve AB tarafından yönlendirilen bir kısım basın eliyle, vatanseverliğin pek de önemli olmadığı anlatılarak, küreselleşmenin ve AB üyeliğinin sunacağı cennetin anahtarları piyasaya sürüldü “ diye yazdığı gibi, Türk Bayrağının yırtılması, yakılması ve yerlerde çiğnenmesi gibi olaylara tepkisiz kalınması durumunu “ halkın sağduyulu, sabırlı, batı yanlısı tutumu, davranışı “ olarak nitelendirdiler.

Bu günlerde, güncel olan, Sözde Ermeni Soykırımı sorunu en önemli problemler arasındadır. Asırlarca, Osmanlı idaresinde “ ayrıcalıklı azınlık “ olarak korunup, kollanan ve Sadık Millet olarak da nitelenen Ermeniler, Fransız ve Rus orduları ile birlik olup, kendi devletinin ordularıyla savaşmakla kalmamışlar, cephe gerisinde isyanlar çıkararak şehirleri, köyleri tahrip etmişler, Müslümanları öldürmüşlerdir. Bu ihanetlerle ilgili belgeleri yayınlamıştım. Bir çok batılı yazar gibi, ABD Tarih Profesörü Justin McCarty’de belgelere dayandırdığı araştırma sonuçlarını açıklarken “ Türkler, Hristayanları katletmedi, aksine Hristiyanlar Türkleri katletti. 1821 Yunan ayaklanmasında yakalanan her Türk öldürüldü, Bulgaristan’da, 1876 ayaklanmasında Türkler kitleler halinde katledildi. Bu ayaklanmalar etkisiyle Arnavutluk ve Romanya’da da Türkler katledildi. Anadolu’da, Yunanlılar bozguna uğrayınca, İzmir’e kadar her yeri yıktılar ve bir milyon kadar Müslümanı öldürdüler. 19. Yüzyılda Doğu Anadolu’da Müslüman nüfustan yüzde 9’u Ermenilerce öldürüldü. 19. ve 20. yüzyıl başlarında, Balkanlar, Kafkaslar ve Anadolu da 5 milyon Türk öldürülmüş, o kadarı da sürgüne uğramıştır. Atatürk, sadece ülkeyi değil, Türk neslini de kurtarmıştır.” diyen tespitleri ve daha nice lehimize eser varken, konuyu sahipsiz bırakmış olduğumuzdan, bu noktaya gelinmiştir. Ermeni ihanetleri sırasında İstanbul da görev yapan İngiliz Yüzbaşı Norman tarafından yazılmış olan “ Ermenilerin Maskesi Düşecek” isimli kitaptan önceki yazılarımda bahsetmiştim.

Hrant Dink cinayeti bahane edilerek “ katil devlet “ sloganları ve herkesi Ermeni ilan edip, Milli değerleri aşağılama ve Milliyetçiliği dışlama kampanyaları sürmektedir. Cenazede, Türk Bayrağı taşınmaması gündeme gelince, kimse teklif etmedi diyenlerin yalanı “ törene Türk Bayraklarıyla katılanların alandan kovuldukları “ ortaya çıkınca tertipler ve amaçlar ortaya çıkmaya başladı. Kürsüye çıkan Nobel adayı yazarımız ise “ gerillanın adini terörist koyduk “ diyerek yeni bir sözde acilim yaptı ve alkış aldı. Ermenileri kestik diyerek Nobel alan yazar ile, “ çocuklar piç kaldı “ diyerek Italya ödülünü alan yazar Elif, ödül almayı amaçlayan yazar Taner Akçam da yeni iddialarla katildi.

Yıllardır seferber olduğumuz AB üyeliği projemiz başarısızlıkla sonuçlandı. Balkanlar ve Kafkaslarda, Türki devletlerde ismi geçmez iken, Kerkük konusunda yapılan açıklamalara Barzani’nin “Türkiye’nin Kerkük konusundaki ve Kuzey Irak açıklamalarını ciddiye almıyoruz, önemsemiyoruz, bir saldırı gelirse şiddetle cevap veririz” açıklamasıyla yeni bir boyuta girmiş oldu. Güney Kıbrıs Rumlarının, Lübnan, İsrail, Mısır, Rusya dahil bir çok ülke ile Türkiye aleyhine petrol anlaşmaları yapması, Kıbrıs Türklerinin kaderine terk edilmesi de birlikte düşünüldüğünde, sonuç, tam bir kayıplar silsilesiydi. Ülke içindeki ekonomik, kültürel ve sosyal problemler, etnik ve kimlik tartışmaları, sağlık, eğitim ve çevre sorunları yaşanırken, çözülmemiş tek sorun Ege sorunları kaldı. Bu arada da Ege uçuşları durdurularak Yunan lehine gelişmeye sebep olundu.

Bu tespitlere bakılınca, Cumhuriyet kurulduğundan beri ve sonrasında takip edilen tüm Milli konular ve dış politika sorunlarının bizim açımızdan sıfır kazançla sona ermiş olduğunu görmek çok acı. Kerkük konusu her şeyden önemli dedik..Muhataplar hiç ciddiye almadı.. Şimdi ne yapacağız ? Önceki Gnkur Bşk. ÖZKÖK Paşanın dediği gibi “ ne yani Kuzey Irak’da ABD ile mi savaşacağız. “ diye mi düşüneceğiz. Geçmişte, “Türk Devleti ve Türk Milleti güçlüdür. Türk Milletinin içindeki cevher bitmez” diyen Atalarımızın haklı olmalarını diliyoruz..

Gecen günlerde, terör koordinatörü, açıklamasında, “ gerekirse Kuzey Irak yetkilileriyle görüşebilirim ” dediğinde şaşırmıştık, Genkur Bşk., ABD’den “ Barzanilerle bu hasmana söylemleri varken görüşülmez “ açıklamasını duyunca da şaşırdık.. Sanki bunlar barışçı konuşsa iliksi kurulacak mi? derken, bir gün gazetelerde hükümet yetkilisinin “ barış getirecekse Kuzey Irak yetkilileriyle görüşmeye hazır olunduğunu “ açıklamasıyla her şey ortaya çıkmış oldu. Türk Milleti ve Hükümeti, bir hafta önce rest çektiği ve “Kerkük konusu, AB üyeliğinden de önemli “ dediği ve bunun karşısında, Barzani’nin “ Türk hükümetinin Kerkük ile ilgili açıklamalarını önemsemiyoruz., ciddiye almıyoruz “ seklindeki alaylı açıklamasından hemen sonra yapılan bu barış atağı, Türk Devletinin ne hale düşürüldüğünü göstermesi bakımından önemlidir.

Bu vahim durum, Doç. Dr. Yasar HACISALIHOGLU (İst. Üniversitesi ) tarafından “ 2007 yılı içinde yapılacak olan 2 secim, Türkiye için “ VAR OLMA /YOK OLMA” tercihini ortaya koyacaktır” cümleleri ile ifade edilmiştir. Ayni programa katılan uzmanlar, Gnkur. Bşk.nı tarafından, ABD ziyaretinde yapılan açıklamalarda, “ Kuzey Irak Kurt liderlerinin hasım açıklamalar yaptığı, bu durumda onlarla görüşme yapılamayacağı “ seklindeki ifadesini ele alan bazı güdümlü basının köşe yazarlarının, bu ifadeleri “ vahim iddialar “ cümleleriyle açıklamalarının Türkiye için çok vahim bir durum olduğunu belirtmişlerdir. Devletimizin Gnkur. Bsk. Belge ve resimlere dayalı kesin açıklamasını “ iddialar “ tanımı ile kuşkulu durumlarmış gibi göstermeye çalışmasının bizzat hainlik olduğu da ifade edilmiştir. Ayni köşe yazarları, yazılarında “ ABD ilişki kuruyor, Türkiye niye ilişki kurmasın” gibi ifadelere yer vererek, yöneticilere yol göstermeye çalışıyorlar. Kuzey Irak ve PKK problemi bağlamında, Türkiye ile ABD’yi ayni düzlemde ve ayni eylemlerde görmek istemek ne anlama gelir.

