BEKMEZ OLMUŞ AKIDA
Tık, tık, Tıkıda…
Pekmez olmuş akıda..
Üşüttüysen, hastaysan,
Git doktora bakıda….
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası, Merkez Mahallesinde Tıkıda Nine (halk deyişiyle Tıkada Garı ) adıyla bilinen yaşlı bir nine vardı. Bizim çocukluğumuzda, tarlasına ve bahçesine gider, ekin biçer, canı tez ve oldukça da hareketli, çalışkan ve pratik birisiydi. Karşılaştığı insanların hatırını mutlaka sorar, iyi dileklerini ifade ederdi. Bir yolculuk sırasında, birlikte yürüdüğümüz insanlara, ekin biçtiği tarlasının kenarında bulunan bir pınarın suyunu anlatırken, “ buz gibi ve datlı bir suyu var, otur başına, ye ekmeği iç suyu, katık bile istemezsin “ dediğini dün gibi hatırlıyorum.
Bir güz mevsimi, pekmez (halk dilinde bekmez) furununun başında bir çok komşu ile birlikteydi. Eskiden az sayıda fırın vardı ve herkes istediği fırında üzümünü (pekmezini) kaynatırdı. Pekmez fırınlarının başı, günler ve geceler süren, neşeli ve nükdeli sohbetlerin yaşandığı, kendine has bir kültür ortamı olurdu. Bazı aileler, bahçelerinden topladığı üzümleri, fırın başına yıkarak sıraya girerken, bir önceki aile, şehranada (şıra hane) üzümlerini çiğnemekte olur, bir önceki de furun ocağı üzerine monte edilmiş kazanlarda şırasını üzüm haline getirmek için sürekli kaynatmakta olur, pekmezini kaynatmış olanlar da, üzüm cuburlarından sirke yapmakla meşgul olurdu. Yani, fırın başında, en az 5 aile bulunur, her biri farklı bir iş yapar, bu arada iş bilir olanlar diğerine yardım ederdi. Kazana taşlı (gayrak) toprak katılması zamanını, pekmezin çıkarma kıvamını, sirkeye su katılmasını en iyiye sorarlardı.
İşte, böyle neşeli bir fırın başı telaşı yaşanırken, havaların soğuk gitmesi ve gece boyunca kazan başında pekmez savurmuş olması nedenleriyle, rahmetli Tıkıda Nine, üşütmüş, hem öksürüyor, hem de “ hık, hık “ diye yutkunuyormuş.. Bu durumu izleyen ve ona nazı geçen şair ruhlu birisi de, duruma biraz da neşe katmak için Tıkıda Nineye dönmüş ve bu dörtlüğü söylemiş. Halk dilinde, bir kişi hasta olduğunu söylediğinde “ git dokdura bir bakıt “ denirdi. Bunun anlamı, doktora muayene ol demekti. Manicimiz, Ninemize “ Tıkıda, tık tık edip durma, bak, pekmezin de kaynadı, hatta, koyulaştı ve akıda oldu. Bırak git, doktora muayene ol “ demek istemişti. Pekmez kıvamını bulduktan sonra çıkarılır, birazı daha da koyulaşması için kazan dibinde kaynatılmaya devam edilir ve koyulaştığında çıkarılırdı.
İşte, bu koyulaşmış pekmeze de “akıda” denir ve salatalıkla hemen oracıkta ikram edilir, kaklı pekmez yapılır ve bandırma batırılırdı. Bu pekmez fırınlarına ait faaliyeti ayrıntılarıyla yazmak gerekmektedir. Kazancının geçmişinde yaşamış, kültürümüze, yaşantımıza zenginlik ve neşe katmış olan tüm bu insanları Rahmetle anıyoruz...
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılarım “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
13 Aralık 2007 Perşembe
Çorbanıza Bir Dalayım..
ÇORBANIZA BİR DALAYIM..
Çekilin de, çorbanıza bir dalayım,
Bir “ dene “ bulabilirsem, alayım,
Bulamaz da. bunalırsam,
Varsın, bunalayım…….
Kazancılı Bekir Hoca ..
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası Yukarı Mahalleye ilk yerleşen kişilerin Bekir Hoca (Ünlü ) ve Halil Hoca (Yılmaz) isminde iki kardeş olduğu bilinir. Bekir Hoca, varlıklı, sürüleri ve arazileri olan bir kişi iken, Halil Hoca, biraz kalender bir kişiymiş. Bu kalenderlikten olacak “ Halil Hocaların çorbasının denesi az olur “ diye şaka yaparlarmış. Bunun anlamı, çorbanın, eti, bulgur, nohut ve yağ gibi katkıları, diğer bir deyişle “ evini “ yavan (az) konur demekmiş. Bekir Hoca, aynı zamanda şair ruhlu ve hayata hep gülmece (espri) katan ve maniler yakan bir kabiliyete sahipmiş.