Bu konuda yaşanmış olan Son gelişmeler şöyle özetlenebilir ;

1. Diyarbakır DTP il başkanı beklenmedik bir açıklama yaparak ve Türk Devletini kastederek “ Kerkük’e bir harekat düzenlenirse, bu harekatı Diyarbakır’a yapılmış sayarız” dedi. Herkesi şok eden bu açıklama, Diyarbakır için başka bir ülke topraklarında olan şehir ve bu şehir Kerkük ile fikren/fiilen birleşmiş, izlenimini verdi. Yakın bir geçmişte, bir bilim adamının “ Kerkük’ü veren Türkiye, Diyarbakır’ı kaybeder “ sözünün haklılığını işaret eder gibiydi.

2. Dışişleri Bakanının “ herkesle görüşürüz “ açıklamasını, Gnkur Bşk.nın ABD’den yaptığı “ Barzani hasmane konuşuyor. Bu haliyle ben görüşmem. Kim görüşürse görüşsün” açıklamasından sonra, Başbakanımızın “ bölgeye barış getirecekse tabi ki görüşürüz “ açıklaması geldi.

3. Dışişleri Bakanımız “ asker silahıyla konuşur, politika bizim işimiz” dedikten sonra, Başbakanımız “ Gnkur Bşk.nının açıklaması kişisel görüşüdür” dedi ve hemen Gnkur Bşk. lığı “ Büyükanıt’ın görüşü Ordu’nun görüşüdür “ karşı açıklamasını yaptı.
4. DTP Ankara’da, Bayraksız ve İstiklal Marşsız kongre yaparken, ABD Dışişleri Bakanı açıklamasında Kuzey Iraktan “ Kürdistan “ diye bahsetti. Aynı gün, Eski Genkur. Bşk. ve Cumhurbaşkanı Evren “Kurdistan tanınmalı, Türkiye eyalet sistemine geçmeli, Zana ile görüşürüm, Kerkük unutulmalı “ gibi inanılmaz açıklamalar yaptı. Aynı gün, bu sözler, DTP kongresinde alkışlandı.

5. Sayın Demire ise, Evren’in sözleri için “ bir cumhurbaşkanının söyledikleri memleketin bölünmesi olarak anlaşılır “ açıklamasını yaptı. Evren’in açıklaması için “ yaşlı ve ne söylediğini bilmiyor. Geçmişte Kürt sözünün kullanılmasını bile yasaklamıştı. Şuuru yerinde ve mantıklı ve düzenli cümlelerle ileri seviyede açıklamalar yapıyor. Ne söylediğinin farkında. Söyleyene değil söyletene bakın. Bu sözleri ABD söyletiyor ve hükümetin ve diğer sözcülerin elini güçlendiriyor” gibi değerlendirmeler yapıldı. Bu sözlerin, Vatanseverleri çok üzdüğü, aksine hainleri ve bölücüleri sevindirdiği muhakkak.

6. TÜSİAD temsilcisi Mustafa KOÇ da “ Türkiye ateş çemberinde “ açıklamasını yaptı. Aynı gün (02 Mart 2007) DTP Eş Başkanı olan bayan “ … Öcalan’a saldırı varsa, sonuçları hiç kimsenin hesap edemeyeceği kadar ağır olur” açıklamasını yaparak devleti tehdit etti..
Yıllarca, Devletimize ve Milletimize yönelik tehditleri ve saldırıları tezgahlayan ve yöneten ülkelerin adını telaffuz bile edemeden, sadece “ komşu bir ülke “ diye isimlendiren devletimizin, bu MİT duyurusundan sonra, ülkemize yönelik tertip ve tehditlere karşı nasıl bir hitap şekli bulacağını görmek istiyoruz. Ulus Devlet tehlikede mi ? Türk Devleti gerçekten DAĞITILDI MI?.... Devleti ele geçirmek için son bir hamle yapıldığı ve alternatif bayramlar organize edildiği Ülkemizde, Cumhurbaşkanı seçimi ve eken seçim kararı alınması süreçlerinde yaşanmış olan çeliklileri de gözeterek, yukarıdaki tespitlere kendi tespitlerinizi de ekleyin ve karar vermeye çalışın…

Son olarak, Devletin en üst kademesinde bulunan Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere bir çok vatansever tarafından defalarca dile getirilen “ Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde görülmemiş derecede ağır bir tehlike ve tehdit altındadır “ sözünü hatırlatalım.

7. BİR GELİŞME : Şemdinli ayaklanması sırasında havadan tesadüfen geçen Türk F-16 savaş uçakları için “ şık olmamıştır “ açıklaması yapan başbakandan sonra, 27 Mayıs 2007 günü aynı bölgede topraklarımıza girerek hava sahamızı ihlal eden ABD F-16 Uçakları için Dışişleri Bakanı “ rutin olaylar “ diyerek yeni bir tarihi çelişkiye imza atmış ve Vatan, Millet, Devlet, Bağımsızlık, Hakimiyet, Hükümranlık gibi kutsal kavramlar hakkında ne kadar duyarsız veya bilgisiz olduklarını ortaya koymuştur.

Genelkurmay Başkanlığı son duyurusu ise ;

Gnkur. Bşk.lığı tarafından, 08.06.2007 günü, gece yarısı saat.00.20 de internet sayfasından yayınlanan duyuruda, kapsamı ve vurguları itibariyle son ikaz sayılabilecek konulara yer almıştır. Özetle;

1. Duyuruda “ Terör Örgütünü paravan olarak kullananların, bu terör olaylarının gerçek yüzünü görmesi zamanı gelmiştir” denmiştir.. (Bu cümle ile, demokrasi ve insan hakları-düşünce özgürlüğü, kavram ve söylemlerine sığınarak, teröre karşı çıkmayan, sempati duyan ve yardım edenler uyarılmaktadır.)

2. Diğer taraftan “ Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımları fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır” denmiştir. (Bu uyarı, tehlikeli gelişmelere ve saldırılara, duyarsız, ilgisiz ve bilgisiz olanlaradır)

3. Diğer taraftan “ Üniter devlet (tek devlet ) yapımızı, çağ dışı olarak nitelendirenlerle karşı karşıyayız” denmiştir. ( Bu söz, federasyon veya sınırlı özgürlük verilmeli diyen hainleredir..)

4. Son uyarı “ Yüce Türk Milleti, teröre karşı kitlesel karşı koyma refleksini göstermelidir” şeklindedir. (Bu uyarıyla, terör karşısında tepkisiz kalınması hususu dile getirilmiştir. Ayrıca, bazı uzman ve bilim adamı bu uyarının, 1961 Anayasası giriş bölümünde yer alan “ Anayasa, halkın direnme gücünün sonucudur ve Anayasa, halkın uyanık bekçiliğine emanet edilmiştir “ ifadelerine benzediği dile getirmiştir.)

Sayın Gnkur. Bşk.’nı ikaz ve uyarılarına, ABD gezisinde başlamış, 12 Nisan 2007 günlü ve Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci dahil gerekli açıklamaları yapmış olup, Vatanımızın, Cumhuriyetimizin ve Milletimizin karşı karşıya olduğu, tarihinde görülmemiş derecede büyük tehlikenin boyutlarını, hedeflerini, aktörlerini ve yandaşlarını işaret etmiştir. Bu son açıklama, adeta “son pişmanlık fayda etmez” anlamında, Milleti son uyarış gibi gözükmektedir. Hükümet yetkilileri ve bir çok yetkili kurum ve yöneticilerinin bu tehlikeler ve yapılan mücadele konularında “ tribün seyircisi gibi oturdukları, hatta, tribünde maçı bile seyretmeden gazete okudukları” uzmanların açıklamaları arasındadır.

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, henüz Milli Mücadele başında, 19 Mayıs 1919 günü, Havza’da halka hitabında, “ sessiz, durgun ve başı eğik kalmayın, uyanınız, Milli bağımsızlığımızı çiğniyorlar, haklarınızı savunmak için birleşiniz.. Düşman karşısına dikiliniz.. Toplantılar yapınız..Sesinizi duyurunuz.. Bütün dünyaya “ Ben Türk’üm, bağımsızlık bana Atalarımdan miras kaldı. O’nu sana veremem “ diye haykırınız “ demiştir.

Bu gün, Sayın Genkur. Bşk.lığının yayınladığı duyuru ile Atatürk tarafından 88 yıl önce yapılmış olan konuşmayı yan yana koyarak birlikte değerlendirelim. Benzer hususlar var mı ? Ulus Devlet gerçekten tehlikede mi? Aslında, bu soruları sormanın ve bunlarla zaman harcamanın zamanı değildir. Çünkü, bu gün tehlike vardır, yakındır, organizedir ve büyüktür.