Günlerden bir gün, Bekir Hoca, kardeşi Halil Hoca’nın evine misafir olmuş. Ev halkı tam yemeğe oturacaklarmış. Misafiri de yemeğe buyur etmişler. O zamanlar, yemek üzerine gelen veya misafir olan, yemek sofrasına, karnı tok olsa bile mutlaka oturur, bir lokmada olsa yer ve sonra çekilirmiş. Bunun nedeni, ev sahibine ve sofradaki nimetlere saygılı davranmış olmak içinmiş. Bekir Hoca, sofraya yaklaşırken, kaşığı almış ve yukarıdaki maniyi patlatarak çorbaya daldırmış..
Bekir Hocalar sülalesindeki bu sanatçı ve şair ruhu halen üyelerinde devam etmektedir. Bekir Hocanın adı Bekir çobanla, Halil Hocanın adı ise Halil Yılmaz isimleriyle devam ediyor. Bekir Hocalar sülalesinden, Ali ve Ömer Ünlüler ses ve saz sanatçısı, Zafer Altınsoy’da aynıdır. Bu sülaleden benim tanıdığım son manici de merhum Zeki ÜNLÜ idi. Çocukluğumuzda, yaylalarda sığır güderken, her duruma ve harekete bir dörtlük uydururdu. Bunlar kaydedilmediği için unutulup gitmiştir. Kızılalan’da bir bahar günü söylediği dörtlüklerden, sadece “ Çencire de bişer heleş, Mıtırıbın Hasan Keleş “ satırları aklımda kalmış. Bu sırada yanımızda olan Fevzi KELEŞ ise, espriye devam ederek “ Kim o çeken, Mıtırıbın Hasan “ katkısını yapmış, herkes gülmüştü. Bekir hocalardan, halen şiir yazanlardan birisi de, İzmir’de yaşayan Nene ÖZDEMİR (ÜNLÜ)’dür. Onun karalama defterinden seçtiğim bazı şiirler yayınlanmaktadır.
Kazancının kültürüne, geçmişine, yaşantısına, hizmetleri, çalışması, sözü ve sazıyla katkılarda bulunan herkesi Rahmet ve Saygı ile anıyoruz. Bu mani ve öyküsünün derlenmesinde bana yardımcı olan ve ana tarafından Bekir Hocalara dayanan Sayın Haydar ÇALIŞKAN için de sosuz teşekkürlerimi sunmalıyım.
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
Çekilin de, çorbanıza bir dalayım,
Bir “ dene “ bulabilirsem, alayım,
Bulamaz da. bunalırsam,
Varsın, bunalayım…….
Kazancılı Bekir Hoca ..
YAKIMIN (MANİ) HİKAYESİ :
Kazancı Kasabası Yukarı Mahalleye ilk yerleşen kişilerin Bekir Hoca (Ünlü ) ve Halil Hoca (Yılmaz) isminde iki kardeş olduğu bilinir. Bekir Hoca, varlıklı, sürüleri ve arazileri olan bir kişi iken, Halil Hoca, biraz kalender bir kişiymiş. Bu kalenderlikten olacak “ Halil Hocaların çorbasının denesi az olur “ diye şaka yaparlarmış. Bunun anlamı, çorbanın, eti, bulgur, nohut ve yağ gibi katkıları, diğer bir deyişle “ evini “ yavan (az) konur demekmiş. Bekir Hoca, aynı zamanda şair ruhlu ve hayata hep gülmece (espri) katan ve maniler yakan bir kabiliyete sahipmiş.
Günlerden bir gün, Bekir Hoca, kardeşi Halil Hoca’nın evine misafir olmuş. Ev halkı tam yemeğe oturacaklarmış. Misafiri de yemeğe buyur etmişler. O zamanlar, yemek üzerine gelen veya misafir olan, yemek sofrasına, karnı tok olsa bile mutlaka oturur, bir lokmada olsa yer ve sonra çekilirmiş. Bunun nedeni, ev sahibine ve sofradaki nimetlere saygılı davranmış olmak içinmiş. Bekir Hoca, sofraya yaklaşırken, kaşığı almış ve yukarıdaki maniyi patlatarak çorbaya daldırmış..
Bekir Hocalar sülalesindeki bu sanatçı ve şair ruhu halen üyelerinde devam etmektedir. Bekir Hocanın adı Bekir çobanla, Halil Hocanın adı ise Halil Yılmaz isimleriyle devam ediyor. Bekir Hocalar sülalesinden, Ali ve Ömer Ünlüler ses ve saz sanatçısı, Zafer Altınsoy’da aynıdır. Bu sülaleden benim tanıdığım son manici de merhum Zeki ÜNLÜ idi. Çocukluğumuzda, yaylalarda sığır güderken, her duruma ve harekete bir dörtlük uydururdu. Bunlar kaydedilmediği için unutulup gitmiştir. Kızılalan’da bir bahar günü söylediği dörtlüklerden, sadece “ Çencire de bişer heleş, Mıtırıbın Hasan Keleş “ satırları aklımda kalmış. Bu sırada yanımızda olan Fevzi KELEŞ ise, espriye devam ederek “ Kim o çeken, Mıtırıbın Hasan “ katkısını yapmış, herkes gülmüştü. Bekir hocalardan, halen şiir yazanlardan birisi de, İzmir’de yaşayan Nene ÖZDEMİR (ÜNLÜ)’dür. Onun karalama defterinden seçtiğim bazı şiirler yayınlanmaktadır.
Kazancının kültürüne, geçmişine, yaşantısına, hizmetleri, çalışması, sözü ve sazıyla katkılarda bulunan herkesi Rahmet ve Saygı ile anıyoruz. Bu mani ve öyküsünün derlenmesinde bana yardımcı olan ve ana tarafından Bekir Hocalara dayanan Sayın Haydar ÇALIŞKAN için de sosuz teşekkürlerimi sunmalıyım.
(Başka bir “ Manilerimiz ve Öyküleri “ yazısında buluşmak üzere..)
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
Not : Tüm yazılar ve siirler “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (3)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (3)
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (3)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (3)
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İzmir / Gaziemir’de bulunan Hava Eğitim Merkezine öğretmen olarak atanmış ve görevime 1687 yılı sonbaharında başlamıştım. Yeni eğitim dönem için sınavları kazanan ve Astsubay Adayı öğrencisi olan gençler temel eğitim safhasındaydı. Bizim okulda verilecek olan Elektronik Başlangıç eğitimlerinin başlamasına bir aylık bir zaman olmasına rağmen, öğretmen planlaması yapılmış ve ders programları dağıtılmıştı. Benim derslerine gireceğim sınıf, eğitimi aynı süreç içinde alacak olan 6 sınıfın başında yer alan Elektronik-A sınıfıydı. Bu sınıfa, elektronik lise, teknik lise ve Anadolu liseleri mezunlarından, sınav notları en yüksek olan öğrenciler alınmışlardı. Çünkü, bu sınıfın öğrencileri, ihtisas eğitimine başlarken, bilgisayar, radar, F/S, bilgi teşhir cihaz teknisyenliği dahil olmak üzere, ileri teknoloji ürünleri sistemlerin makinistliğine ayrılacaklardı.
Derslere planlanan 6 öğretmen birlikte çalışarak hazırlanıyorduk. Bir yıl önce aynı dersleri anlatmış olanlar, tecrübelerine dayanarak, ne kadar gayret göstersek ve öğrencileri ne kadar yüksek puanlılardan oluşsa da ilk sınavlar sonunda bir kişide olsa zayıf not alan öğrenciye rastlandığını, zayıfsız sınıfa rastlanmadığını anlatıyorlardı. Ders vereceğim öğrencilerin seçme kişiler olmasından heveslenerek, derslere iyi hazırlanır, anlaşılır bir anlatım ve sürekli tekrar yaparsam bir ilki gerçekleştirerek zayıfsız bir sınıfa ulaşabileceğimi düşündüm. Bu düşüncemi kimseye açmadan hazırlıklarıma hız verdim.
Ders günü gelmiş, öğrenciler sıralar halinde sınıfları doldurmuşlardı. Ders planları, öğretim rehberi ve ders kitabım elimde A sınıfına girdim. Gençler, bir mesleğe sahip olmak için yeni bir eğitimin başında ve başarmak zorunda olduklarının bilincinde olarak bakıyorlardı. Kısa bir tanışmadan sonra derse başladık. Her gün, bir önceki gün içinde anlatılanları ve karmaşık bölümleri tekrarlayarak yeni konuya başlıyordum. Bu uygulama günlerce böyle devam etti. Hedefim, ilk yazılı sınavda benim sınıfımda zayıf alan öğrenci olmamasını sağlamaktı. Sınavlarda en aşağı 60 puan alınması gerekiyordu.
Sınav günü geldi ve sınav bürosunca hazırlanan soru bukletleri ile görevlendirilen sınav sorumluları sınıfa girdiler. Soruların ve sınav görevlilerinin seçimi değerlendirme kısmınca yapılıyordu. Soru ve cevap kağıtları dağıtılarak süre başlatıldı. Sonrasında, cevap kağıtları ilgili büroya götürüldü. Bir gün sonra da not listesi elimize verilerek öğrencilere duyurmamız istendi.