Bu terör mücadelesi verilirken, bazı satılmış medya, karakol baskını hakkında bilgi alırken “ kaç ölü var, 7 mi, 8 mi? “ diye konuşuyor ve “ şehit” diyemiyor. Diğer bir kanala çıkan bayan “ Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, şehitlerini sayamaz” diye konuşuyor. İlaveten, “ Barzani’ye kabile reisi demek Güney Doğu halkını rencide eder” diyebiliyor. Barzani Türk vatandaşı mı ?, Güney Doğu bölgesi Irak sınırlarında mı?

Bölücü PKK terörünün 3 şehre, aynı anda ve planlı olarak başlattığı saldırı ile 1984 yılında başlatıldığı günden buyana geçen 23 yıl içinde, son şehitleri de sayarsak, şehit olan Askeri personel ( Subay, Astsubay, Uzman, Er ve Erbaş olarak ) sayısı 4571 kişidir.. Bu sırada, 476 polis, 1389 köy korucusu ve çok sayıda devler memuru ve vatandaş da şehit edilmiştir.) Kore Harbinde 650 ve Kıbrıs Savaşında 450 civarında şehit verdiğimizi düşünürsek mücadelenin ve kayıpların boyutunu daha iyi anlarız.

Bu kritik ve endişeli ortamda, yeni umutlar ve mutluluk beklentileriyle yeni bir seçime gidiyoruz. Demokrasi ve Millet iradesi söylemleriyle meydanlar heyecanlaşacak. Fakat, Millet vekili adaylarını tüm partilerde tek başına liderin veya birkaç kişinin tespit ettiğini (diğer bir deyişle, ATADIĞINI ) düşünürsek içinde bulunduğumuz ortamın nasıl bir demokrasi olduğunu da anlayabiliriz. Bazı düşünürler ve siyaset bilimci bu durumu demokrasi dışına kayış olarak niteliyor.

Sonuçta,, “ Vatanının bölünmezliği, Devletin varlığı ve Milletin birliği aleyhine faaliyet gösterenler haindirler “ diyerek satırlarımıza son veriyoruz…

Av. Naci SÖZEN / 08 Haziran 2007 –ANKARA

22 Temmuz 2007 Pazar

“Milli Olma“ Niteliğini Kaybeden Bakanlık

Bilindiği üzere, Kurtuluş Savaşı sonrası, büyük bir coşku ile “Cumhuriyet“ ilan edilmiş, devletin kurum ve kuruluşları oluşturulmaya hemen başlanmıştır. Bu kapsamda, Bakanlıkların sayısı ve isimleri belirlenirken, konularının önemi ve hassasiyetleri nedeniyle “Savunma” ve “Eğitim” Bakanlıklarının önüne “Milli“ kelimesi eklenmiştir. Bunun anlamı, bu iki Bakanlığın faaliyetleri ve hedeflerinin, daima “ Milli benliğe uygun olma” ve “ Milli hedefleri gözetme “ hususlarını ön planda tutmalarının şart olmasıdır. Nitekim bu bakanlıklar geçen zaman içinde bu hedeflere ve temel kanunlarına uygun faaliyet göstermişlerdir.
Bu temel hedef ve niteliğine rağmen, Milli Eğitim Bakanlığının, bu hükümet icraatlarıyla Milli olma niteliğini kaybetmiş olduğu konusunda yaygın bir kanaat oluşmuştur. Bu nitelik kaybettirme olgusu, ilk hedef ve başka hedeflere ulaşmak için zorunlu bir ön şart olarak görüldüğünden öncelikli ve bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir. Milli Eğitim Bakanı, göreve başlar başlamaz, Bakanlık içinde, kendi isteklerine hiç itiraz etmeden ve Milli Eğitim Temel Kanunu ilkelerini gözetmeden, hatta göz ardı ederek icraatlar yapacak insan arayışına geçmiş ve birçok görevliyi değiştirmiştir. Bir müddet sonra, bulunan bu yandaşların, nede olsa temel bir eğitim ilkesi ışığında yetişmiş ve çalışmış olmalarından kaynaklanan direnmeleri ve itirazları görülmüştür.
Kendi kurum içi personeli ile hedeflerini gerçekleştiremeyeceğini anlayan bakan, hemen başka bakanlıklar ve kurumlardan personel aktarmayı başlatmıştır. İçişleri Bakanlığından bazı müfettişler üst düzey makamlara getirilmiş olup, bir müddet sonra eğitim faaliyetlerine yabancı olan bu bürokratlar tekrar eski görevlerine dönmüşlerdir. Tam bu sırada, nasıl olduysa, Diyanet İşleri Başkanlığından personel transferi başlatılmış ve bakanlık bu kurumdan gelen personel ile doldurulmuştur. Mecliste sorulan bir soruya, bizzat bakan tarafından verilen yazılı cevapta, 836 personelin Diyanet İşleri Başkanlığından, Milli Eğitim Bakanlığına atandırıldığı yer almıştır. Bu sonuca göre, bu Bakanlığın, Milli Diyanet Bakanlığı adını alması gerektiğini bile söylemiştir.

Bakanlığın yurt dışı kadrolara atadığı personel de bir inceleme konusudur. Bundan birkaç yıl önce, personel seçimi sırasında, üst yönetimce desteklenen bazı personel kayrılmış, görevden dönmüş olanlar ikinci görev için sıraya girmiştir. Bunlardan biri, ikinci görev isteğine rağmen sınav ve mülakat gibi ön şartları yerine getirmemiş ve önceki değerlerin kabul edilmesinde ısrar etmiştir. Buna karşı çıkan yetkilileri mahkemeye vermiş, işlemi iptal için dava açmıştır. Sonuçta, Arabistan’a atanan bu kişi (R.) bir müddet sonra, bu ülkede karanlık ilişkilere girmiş ve büyükelçimiz tarafından, bu kişinin geri alınması için Türkiye’ye yazı yazılmıştır. Bu konu medya ve basına da yansımıştır.
Dışişleri Bakanlığından yazılan bu yazı, Milli Eğitim Bakanlığına geldiğinde, yazının arkasına, Bakan tarafından “ kişiyi tanımam, fakat personelimizi Dışişlerine yedirmeyelim, savunalım” notunu düşülerek yetkililere havale etmiştir. Böylece, personel savunulmuş ve Türkiye rejimi aleyhine faaliyette bulunan personel kahramanca ikinci dış görevini tamamlayarak yurda dönmüştür. Geçen yıl yurt dışı görevlere seçilen eğitimcileri bilgilendirmek için Dışişlerinden çağrılan diplomat, gerekli açıklamaları yaptıktan sonra sorulara geçilmiştir. Bu sırada, yeni göreve atanan birisi, diplomata hitaben “ siz, bizim dışarıda çatalı sol elle tutmamızı istiyorsunuz. Bunun mekruh olduğunu bilmiyor musunuz? Ben, resmi yemek diye başkasının eşi yanına oturacağım, yabancı da benim eşimin yanına oturacak öylemi? Bu dinimizde var mı? “ diye sormuştur. Anlattığı her şeyin boşa olduğunu gören diplomat salonu aceleyle terk etmiştir.
Bu yıl yurt dışı görevler için seçilenlere son tavsiyeler yapılırken de, Arap kökenli olduğu bilinen bir eğitimci söz alarak “ bu T.C. devleti varya, bu devlet benim Hatay’daki köyümde ellerime cetvelle vura vura Türkçe öğretti, ana dilimi öğretmedi “ diye haykırmıştır. Salonda bulunanlardan birisi de “ bu devlet sana Türkçe öğretmemiş olsaydı, şimdi o köyünde çapa yapar olacaktın “ diye cevap verememiştir. Çünkü bu saldırgan ve sınır tanımaz kişiler, eğitimde, Türk olgusunu, Cumhuriyet rejiminin kazanımlarını ve Atatürk başta olmak üzere, kahramanlar ile zaferlerimizi örselemek, hafifletmek, törpülemek, kötülemek ve gözden düşürmek için göreve getirilmiş kişilerdendi. AKP yetkilileri “ Eğitimde Millilik olmaz “ açıklaması yaparak, müzik evrenseldir, benzeri açıklamayla, eğitimin milli olmadığını anlatmaya çalışmışlardır.
Ders kitaplarında yapılan kasıtlı deşiklikler, ekleme ve çıkarmalar bu bakanlığın faaliyetlerinin “Milli olma “ niteliğinden uzaklaştırmaya yöneliktir. Bakanın sekreteri ile olan aşk hikâyeleri görmezlikten gelinirken, önemli tüm kadrolar vekâleten görevlendirilmiş kişilerce yürütülmüştür, Milli Bayram günlerine denk getirilerek düzenlenen dini törenler, alternatif aykırı şölenler ve Meclis dâhil sergilenen akıl almaz girişimler hafızalardan daha silinmemiştir. Van Cumhuriyet Savcısına, Ankara’dan gönderilen belgeler ve telefonlarla verilen talimatlarla, Şemdinli Olayları İddianamesinin Cumhuriyet dönemi ve rejimini sorgular nitelikte bir senaryoya dönüştürüldüğünü de unutmayalım.
AB Eğitim İşbirliği projeleri kapsamında yürütülmekte olan çalışmalara iştirak eden bir yabancı devlet temsilcisi, Milli Eğitim Bakanımızın Kürt kökenli ve Doğu Anadolu illerinden milletvekili olduğunu öğrenince çok şaşırmış ve “ başka Kürt kökenli milletvekili ve bakan var mı ?” diye sormuştur. Kendisine, Doğu ve Güneydoğu illerinden 115 milletvekili, Türkiye genelinde 185 Kürt kökenli milletvekili olduğu, kabinede, İçişleri Bakanı dahil 7-8 bakanın da Kürt kökenli olduğu söylenince, yabancı temsilci, Türkçe de “ yuh be !! bu kadar da olmaz “ anlamına gelen İngilizce kelimeleri sıralamış ve Kürtler için “ bu kadarda terbiyesizlik olmaz ki, Avrupa’ya gelince, tüm insani ve temel haklardan yoksun olduklarını, devlet görevleri ve yönetiminde yer alamadıklarını, ezildikleri ve zulüm altında olduklarını söyleyip duruyorlar, olacak iş değil “ açıklamalarını yapmıştır.