Sınav not listesini aldığımda ilk işim listede altı kırmızı kalemle çizilmiş bir not olup olmadığını aradım. Geçer notun altında olanların altı kırmızı renkle çiziliyordu. Bir öğrencinin notu 60 puanın altında ve kırmızı çizgiliydi. Aslında, 40 kişilik sınavdan ilk imtihanda bir kişinin zayıf not almış olması da çok başarılı bir netice sayılmalıydı. Fakat, benim hedefim gerçekleşmemişti.
Sınav not listesi ile sınıfa girdim, sıradan isimleri okudum ve notlarını söyledim. Kırık not alan kişi Mehmet BAŞPINAR isimli öğrenciydi. Okuma bittikten sonra, hedefimi anlattım ve zayıf alan öğrenciye biraz ikaz edici sözler söyledim. Öğrenci, özür dileyerek, gelecek sınavlarda başarılı olmak konusunda gayret göstereceğine söz verdi. Öğrenci tam yerine oturacaktı ki, ona “ nerelisin? “ diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum. Öğrenci biraz çekinerek “ Ermenekliyim hocam “ diye cevap vermez mi? Bu cevap karşısında kısa bir şaşkınlık geçirdim. Sanki bir şaka yapılıyordu. Tekrar sorunca “ eski adıyla GARGARA kasabasındanım “ diye tamamladı. Bende “ demek benim hedefimi engelleyen benimle aynı ilçedenmiş “ diyerek durumu toparlamaya çalıştım.
Ermenekli, bu seferde, hiç tahmin etmediğim bir yerde ve tahmin edemeyeceğim şekilde karşıma çıkmıştı. Eğitimin devamında başarılı olan delikanlı mezun olarak görevine başladı. Hikaye burada bitmedi tabi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İzmir’den ayrıldım ve Ankara Hv.K.K.lığı karargahında göreve başladım. Bir gün, karargah giriş kapısından gelen bir telefon “ bir ziyaretçim olduğu “ söylüyordu. Hemen kapıya gittim. Yaşlı bir kişi ziyaretçi salonunda etrafı inceliyor. Tanıştık, Ermenekliydi. İsmini sordum. Cevaben “benim ismim Mehmet BAŞPINAR “ demez mi? Al bir şaşkınlık daha.. Hem de Gargaralı (Güneyyurt) .. Bir şaka gibiydi. Birkaç yıl önce aynı yerli ve aynı isimli bir öğrenciyle karşılaştığımı anlattım. Öğrencinin, sülalelerinden birinin oğlu, yani kendisinin yeğenlerinden biri olduğu söyledi. Ankara’da yaşıyordu. Başka bir yeğeni bizim binada askermiş. Kendisine yardımcı olduk.. Görüşmelerimiz devam etti..
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Ermenekliye Nerelerde Rastladım ?- (4)
ERMENEKLİYE NERELERDE RASTLADIM ? – (4)
İskenderun kentinde görevli olduğum 1980’li yılların başlarında, bir sabah, yörenin yayla muhiti olan Belen kasabasında fırından ekmek alırken, önümdeki bir kişinin arkadaşı ile yaptığı konuşmalara istemeden tanıklık ediyordum. Konuşma aralarında, bu kişin, kelimeleri Ermenekli gibi uzatıp çekiştirdiği fark ediliyordu. Hiç ihtimal vermediğim halde, “pardon, buralımısınız ?” diye sordum. Aldığım cevap “ hayır buralı değilim, Ermenekliyim “ olunca, hem şaşırdım, hem de yanılmadığım için sevindim. Ermenek merkezden ve Demir Çelik fabrikasında çalışan, soy ismi Yanievli olan bir arkadaştı. Biraz sohbet edip ayrıldık.
Bu olaydan aylar sonra, bir görev için akşam saatlerinde Adana’ya intikal ettim. Başka yerlerden gelenlerle buluşulacak ve topluca Karataş ilçesine gidilecekti. Geceyi geçirmek için İncirlik tesislerine vardım. Misafirhane kaydını yaptırdıktan sonra, yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Açık büfe, kantin veya kafeterya yoktu. Şehir çok uzak ve vasıta sorunu vardı. Karşılaştığım bir resmi görevli, az ilerde olan yemekhaneyi göstererek, nöbetçi amirinin yemekte olması gerektiğini, oraya gidip yemek yiyebileceğimi söyledi.
Geceyi aç geçirmemek için yemekhane tarafına yöneldim. Fakat, içim rahat değildi. Nihayet, kapıdan girince salonun ortasında bir masada tek başına yemek yiyen amiri fark ettim. Diğer personel, çevrede toplu masalarda yemeklerini yiyordu. Doğruca amirin masasına yöneldim. Beni gören amir - rütbesinin Binbaşı olduğu fark ediliyordu – buyurun işareti yaptı. Karşısına oturdum ve ismimi, rütbemin Yüzbaşı olduğunu, orada bulunuş nedenimi ve yemek problemini söyledim. Görevlilere işaret ederek yemek getirtti. Karşılıklı yemek yerken, konuşmamız da devam ediyordu. Nöbetçi Amiri, konuşma arasında, bana “ nerelisiniz?” diye sordu. Bu soruyu cevaplarken, bir Ermenekli ile karşılaşma olasılığım, her halde “ sıfır ” seviyesindeydi.