Ülkemizde var olan özgürlükler ve demokrasi nimetlerinden sonuna kadar istifade ederek, bu nimetleri vatanı bölmek için kullanan Leyla ZANA son konuşmasında “ artık eyalet sistemine geçin ve Kürdistan eyaletini kurun “ emrini vererek gerçek niyetlerini tekrar ortaya koymuştur. Hükümetin başı olan Başbakanımız ise “ yeni meclise DTP ile MHP milletvekilleri girdiğinde, onların arasındaki çatışmayı mı seyredeceğiz “ cümlesini kurarak tarihi çelişkilerden birini daha var etmiştir. Çünkü bu söz ile bölücülerle mücadele etmesi gereken ilk kişinin, ülkeyi yöneten “ Başbakan olacağı “ gerçeğini göz ardı etmiş oluyordu.

Unutmayalım ve unutturmayalım ki, her canlı veya bünye, kendi varlığını yok etmeye yönelmiş olan saldırı ve haşarata karşı kendi bünyesinde koruma tedbirleri almak zorundadır. Eğer, sizi yok etmeye yönelenlere karşı savunma tedbiri almıyorsanız, kendi varlığınızı reddetmiş sayılırsınız…
Yazan; Av. Naci SÖZEN, Temmuz 2007 / ANKARA

BU UNUTULUR MU ? (Ama maalesef unuttuk...)

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmi da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi. Kampın tam adı, 'Seydibesir Kuveysna Osmanli Useray-i Harbiye Kampı' idi. Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16.Tumen'in 48.Alayı'na baglı Osmanlı askerleri tutuluyordu. 12Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi.

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi. Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.

Çözüm toplu katliamdı... Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözler yanmıştı.
Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler.

Tabiî ki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işi de unutuldu gitti. Ama onlar unutmuyorlar... Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna sunuyorlar. En üzücü olanı da malum birilerinin, bu karalama kampanyalarına çanak tutması.

ERMENİLER SOYKIRIM YAPILDI DIYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR BİZİM TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK.

GIDA TERÖRÜNDE GELİNEN SON NOKTA NERESİDİR?

Halkımızın sağlığını bozucu, geleceğe yönelik olarak muhtelif hastalıklara zemin hazırlayıcı ve ani zehirlenmelerle seri ölümlere bile neden olucu seviyede bozuk gıdaların piyasaya sürüldüğü şeklindeki haberleri medyada sıkça izlemekteyiz. Televizyonlarda yer alan son haber, dondurma yapımında kullanılan bazı maddelerin kansere neden olabileceği şeklindeydi. Gıda teröründe bize ulaşan ve gelinen son nokta diyebileceğimiz haberden önce, son yıllarda medyaya yansımış olan zararlı gıda tespitlerini bir özetleyelim. Özetle şöyle ;

Siyah zeytinlerin rengini ve tadını istenen seviyede oluşturmak için, zeytin dinlendirme havuzlarına paslı demirler atıldığı konusu televizyon programına konu olmuş ve yerel görevliler olayı bizzat doğrulamışlardı. Bu programdan sonra siyah zeytine hasret kaldık.
Karabiber işleme aşamasında rengi koyulaştırmak için bacalardan toplanan korumun, işlemlere dahil edildiği medyaya yansımıştı.
Renkli şekerlerin (akide şekeri) imalat aşamasında gıda olmayan boyaların, imalata katıldığı haber olmuştu.
Seralarda sebzelerin hemen büyümesi için yasal olmayacak şekilde hormon kullanıldığı, salatalıkların bu yöntemle bir gecede büyüdükleri haber olmuştu. Bu konuyu incelemek için güney sahillerinde bir kasabaya giden televizyon ekibi serada çekim yaparken, bir köşede naylonla çevrilmiş küçük bir köşeyi fark edip seracı kadına soruyorlar. Kadın gayet saf duygularla “ bu bölümü ailecek yemek için yaptık, burada hormon ilacı kullanmıyoruz” demiş ve bu durum ekranlardan yayınlanmıştı. Günümüzde bir çok tüketici, pazardan çiçeği burnunda diye aldıkları sebzenin ikinci gün çürüdüğünü söylemektedirler.
Piliçlerin çabuk büyümeleri için özel ilaçlar ve kemik unu kullanıldığı, bu katkılarla büyüyen tavuğun 40 gün sonunda kesilmezse göğsünden çatlayıp öldüğü de canlı yayında izlenmişti.
Avrupa’da (İngiltere başta) deli dana hastalığı çıkınca satılmayan hastalıklı etlerin Türkiye piyasasına sürülerek eritildiği, hatta kanguru eti ithal edilerek piyasaya sürüldüğü haber olmuştu.
Piyasada, süresinde tüketilemeyen bozulmuş peynirlerin toplanarak bir Karadeniz iline götürüldüğü ve yeniden kaşar peynirine dönüştürülerek sahte markalar verilerek ucuz fiyatla piyasaya sürüldüğü haber olmuştu.
Sahte üretilen parfümlerin zehirli maddeler içerdiği, kullananların ciltlerinde yanıklara neden olduğu, gözleri bile kör edebileceği ve uzun vadede cilt kanserine sebep olabileceği haberlerini sıkça izliyoruz.
Deterjanlardaki ve şampuanlardaki katkı maddelerinin kontrolsüzce ve rekabet için aşırı derecede kimyasal madde içerikli olarak yer aldığı, bu maddelerin saçlara ve ciltlere zarar verebileceği sürekli dile getirilmektedir.
Piyasalarda satılan markalı ballar üzerinde devletin ilgili kurumlarınca tahliller yapılmıştı. Uzun süre kamu oyunu meşgul eden bu incelemede, sadece 4 markanın bal olduğu, bir çok markanın şeker ve glikoz ilaveli olduğu, bazı markalarda hiç bal olmadığı ve Çin’den ithal edilen özel bir madde ile suni bal imal edildiğinin anlaşıldığı bu balı yiyen arıların öldüğü bakanlık tarafından açıklanmıştı.
Laboratuarlarda tahlil edilen bazı markalı sucuklarda hiç et kullanılmadığının görüldüğü, sadece katkı maddeleri ile sucuk üretilip piyasaya sürüldüğü açıklanmıştı.
İlkbaharda, İran üretimi olarak satılan karpuzların ölümcül ilaçlar içerdiği, fidelere çiçek halindeyken özel ilaçlar verildiği ve bu ilaçları içine alan çiçekleri takiben büyüyen karpuzların içinde ilaçların aynen kaldığı, bu durumu bilenlerin turfanda karpuzu yemedikleri ve yakınlarına yedirmedikleri medyada yer almıştı.
Piyasada bol miktarda at, eşek ve domuz etinin kaçak olarak satılmakta olduğu haber olmuş ve bir çok kez bu etleri satan insanlar yakalanmıştı. Bazı lokantalarda köpek ve kedi etlerinde lahmacun yapıldığı da haber olmuştu.
Kola üretiminde kullanılan meyan kökü yığınları içinde farelerin cirit attığı, üretim aşamasında bu köklerin içini ayıklamada makineye verildiği ve canlı farelerle birlikte kazanlara atıldığı çalışanlarca ifade edilmişti.
Karadeniz bölgesindeki radyasyon faciası sonrası, radyasyonlu çaylar piyasaya sürülmüş ve satılmayan fındıklar devlet tarafından satın alınarak kurumlar içinde tüketilmişti.
Tereyağının içine patates püresi ve bazı başka maddeler katılarak piyasaya sürülmüştü.
Su satan tankerlerin, suları kaynak yerine rasgele derelerden doldurduğu gizli kameralarla görüntülenmişti.
Sahte rakı üretilmiş ve piyasaya sürülmüştü. Üretenlerin yakınları dahil onlarca vatandaşımız zehirlenerek ölmüş ve panik yaşanmıştı. Bu olayda sonra anı sahtelikle üretime devam edildiği tespit edilmişti.
Piyasada bulunun viskilerin çoğunun sahte olduğu ve zararlı maddeler içerdiği yazılmıştı.
Son günlerdeki haberlerde, dondurma imalatında kanserojen maddeler kullanıldığı ve saç boyalarının kansere neden olduğu haber yapılmıştı.
Köylerde bile, meyvelerde kurt olmaması için atılan normal ilaçlara DDT ilave edildiği ve dolayısıyla yediğimiz meyvelerin zehir içerdiği duyuruldu.
Bazı vurguncunun sattıkları pirinçlere mermer kırıntısı kattığı, sütçülerin ise sönmüş kireç suyu karıştırdığı şikayeti yaşanmıştı.
Ekmek, börek, tatlı ve pasta üretim atölyelerinin denetiminde tespit edilen aksaklıklar ve ortamların gayri sıhhi akıl almaz görüntüleri televizyonlardan defalarca yayınlanmıştır.
Kolalar ve diğer gazlı içeceklere, bağımlılık yapan maddeler ilave edildiği, gazlar ve tatlandırıcıların insan sağlığını tehdit ettiği, özellikle bebeklere zarar verdiği ve körlüğe bile neden olduğu haber olmuştu.
İthal edilen bazı gıdaların genetikleriyle oynanmış gıdalar olduğu, patates ve domateslerin genetiğiyle İsraillilerin oynadıkları da haber olmuştu.
Piyasada satılan neskafelerin kalitesiz olduğu ve uyuşturucu etki yaptığı, yanında kullanılan sütlerin (toz) kansere neden olduğu, bu nedenle Amerika’da neskafenin bu toz atılmadan içildiği.
Avrupa’da üretilen çikolataların üzerine yazılan kullanma sürelerinin, Türkiye’ye gönderilecek partilerdeki ile Avrupa ülkeleri içinde kullanılacak olanlar arasında iki kata kadar varan fazla süreleri içerdiği. Yani Türkiye ve benzeri ülke vatandaşlarının (ikinci sınıf insanlar) normal süresini doldurmuş besinleri yemelerinde bir sakınca olmadığı şeklindeki düşünceler tescil edilmiş oluyordu.
Elektrik cihazları ve alevli ateşlerin karşısında pişirilen dönerlerin kansere neden olduğu bilimsel olarak kanıtlanmasına rağmen üretim durmuyor artıyordu.
Simitlere koyu rengini vermesi için üretimde sürülen renkli sıvının zararlı madde içerdiği açıklanmıştır.
Peynir üreticileri, sütler ısınmadan hemen mayayı süte katmaktalar, ineklerden süte geçen mikroplar da bu taze peynirlerde uzun süre yaşamaktadırlar. Bu peynirlerde bulunan BURUSELLA mikrobu, peyniri yiyenlerin direk beynine gitmekte ve tedavi edilmez beyin felcine neden olmaktadır.
Bu listeyi daha uzatabiliriz. Fakat, bunca zararlı ve ölümcül gıdaların piyasalarda yaygın olarak satılmaya devam edilmesi çok düşündürücüdür. Kendi insanlarımız, yine kendi insanlarımızın hasta olmalarına, zehirlenip ölmelerine neden olacak olan gıdaları üretiyorlar ve satıyorlar. Üzücü neticelere rağmen devam ediyorlar. Bu listenin son aşamasında gıda teröründe hangi noktaya geldik diye merak ediyorsunuz elbette..
Gıda teröründe son nokta, bizim, kızı büyük bir gıda firmasında yönetici olarak çalışan bir babadan bizzat dinlediğimiz olay şudur ; piliç üretim çiftliklerinde hastalıktan veya bilinmeyen nedenlerden ölen tavuklar ile piyasada süresinde satılamayan, bozulmuş ve kokmuş piliçlerin toplatıldığı, bunların zehirli asitler içeren bulaşık-çamaşır suları ile hazırlanmış su kazanlarına atılarak bir müddet bekletildiği ve böylece kokusu ve kötü tatlardan arındırılan piliçlerin köşe başlarında bir YTL‘ye tavuk döner satan büfelere verildiği noktasıdır. Asitli suyla yapılan kokudan arındırma işlemi sonunda, pilicin tadı-lezzeti de tamamen kayboluyormuş.. Saman gibi olan bu piliçlerden döner yaparken, 3-4 kat tatsız piliç dolandırdıktan sonra bir kat da normal piliç konurmuş. Böylece, çok ucuza tavuk döner dürüm yiyenler, piliç tadı almasa bile piliç konusunu alıyorlarmış.. Bazı marketlerde “piliçte damping” etiketiyle ucuza satılan piliçlerin de bu kokudan arındırılmış piliçler olduğu iddia edilmektedir.

Ne diyelim, kendi Milletine mensup insanlar başta olmak üzere, her ırktan insanların, yakın komşularının ve akrabalarının hastalanmasına ve hatta ölmelerine neden olabilecek zararlı gıdaları üretip satışa sunan vicdansızlara Allah insaf versin diyoruz. Sağlığa zararsız gıdalar yemeniz dileğiyle selamlar sunarız..
NACİ SÖZEN / ANKARA

Bu Bir Osmanlı Savaş Fermanıdır!

Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı’dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan’a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan’a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar.
Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.
Bir sure sonra, adı Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar.
1918′de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.
Alırlar kâğıdı, kalemi ve yazarlar:
Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri,
Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.
Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.
Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur
Ve iki Osmanlı askeri bu karlı dağlarda şehit edilir.
İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta Karlı dağlarda ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize Hindistan asıllı diyorlar. Oysa Hindistan’da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok.
Bu bilgi Hindistan büyükelçiliğinin açıklamasından çıkarılmıştır...

BU GÜNLERE NASIL GELDİK ?