Bu soruya karşı “ Ermenekliyim “ cevabını verdim. Amirin “ aa ! öyle mi ? ne tesadüf, ben de Ermenekliyim “ demesi ile tam bir şok yaşadım. Böyle bir cevap alacağım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Sohbetin ilerleyen safhasında, amir Binbaşımızın Ermenek merkezden olduğu, çocuk yaşlarında, babasının Ermenek bağ arasındaki evlerinde bir dinamit patlaması sonucu öldüğünü, annesinin bu olaylardan uzaklaşmak için kardeşlerini de alarak İzmir kentine göç ettiğini, bu şehirde büyüyüp tahsilini tamamladığını “ anlattı. Ortaokul zamanımda, (1963-1966 ) Ermenek’te oturan halamların, bağ arası Yarasa köprüsü yakınlarındaki bağ evine gitmiş, bir gece de orada yatmıştım. Bu ölüm olayının, halamların bağ komşusu bir evde, yıllar önce yaşanmış olduğu, ahşap evin ikinci katında uyuyan adamın, alt kattan yerleştirilen bir dinamit lokumunun patlamasıyla öldüğünü duymuştum. Tam 20 yıl önce duyduğum bu bilgilerimi hatırladım, fakat ayrıntılara girmedim. Bir müddet daha sohbet edip ayrıldık, fakat, sonrasında bir daha karşılaşmak kısmet olmadı.
Adana’da en yalnız olduğum sırada, karşılaştığım ve problemimi hemen halleden kişinin Ermenekli çıkması, hala unutamadığım bir anımdır. Hikaye daha bitmedi. İkinci gün, görev tamamlanıp Adana şehrine döndüğümüzde, bir arkadaş, ekibimizi çarşı içinde, Japon pasajı olarak bilinen bir yere götürdü. Hediyelik eşya almak için girdiğimiz dükkan sahibi, bize, çay söylerken “ ice tea, please “ (buzlu çay lütfen) deyince, bizi Amerikalı sandığını anladım. Biraz konuştuktan sonra, İngilizce’yi iyi konuştuğunu söyledim ve nereli olduğunu sordum. Satıcı, tabii ki “ Ermenekliyim “ cevabını verdi. Bu cevap da bende bir şaşkınlık yarattı. Sohbet ilerleyince, yıllar önce Akmanastır (Gökçekent) köyünden Adana’ya geldiğini, yeğenlerini de aynı şehre geldiklerini anlattı. Bu kişi, Kazancı kasabasında uzun yıllar bakkallık yapmış olan Mustafa Özgören’in kardeşliydi. Bahsettiği yeğenleri de bu kişinin çocukları, halen, yaşamakta oldukları bu şehirden, Ermenek ve çevresine gelerek, sonbaharda, elma tüccarlığı yapmaktadırlar. Memleket ve sıla hasreti kokan sohbetten sonra oradan ayrıldım. Yıllar sonra, yeğenlerine sorduğumda, hastalıktan vefat ettiğini de öğrendim.
Bu kısa anlatımda, nerelerde Ermenekliye rastladığım konusunda üç örnek yer almış durumdadır. Daha nice yerlerde, hangi hemşehrim ile karşılaşacağımı da gelecek yazılarda anlatalım….
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
İskenderun kentinde görevli olduğum 1980’li yılların başlarında, bir sabah, yörenin yayla muhiti olan Belen kasabasında fırından ekmek alırken, önümdeki bir kişinin arkadaşı ile yaptığı konuşmalara istemeden tanıklık ediyordum. Konuşma aralarında, bu kişin, kelimeleri Ermenekli gibi uzatıp çekiştirdiği fark ediliyordu. Hiç ihtimal vermediğim halde, “pardon, buralımısınız ?” diye sordum. Aldığım cevap “ hayır buralı değilim, Ermenekliyim “ olunca, hem şaşırdım, hem de yanılmadığım için sevindim. Ermenek merkezden ve Demir Çelik fabrikasında çalışan, soy ismi Yanievli olan bir arkadaştı. Biraz sohbet edip ayrıldık.
Bu olaydan aylar sonra, bir görev için akşam saatlerinde Adana’ya intikal ettim. Başka yerlerden gelenlerle buluşulacak ve topluca Karataş ilçesine gidilecekti. Geceyi geçirmek için İncirlik tesislerine vardım. Misafirhane kaydını yaptırdıktan sonra, yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Açık büfe, kantin veya kafeterya yoktu. Şehir çok uzak ve vasıta sorunu vardı. Karşılaştığım bir resmi görevli, az ilerde olan yemekhaneyi göstererek, nöbetçi amirinin yemekte olması gerektiğini, oraya gidip yemek yiyebileceğimi söyledi.