Maraş olayları başta olmak üzere, Adana, Erzincan ve Diyarbakır DGM’ler ile bir çok ceza mahkemelerinde hakimlik/savcılık yapmış olan ünlü hukukçu üstadımızın arşivini incelemeye devam ediyoruz. Bu arşivde yer alan bir çok ibretlik olayı yayınlamıştık. Basit gibi görünen ve fakat ülkemizi bu kritik noktaya getiren olaylar ve ihmaller yumağını daha iyi anlamamıza, belki de dersler çıkarmamıza yarar düşüncesiyle bu konuyu da yazmak istedim.
Erzincan DGM günleri ve bölücü terörün azdığı 1990’lı yılların başındayız. Bingöl doğumlu bir vatandaş, kamyonunun her yanına “ Biji serok APO, Kurdara Azadi “ cümlelerini büyük harflerle yazdırmış. Anlamlar, yaşa başkan apo ve kürtlere özgürlük oluyor. Aracının direksiyonuna oturarak ülkemizin doğu ve güneydoğu illerini dolaşmış, hızını alamayarak, İran, Irak ve Suriye içlerini de dolaşarak tekrar Türkiye’ye giriş yapmış. Bir noktada, araçtaki yazıların “ terör örgütünü övmek ve bölücülük yapmak “ olduğuna karar verilmiş ve savcılığa suç duyurusu yapılmış.
Şoför ve aracı yakalanarak DGM savcılığına getirilmiş ve olayın soruşturulması bir savcı yardımcısına verilmiş. Savcı, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra, zanlının tutuklanması talebiyle mahkeme üyesi bir hakime dosyayı sevk ediyor. Hakim, araç üzerinde yazılmış olan sloganların anlamını bilemediğini söyleyerek kurumda görevli ve Kürtçe konuşabilen bir memuru çağırıp, yazıların anlamlarını soruyor.
Tercümanlık yapması için çağrılan memur, gerçek anlamları gizleyerek, bazı açıklamalar yapıp, kamyon üzerindeki yazıların suç teşkil etmediğini anlatıyor. Bu tercümanın anlatımına karşısında, hakim “ yazılarda suç unsuru yoktur “ diyerek zanlıyı salıveriyor. Savcının anında karara itirazı sonunda, dosya üstadımızın başkanlığını yaptığı mahkeme heyetine intikal ediyor.
Başkan ve heyeti, yazıları ve hâkimin kararını görünce şaşkınlık içinde kalıyorlar. Gerekli görüşmeleri yaparak “ bu cümlelerin suç olduğunu anlamak için tercümana gerek yoktur “ kaydı ve cümlelerin, terör örgütünü övmek ve bölücülük yapmaktan başka bir anlama gelmediği, gerekçesiyle hemen zanlının tutuklanmasına karar verip dava açılması için dosyayı savcıya gönderiyorlar.
Bu davanın yargılaması sonunda, suçu sabit görülen kamyon şoförü sanık 7,5 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılıyor. İşte, bu basit olay bile, bölücü terör ve teröristi ne kadar hafife aldığımızı, nice ihmal ve kararsızlık içine düştüğümüzü ve müsamaha gösterdiğimizi, etkisiz ve yetkisiz olduğumuz gibi hususlarda bize ders olacak niteliktedir. Mersin’de teröristleri tutuklayan hâkimin evi basılarak ve “ kahramanlık sana mı kaldı? “ narasıyla kurşun yağmuruna tutulup şehit edilen hakimi unutmayalım. Yine, geçen bir yazımızda, çatışmada yakalanan ve 25 yıla mahkum olan bir teröristin, cezasının Yargıtay’da nasıl bozulduğu ve tel emriyle mesai gelmeden nasıl salıverildiğini, bu caninin, sonra, Yunanistan kampı ve Kuzey Irak kampında kameralar önüne çıktığını da yazmıştık..
Hâkim üstadımızın verdiği bilgiler arasında, zamanın en üst seviyede devlet yetkilisinin bizzat yaptığı “ bir sağdan, bir soldan “ diyerek idamları dengeledikleri açıklamasını tarihin en tutarsız açıklaması olduğu kanaatine de katıldığımızı bildirmek durumundayız. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, yaklaşık 210 aşırı sol ve 12 aşırı sağ eylemci için idam kararı verildiği, bu sözde dengeli uygulama sonunda 12 sağ eylemci sonunda sol eylemcilerin idamına son verildiği, ayrıca, bunca cana mal olmasına ve onlarca kişinin katilleri (Apo, Sakık ve 65 kişin şehit edilmesinden sorumlu cani dahil) yakalanmış olmasına rağmen, bu güne kadar hiçbir bölücü teröristin idam edilmemiş olması da çok düşündürücü bir konudur. Üstelik bu canilerin çoğunun “ itirafçı olacağız” diyerek ve ipe sapa gelmez bilgiler vererek salıverilmiş olması da tarihi bir çelişki olarak kalacaktır.
( Gelecek Sayıda Başka Bir İbretlik Olayda Buluşmak Üzere ) . saygılar
Av. Naci SÖZEN,(Em. Hv. Mu. Kd. Alb.) Mayıs 2007 / ANKARA

ULUS DEVLET, ATATÜRK VE GENKUR. BŞK. LIĞI DUYURUSU

Gnkur. Bşk.lığı tarafından, 08.06.2007 günü (bugün), gece yarısı saat.00.20 de internet sayfasından yayınlanan duyuruda, kapsamı ve vurguları itibariyle son ikaz sayılabilecek konulara yer almıştır. Özetle;
1.Duyuruda “ Terör Örgütünü paravan olarak kullananların, bu terör olaylarının gerçek yüzünü görmesi zamanı gelmiştir” denmiştir.. (Bu cümle ile, demokrasi ve insan hakları-düşünce özgürlüğü, kavram ve söylemlerine sığınarak, teröre karşı çıkmayan, sempati duyan ve yardım edenler uyarılmaktadır.)
2.Diğer taraftan “ Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımları fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır” denmiştir. (Bu uyarı, tehlikeli gelişmelere ve saldırılara, duyarsız, ilgisiz ve bilgisiz olanlaradır)
3.Diğer taraftan “ Üniter devlet (tek devlet ) yapımızı, çağ dışı olarak nitelendirenlerle karşı karşıyayız” denmiştir. ( Bu söz, federasyon veya sınırlı özgürlük verilmeli diyen hainleredir..)
4. Son uyarı “ Yüce Türk Milleti, teröre karşı kitlesel karşı koyma refleksini göstermelidir” şeklindedir. (Bu uyarıyla, terör karşısında tepkisiz kalınması hususu dile getirilmiştir.)
Sayın Gnkur. Bşk.’nı ikaz ve uyarılarına, ABD gezisinde başlamış, 12 Nisan 2007 günlü ve Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci dahil gerekli açıklamaları yapmış olup, Vatanımızın, Cumhuriyetimizin ve Milletimizin karşı karşıya olduğu, tarihinde görülmemiş derecede büyük tehlikenin boyutlarını, hedeflerini, aktörlerini ve yandaşlarını işaret etmiştir. Bu son açıklama,adeta “son pişmanlık fayda etmez” anlamında, Milleti son uyarış gibi gözükmektedir. Hükümet yetkilileri ve bir çok yetkili kurum ve yöneticilerinin bu tehlikeler ve yapılan mücadele konularında “ tribün seyircisi gibi oturdukları, hatta, tribünde maçı bile seyretmeden gazete okudukları” uzmanların açıklamaları arasındadır.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, henüz Milli Mücadele başında, 19 Mayıs 1919 günü, Havza’da halka hitabında, “ sessiz, durgun ve başı eğik kalmayın, uyanınız, Milli bağımsızlığımızı çiğniyorlar, haklarınızı savunmak için birleşiniz.. Düşman karşısına dikiliniz.. Toplantılar yapınız..Sesinizi duyurunuz.. Bütün dünyaya “ Ben Türk’üm, bağımsızlık bana Atalarımdan miras kaldı. O’nu sana veremem “ diye haykırınız “ demiştir.
Bu gün, Sayın Genkur. Bşk.lığının yayınladığı duyuru ile Atatürk tarafından 88 yıl önce yapılmış olan konuşmayı yan yana koyarak birlikte değerlendirelim. Benzer hususlar var mı? Ulus Devlet gerçekten tehlikede mi? Aslında, bu soruları sormanın ve bunlarla zaman harcamanın zamanıdeğildir. Çünkü bu gün tehlike vardır, yakındır, organizedir ve büyüktür.
Bu terör mücadelesi verilirken, bazı satılmış medya, karakol baskını hakkında bilgi alırken “ kaç ölü var, 7 mi, 8 mi? “ diye konuşuyor ve “şehit” diyemiyor. Diğer bir kanala çıkan Bayan “ Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, şehitlerini sayamaz” diye konuşuyor. İlaveten, “ Barzani’ye kabile reisi demek Güney Doğu halkını rencide eder” diyebiliyor. Barzani Türk vatandaşı mı ?, Güney Doğu bölgesi Irak sınırlarında mı?
Sonuçta,, “ Vatanının bölünmezliği, Devletin varlığı ve Milletin birliği aleyhine faaliyet gösterenler haindirler “ diyerek satırlarımıza son veriyoruz…
Av. Naci SÖZEN / 08 Haziran 2007 –ANKARA