Geceyi aç geçirmemek için yemekhane tarafına yöneldim. Fakat, içim rahat değildi. Nihayet, kapıdan girince salonun ortasında bir masada tek başına yemek yiyen amiri fark ettim. Diğer personel, çevrede toplu masalarda yemeklerini yiyordu. Doğruca amirin masasına yöneldim. Beni gören amir - rütbesinin Binbaşı olduğu fark ediliyordu – buyurun işareti yaptı. Karşısına oturdum ve ismimi, rütbemin Yüzbaşı olduğunu, orada bulunuş nedenimi ve yemek problemini söyledim. Görevlilere işaret ederek yemek getirtti. Karşılıklı yemek yerken, konuşmamız da devam ediyordu. Nöbetçi Amiri, konuşma arasında, bana “ nerelisiniz?” diye sordu. Bu soruyu cevaplarken, bir Ermenekli ile karşılaşma olasılığım, her halde “ sıfır ” seviyesindeydi.
Bu soruya karşı “ Ermenekliyim “ cevabını verdim. Amirin “ aa ! öyle mi ? ne tesadüf, ben de Ermenekliyim “ demesi ile tam bir şok yaşadım. Böyle bir cevap alacağım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Sohbetin ilerleyen safhasında, amir Binbaşımızın Ermenek merkezden olduğu, çocuk yaşlarında, babasının Ermenek bağ arasındaki evlerinde bir dinamit patlaması sonucu öldüğünü, annesinin bu olaylardan uzaklaşmak için kardeşlerini de alarak İzmir kentine göç ettiğini, bu şehirde büyüyüp tahsilini tamamladığını “ anlattı. Ortaokul zamanımda, (1963-1966 ) Ermenek’te oturan halamların, bağ arası Yarasa köprüsü yakınlarındaki bağ evine gitmiş, bir gece de orada yatmıştım. Bu ölüm olayının, halamların bağ komşusu bir evde, yıllar önce yaşanmış olduğu, ahşap evin ikinci katında uyuyan adamın, alt kattan yerleştirilen bir dinamit lokumunun patlamasıyla öldüğünü duymuştum. Tam 20 yıl önce duyduğum bu bilgilerimi hatırladım, fakat ayrıntılara girmedim. Bir müddet daha sohbet edip ayrıldık, fakat, sonrasında bir daha karşılaşmak kısmet olmadı.
Adana’da en yalnız olduğum sırada, karşılaştığım ve problemimi hemen halleden kişinin Ermenekli çıkması, hala unutamadığım bir anımdır. Hikaye daha bitmedi. İkinci gün, görev tamamlanıp Adana şehrine döndüğümüzde, bir arkadaş, ekibimizi çarşı içinde, Japon pasajı olarak bilinen bir yere götürdü. Hediyelik eşya almak için girdiğimiz dükkan sahibi, bize, çay söylerken “ ice tea, please “ (buzlu çay lütfen) deyince, bizi Amerikalı sandığını anladım. Biraz konuştuktan sonra, İngilizce’yi iyi konuştuğunu söyledim ve nereli olduğunu sordum. Satıcı, tabii ki “ Ermenekliyim “ cevabını verdi. Bu cevap da bende bir şaşkınlık yarattı. Sohbet ilerleyince, yıllar önce Akmanastır (Gökçekent) köyünden Adana’ya geldiğini, yeğenlerini de aynı şehre geldiklerini anlattı. Bu kişi, Kazancı kasabasında uzun yıllar bakkallık yapmış olan Mustafa Özgören’in kardeşliydi. Bahsettiği yeğenleri de bu kişinin çocukları, halen, yaşamakta oldukları bu şehirden, Ermenek ve çevresine gelerek, sonbaharda, elma tüccarlığı yapmaktadırlar. Memleket ve sıla hasreti kokan sohbetten sonra oradan ayrıldım. Yıllar sonra, yeğenlerine sorduğumda, hastalıktan vefat ettiğini de öğrendim.
Bu kısa anlatımda, nerelerde Ermenekliye rastladığım konusunda üç örnek yer almış durumdadır. Daha nice yerlerde, hangi hemşehrim ile karşılaşacağımı da gelecek yazılarda anlatalım….
(Bakalım başka bir “ Ermenekliye Nerede Rastlayacağım “ diye bitireyim…)
Yazan : Av. NACİ SÖZEN
Aralık 2007 / ANKARA
Kazancı Coğrafyası Bitki Örtüsü
C O Ğ R A F Y A M I Z - (3)
( Kazancı Coğrafyasının Bitki Örtüsü )
Kazancı coğrafyasının sahip olduğu bitki örtüsünün, çeşitlilik ve yaygınlık olarak zenginliği, bilimsel incelemelerin yapılmasını ve nesilleri tükenmek üzere olan bitkilerin özenle korunmaya alınmasını gerektirecek bir seviyededir. Bitkilerimizi, orman niteliği kazanabilecek olan ağaçlar, muhtelif özelliklere sahip çalılar, sabit köklü bitkiler ve ekilip biçilen bitkiler olarak dört ana bölümde incelemeliyiz. Bitkilerimizi, insanlarımızın dikip büyüttüğü meyve verici ağaçlar ve ekip diktiğimiz bitkiler ile tabi ortamda kendiliğinden yetişen ağaçlar ve bitkiler olarak iki ana bölümde incelememiz de mümkündür.
ORMAN NİTELİKLİ AĞAÇLARIMIZ ;
- Ardıç Ağacı; Yaylalarımızda, özellikle Körkuyu, Yenicesu, Toras yaylaları ve çevreleri, Kabalak yaylası ve Karakovanlık boğazı mıntıkasında yetişen, arazinin güney yamaçlarını seven bir ağaçtır. Ardıçlar, zor üreyen, yavaş büyüyen ve asırlarca boyu süren ömre sahiptirler. Bazı ulu ardıç ağaçlarının bin yılın üzerinde yaşı olduğu söylenir. Bu ağaçlar, çiftçiler, çobanlar ve yaylacılar (göçerler, obalar, avcılar ) tarafından korunan, kutsal sayılabilecek kadar sevilen ağaçlardandır. Ardıçlar, nice kuşlara barınak ve yuva mekanı olmuşlar, gölgelerinde nice hayvan ve insanı, yağmurdan, yaştan ve sıcak güneşten korumuşlar, ürünleri ile insanların çok sayıda ihtiyacını karşılamışlardır. Tarımın klasik usullerle (karasaban, düven ve hayvan gücü) yapıldığı dönemlerde, her aile, hasat mevsimi, ekin tarlasının başına göçer, harman sonuna kadar, önceden belirlenmiş bir ardıç ağacının altını ev olarak kullanırdı. Bu ardıçlara, yurt ardıcı veya ev yeri ardıcı denirdi. Ardıçlar, tohumları (gilik denir) toprağa ekilerek fidan elde edilen ağaçlara benzemez. Yani, kendiliğinden veya ekmekle bitmez. Ardıç kuşu veya karga denen kuşlar ardıç tohumunu yutar, midelerinde bir müddet kalan ve değişime uğrayan tohumlar, bu kuşların dışkısı ile araziye düşer ve sonrasında filizlenerek ardıç fidanı olur. Bu nedenledir ki, arazide, ardıç ağaçları ile kaplı yerlerde bile ardıç fidanı görmek zordur. Bu güçlüğü aşmak için, ardıç tohumlarını suni ortamlarda filizlendirip araziye dikmek yönünde uğraşlar verilmektedir. Yetişmesi, büyümesi ve araziye ve diğer canlılara yararı nedeniyle ardıç ağaçlarının kesilmesi yasaklanmış durumdadır. Ardıç ağacı, düzgün gövdelerinden, uzun kiriş görevini yapacak tavan ağacı, tahtasından çeyiz sandığı, budaklı yerlerden pardı (yaylada sayvandların, köyde eski evlerin dam örtüsü), kabuklarından tavan döşemesi, dallarından yakacak olarak faydalanılır. Son dönemlerde, biçme motorları ve traktörü olan birkaç kişinin, yaylalarda ardıç bırakmadan kesip odun yaptıkları üzülerek anlatılmaktadır. Ardıçların, yağ ardıç adıyla anılan türleri de vardır. Tohumları ile yaprakları kaynatılarak şifa niyetine içilir. Kazancı arazisinin ulu ardıçları olarak, Art Beleni sıra ardıçları, Karakovanlık ardıçı, Kabalak’daki Koca Ardıç, Akbelen’deki kartalların tepesine yuva yaptıkları ardıçlar, Dinek ve Toras bölgesinde resimlere konu edilen ardıçlar sayılabilir. Kasabamızda incelemeler yapan ve Ermenek gazetesinde “ Dinek’in Yalnız Ardıçları “ adıyla dizi yazı yayınlayan Resim Sanatçısı Fatih KARAMANOĞLU Beyin yazılarını okumalıyız. Ardıç ağaçlarından iyi odun olur, dayanıklı tahta olur, bizde bir kaçını kessek ne olur gibi bahanelerle arazimizin süsü ve bereketi sayılan bu türün yok edilmesine seyirci kalınmamalı. Ölen kişilerin mezar içine ve kabir uçlarına bile (mezar taşı yerine) ardıçtan yapılmış kalın tahtalar konur. Bir bakıma, bu ağaçları kullanmaya, bebek iken, dalına kurulmuş salıncaklarda sallanmakla başlayan insanlar, mezarında bile bu ağaçlara muhtaçtır.