Türkleri tarih sahnesinden silecekler

Degerli Dostlarım,
Günümüzü en iyi anlatan bir yazı aşağıda yer almaktadır. Bu yazıyı anlamamıza yardımcı olması için bazı tespitleri ve saptamaları hatırlamalıyız. Söyle ki;
1. Bir yıl onca bizzat konuştuğun bır tarih profosoru bana " bir kaç yıldır ve bu dönem Türk devletinin önemli ve güvenlikle ilgili kademe ve makamlarından Türk kökenli insanları uzaklaştırma surecidir" demişti ve biraz açmasını istemiştim. Bu iddiasının dergilerde yayınlandığını da söyleyerek açıklamalar yapmıştı.
2. Bir kaç ay önce bir TV kanalında oturuma katılan bir bilim adamı " bu donem ve yonetımı 2. dünya savası sonuçlarını ve dolayısıyla Sevr şartlarını Türklere kabul attırma dönemidir. Bu hükümet bunun için başa getirildi" demırtı ve itiyatla karşılamıştım.
3. Elimde olan 11 aralık 2006 tarihli gazete ilk sayfasında yer alan ana baslık " İnönü Üniversitesi senatosu , Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının yok edilmesi de planlanan anlaşmalara imza atanları ve sözlü taahhütlerde bulunanları, tarih yargılayacak, açıklamasını yaptı " şeklindeydi.
4. AB ve ABD ile diğer devletler Türkiye de etnik kimlik yaratmak için çalıştıklarından, bölücü terör /kurt ve Ermenilere ilave olarak, Pontus, Arap, Hatta Aleviler dahil raporlarda yer verince ve Kurtuluş savaşımızı bile Rumlara soykırım ilan edince, gecen yazımızın birinde "yakında Süryaniler, Dürziler, Kıptiler, cıngeneler v.s. yeni azınlık ve toprak taleplileri yaratılırsa şaşmayalım" diye yazmıştım. Eldeki habere göre Avrupa da 2 adet Süryani TV kanalı kurulmuş ve soykırım edebiyatına başlamışlar..
5. Irak polıtıkamız ve iddialarımız-tarihsel haklarımız kaybedilmiş, Türkmenler oradakiler insafına terk edılmıs, Kıbrıs " bizim Kıbrıs olmaktan cıkmış ve her seyi ile terk edılmekte " ıken, PKK teroru sıyasallasmakta ve onlara Barzanı tarafından af ıstendıgınde bızım tepkımız karsısında, Barzanının ankara temsılcısı " fazla uzatmayın bu af teklıfının Ankara dan geldıgını acıklarız" acıklamasını yapmasından sonra,
6. Istanbul da yasak alanlarda uc adet sehır kurulup adlarına " acarkent, acarıstanbul, acarıstan " ısımlerı verılmıs ve bu yagmada tum devlet gorevlıler (bakan, emnıyetcıler, beledıyeler, sanatcılar, burokratlar,ormancılar, askerler, savcılar, hakımler ) katkı yapmıs-menfaat saglamıs ve sonra bu sırkette ıse gırmısken,
7. Yunanıstan ıle aramızdakı ege dahıl hepsı yunan lehıne gelısmejteyken... 8. Anadoludakı eskı kılıseler dahıl tum hırıstıyan kalıntılar ve mezhepler yenıden canlandırımaya calısılırken.. 8. Devletı yonetenler " Turk, Turkıye, Ataturk, Cumhurıyet " gıbı kavramları mecbur kalmadıkca kullanmamaya ozen gosterırken.......

Asagıdakı yazıyı ve Turk Mıletının yetıstırdıgı en zekı ınsanlardan olan sayın Sınanoglu'nun dıger fıkırlerı ve endıselerını okuyup dınlemekte fayda olabılır dıye dusunmekteyız...

ANADOLU TOPRAKLARI YAGMALANIYOR MU ?

Bir yıldan fazla bir zamandır, yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal (arazi, konut, otel, arsa, maden, şirket ) edinme yarışına girdikleri, bazı kentler ve bölgelerde yasal sınırların aşıldığı haber konusu yapılmaktadır. Bu konudaki iddia ve söylentiler o kadar yoğunlaştı ki, devlete ait kurumların ( kadastro müdürlüğü ) internet siteleri kapatıldı, Cumhurbaşkanlığı bile konuyu inceletme gereği duydu. Bu durumu “ Anadolu toprakları kapışılıyor, hatta, yağmalanıyor “ ifadesiyle tanımlayan uzmanlar bile çıktı.
Bu kapışma, zoraki veya gizli bir faaliyet olmayıp, yönetimimizin, AB organları, batılı ülkeler ve onların dahili destekçileri tarafından, yönetime yapılan baskılar, teşvik ve telkinler, zorlamalar ve yol göstermeler sonucunda yapılmış yaptırılmış yasal düzenlemeler doğrultusunda yapılmakta olan bir yağmalamadır. Tarihe baktığımızda, Abdülhamit zamanında, 1900 yıllarında yabancılara mal satışına izin veriliyor. Kısa bir süre içinde, İzmir ve Çukurova bölgesinde birçok köy arazisinin yabancıların mülkiyetine geçtiği görülüyor. Bu durumun gelecek için büyük bir tehlike oluşturacağı anlaşılmış olduğundan 1914 yılında bu mal satış izni iptal ediliyor.
Yapılan araştırmada, son yasal düzenlemeler sonucunda, 80 ülke vatandaşının arazilerimiz ve evlerimize müşteri çıktıkları görülmüştür. Hatay bölgesinde yapılan satışlar yasal sınırları aştığı için satış durdurulmuş olup, Didim kentinde bulunan 40.000 adet konutun, 15.200 adedi İngilizler ve İzlandalılar mülkiyetine geçmiş durumdadır. Yabancılara yapılan satışların, Antalya, Hatay, Aydın, İstanbul, Gaziantep, Balıkesir, Urfa (GAP) ve İzmir bölgelerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Uzmanlar, yabancılar mülkiyetine geçen taşınmaz miktarının sözü edilen veya tahmin edilen miktarlardan çok daha fazla olduğunu belirtiyorlar. Bunun nedeni olarak da, direk satışlar yanında, yabancı ortaklı şirketlere satılan mallar, yerliler tarafından alındıktan sonra yabancılara devredilenler, şirket satışları, özelleştirmeler ve maden sahaları satışlarıyla yabancıların eline geçen malların miktarın henüz bilinmemesini gösteriyorlar.
Yabancılara toprak satışı konusunda çıkartılan yasalar ;

- 1984 yılında yasa çıkarılıyor. Bu yasa Anayasa mahkemesi tarafından Anayasaya aykırı bulunduğundan iptal ediliyor.
- 1986 yılında aynı yasa tekrar çıkarılıyor. Anayasa mahkemesi bu yasayı daiptal ediyor.
- 2003 yılında, şimdiki hükümet tarafından geniş kapsamlı, dini vakıfları da kapsayacak şekilde yasa çıkarılıyor. Bu yasada iptal ediliyor.
- Yasa tekrar çıkarılıyor. Muhtemelen bu yasada Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilecek. Fakat, her seferinde, yasa iptal edilene kadar geçen süre içinde yabancılar zamanla yarışırcasına mal satın alıyorlar. Satışlar halen devam etmektedir.
- Bu noktada, Ünlü Ceza Hukukcusu, Prof. Dr. Faruk EREM tarafından ifade edilen “ Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bir konuda, tekrar yeni bir yasa çıkarmak Anayasayı ihlal suçunu oluşturur “ kuralından da söz etmeliyiz.
- Buraya kadar olan yağmalama, devletimizin yasal düzenlemelerine dayanılarak yapılmış bir yağmalamadır. Esas önemlisi ve tehlikelisi, Anadolu toprakları için yürütülmekte olan “ zorla yapılması planlanan yağmalamanın “ yaklaşmakta olmasıdır. Gün geçmiyor ki, karşımıza, Vatanımızı bölünmüş olarak gösteren haritalar çıkarılmasın, Anadolu topraklarını, 3. 5, 8 ve 13 parçaya bölünmüş olarak gösteren haritalar her ortamda ve fırsatta yayınlanmaktadır. Rum Pontus Derneği Genel Başkanı Kalenderis tarafından Pire şehrinde dağıtılan son haritada, Anadolu tam olarak 13 parçaya bölünmüş gösterilmekte ve Türklere yer ayrılmamış durumdadır. Bu harita, İzmir’de yapılan “ Sevdamız Cumhuriyet “ konulu panelde, konuşan Yazar Yaşar AKSOY tarafından konu edilmiştir.

Papadopulos yaptığı açıklamalarda;
Hatay bölgesi Arap halkına kendi kaderlerini tayin hakkı verilmelidir, - İşgal altındaki topraklarımız (İstanbul ve İzmir bölgesini kastediyor) konusunda çözüm bekliyoruz. (7 Nisan 2004 ) .. Türkler, 1922 yılında, İzmir’de 300.000 Rum vatandaşını katlettiler. Bunun adı “İzmir Soykırımıdır” demiştir.
Güney Kıbrıs Rum Meclisi, 05 Aralık 2003 günü kabul ettiği bir kanunla, “14 Eylül 1922 tarihi, Küçük Asya Elenizmi yıkımı ve şeref günü olarak kabul edilir. Her yıl, 14 Eylül günü, Türkler tarafından Küçük Asya’da (Ege Bölgemiz) yerlerinden edilen Yunanlılar için konuşmalar, etkinlikler ve anma törenleri yapılması kabul ve teyit edilir “ ifadelerini hüküm altına almıştır.

Başbakanımızın Selanik şehrini ziyaret ettiği gün, bu şehir meydanına “ Pontus Rumları Soykırım Anıtı” törenle dikilmiştir. Törene, Yunan milletvekilleri ve belediye başkanları da katılmıştır. Vatanımıza,tarihimize ve insanlığımıza yönelik bu saldırı ve iftiralar karşısında en ufak bir kınama veya protesto yapılmamış olması düşündürücüdür.
AB organlarının kararlarında, vatandaşlarımız arasında etnik guruplar oluşturma ve bazı gurupları harekete geçirme gayretleri sıkça yer almıştır. Alevi vatandaşlarımızı farklı bir etnik kimlikle tanımlama gayretleri izlenmiştir. TV programına katılan bir uzman, “ABD düşünce kuruluşlarının ortaya koyduğu felaket senaryolarının boşuna olmadığını, aslında gizli bir ajandalarının olduğunu, gelecek günlerde, yurdumuzun bir bölgesinde önemli bir olay olacağı ve sonrasında bir etnik gurubun eylemler başlatacağının konuşulduğunu” söylemiştir.
Batılı ülkelerin, Türklere, Sevr şartlarını ve 1. Dünya savaşı yenilgisini kabul ettirme gayretinde oldukları bilinmektedir. Anadolu topraklarının parçalanması kararının çoktan verildiği, esas mücadelenin, bu paylaşımda kimin ne kadar yeri ve nereleri alacağı konusunda yaşanacağı da konuşulmaktadır. Fener Patriğinin, geçen yaz boyunca, İznik, Sivas, Kapadokya, Hatay, İzmir ve Bergama gibi önemli Hiristiyan Kiliselerini dolaşarak kilise yıkıntıları arasında ayin yapmış olması da bu gidişin bir işareti sayılmalıdır. Van’da Akdamar Ermeni kilisesinin devlet eliyle onarılarak açılması da enteresan bir durumdur.
Bundan 10-15 yıl öncesinde, bazı zengin ABD vatandaşının, Van bölgesinde bir tatil köyü kurma girişimi başlattığını hatırlıyoruz. Bu girişimin arkasında, zengin ABD vatandaşı Ermeniler olduğu ve amaçlarının, bu bölgede küçük de olsa bir “köşe başı tutmak “ olduğu ortaya çıkınca, bu girişim engellenmişti. Aynı amaçla, Van şehrinde bir otel/yaşlılar evi açılması girişim de engellenmişti. Bu girişimler asla küçümsenmemelidir. Aralık1996 ayında, İsrail ziyaretimizde, bize rehberlik eden Bayan Bahar (Şişli doğumlu ve evlenmeyle İsrail vatandaşı olmuş, Türkçe konuşan bir bayan ), bir fabrika bölgesine giderken, uzakta görülen ağaçlık bir araziyi işaret ederek “ bu arazi İsrail devletinin kurulması için ilk adımların atıldığı yerdir” demiştir. Devamla “ Padişah Abdülhamit zamanında, zengin bir Yahudi asıllı ABD vatandaşı, bu araziyi satın alarak çiftlik kurmuş, çiftliğeYahudilerden oluşan kahya, işçi, hizmetçi ve aşçı aileler yerleştirmiş, bunlar, şimdiki İsraillilerin öncüleri olmuşlar. Bu nedenle de, bizler, Osmanlı (Türkler)’e ayrı bir sevgi ve saygı besleriz” diyerek sözlerinitamamlamıştır.Sonuç olarak, özelleştirmenin bir yabancılaştırmaya dönüştüğünü, Türkiye’nin birliğinin Avrupa Birliğinden önemli olduğunu, ülkemizde uyanık adam istenmediğini, Ulus Devlete, Vatana, Bayrağa ve Atatürk’e sahipçıkanların hemen fişlendiğini unutmayalım. Vatana ihanet içinde olanlara ve hainlere yardım edenlere nasıl davranılmalı? Bu soruya verilebilecek en yumuşak cevap “ önce alkış tutulmamalı “ şeklinde olacaktır. Çünkü,günümüzde hainlere hep alkış tutuluyor..
Bir hafta önce, bu Vatan için mücadele ederken şehit düşen Binbaşının, İstanbul’da kılınan cenaze namazında, Cami avlusuna halkın sokulmaması, namazın Polislerce kılınması, bu durumun gazetelerde yansıtılmaması,özellikle, Milliyet gazetesinin, ilk sayfasında, bu şehit cenazesi hakkında hiçbir yazı ve resim yer almamış olmasını, aksine, aynı günlü sayıda, 30yıl önce, ülkemizde suç işleyerek kaçan ve iftiralarıyla “ geceyarısı ekspresi” filmi senaryosunu yazan hain İngiliz’in, yıllar sonra yurdumuza tekrar gelişinin ilk sayfada flash haber yapılmış olmasını nefretle kınıyoruz.
Yazan : Av. Naci SÖZEN, 20 HAZİRAN 2007 / ANKARA

Kahpe Kursun ne sorar?

Kursun adres sormadı diye baslık atmisler. Vatanin bağrında ve günün ortasında, çorbalarını yudumlayan FAKİR VE GARIBAN Anadolu gençlerinden 8 kişi fidan devrilir gibi düştü toprağa...

Onlar toprağa düştü fakat acılar nice yüreklere çıkmamasına yerleşti...
Meclis görüşmelerinde "erlerin bayram günleri yemek bedelleri artırılsın" diyerek hazırlanan kanun tasarısına karsı çıkarak " yemek bedelleri artması,
zaten askerler yiyeceğini yiyor, götüreceğini oturuyor "diyerek Ordumuz hakkındaki kin ve nefretini kusan Karaman milletvekili hakkında yayınladığım yazıyı bir kez daha okuyalım.. Gazete baslığı da ektedir.
Kalplerinde Vatan, Millet, Devlet ve Atatürk sevgisi olmayanlar, zengin olmuş çocuklarına sahte raporlarla (testis kanseri) çürük raporu alıp, askerlikten kurtarırken, yine kurşunlara hedef olmak koy delikanlılarınadust Demiş ya ozan türküsünde " Askerimiz Fakirdendir " diye... Raporu alanı da, vereni de lanetliyorum. Kameralara, bu rapordaki hastalık yok diyebilen ve raporu sır olarak niteleyen doktoru sonsuza kadarlanetliyorum... Ortada bir sır yok, açıkça ihanet ve lanetlik durum var..

Bir sırdan söz edilecekse, alanla veren arasındaki çıkar pazarlığı sır olarak kalacaktır.Vatan sevgisi öyle bir sevgi ki, kalpler üzerine toplanan tozları süpürür, ruhlara musallat olan kirli duydukları temizler....TSK Rehabilitasyon Merkezin de 2 aydan beri gözlemlediğim nice "Kınalı Bacaksız " öyküsünü yazmaya hazırlanırken bu acı olay oldu...
Aslında, Kuzey Irak girmesi tartışılırken, hainler " ırak i bırak ben orta yerindeyim ve seni her an vururum" mesajı veriyor.

Bu mesaj ve şehitler karsısında hiç ses çıkarmayan yönetici ve vekiller bunun vicdanisorumluluğunda boğulacaklardır. Türk Milleti ile açıkça alay ediliyor, dalga geçiliyor. Vatanin üzerine karabulutlar doldu, nedenleri bilinen ve sonuçları kestirilemeyen kalleş bir savaş senaryosu oynanıyor.Uyanacağız elbette.... Anladık ki, kahpe kursun adres sormaz" . Peki ne sorar? Belki bir gün " karşımda hep garipler mi olacak, içinizde hiç zengin ve torpilli yok mu? " diye sorar.