- Andız Ağacı ; Ardıç ağacına benzeyen, yapraklarının ucu dikenli olan bir ağaçtır. Bir türünün gilikleri küçük olup, bazı hastalıklar için kaynatılıp içilmesi tavsiye edilir. Anamur pazarlarında bardak ölçüsüyle bu gilikler satılır. Bir türünün gilikleri fındık büyüklüğünde olup, kaynatılarak “ Andız Pekmezi “ olarak bilinen ürün elde edilir. Bu pekmezden helva bile yapılır. Bir çok hastalığa iyi geldiği bilinen bu pekmez Anamur yaylalarında çok pahalı bir fiyattan satılır. Bu ağaçların yapraklarının hoş bir kokusu vardır. Bu yapraklar bile karın ağrısına iyi gelir diye kaynatılır ve suyu içilir. Bu ağaçlarında türleri tehlike altındadır.
- Ladin (Köknar) Ağacı ; Arazilerimizin kuzey yamaçlarında yetişir. Garain kuzeyi, Otlukoyak, Bozdağ, Popas yaylaları, Karakovanlık boğazı kuzey yamaçları, Yavşan boğazı ve Alaca yörelerinde çoktur. Bu ağaçların gövdesinden evler için öreğen yapılırdı. Dalları kışın kesilerek evlere taşınır ve keçilere (pür denir) yedirilir. Kozaklarında sakız toplanır ve kaynatılarak çiklet gibi lezzetle gevilen sakız elde edilir. Arazimizdeki ladinler acımasızca tahrip edilmiştir. Bu ağaçların yetiştiği yerlerden biri de Kızıltaş altındaki yerdir. Kazancıdan görülen bu orman çevremiz için bir nimet sayılmalıdır. Bu ağaç, Göksu vadisine bakan yamaçlarda, sadece Kayaönü köyü ve Kazancı (Kızıltaş)’da görülür.
- Çam ağacı ; Bu ağaç türü, sıcak yerlerde, köyden aşağıda kalan sahil dediğimiz arazide yetişir. Masırlık, Ayıoluğu, Balduvar, Göğesdos ve Göbedde yetişme bölgeleridir. Kasabanın hemen batısındaki Çığırganın Dere’nin yamaçlarında çam ağaçlarının varlığını sürdürmekte olması da şaşılacak bir durumdur. Çam ağacı da insanımız için çok yönlü fayda sağlar. Gövdeleri tahta, kereste, kiriş olarak kullanılır. Kolay yanar ve eskilerde kibrit yerine kullanılan çıra elde edilirdi. Dalları ve kozakları da yakacak olarak kullanılır. Bu ağaçlarda süratle yok edilmektedir.
- Sedir (Katran) ağacı ; Bu ağaçlar bizim arazimizde pek görülmezdi. Son dönemlerde, Taşönü yamaçları başta olmak üzere bir çok yere dikimi yapılmıştır. Gelecekte, yöremizde en çok yetişen ağaçlardan olmaya adaydır.
- Şimşir Ağacı ; Torosların en kıymetli ve sert ağacıdır. Yeşil ve parlak yaprakları vardır. Eski devirlerde bir çok kişi, kış mevsimi boyunca evinde bu ağaç gövdesinden tahta kaşık, çömçe ve benzeri ev eşyası yapardı. Bizim çocukluğumuzda, Bozdağ ve Payamlı tepelerine Şimşir ağacı kesmeye gidilirdi. Daha sonraları, bizim arazideki ağaçlar tükendiğinde, Elbalık dağına kadar olan Anamur arazilerine Şimşir kesmeye gidilir olmuş ve dağların tüm Şimşirleri yok edilmiş deniyor. Yeni nesiller, bu ağacı kitaptan okuyacak, belki de parklarda görebilecektir.
- Bozarmut ağacı ; Körkuyu ve çevresinde yetişir. Gri renkli yaprağını keçiler ve özellikle Yörüklerin develeri yerdi. Küçük ve sert armutları olur, kış mevsiminde yenecek olgunluğa gelirdi. Bu ağaçların yaşlı olanları odun yapılmış, genç olanlar değişik armut cinslerine aşılanmıştır.
- Meşe (Pelit) Ağacı ; Bu ağaç da aynen Ardıç ağacı gibi çok yönlü olarak fayda sağlayan, yetişmesi ve filizlendirilmesi zor, ömrü çok uzun olan bir türdür. Arazimizin her tarafında, Bozdağ’dan Masırlık sonuna kadar görmek mümkündür. Gövdesi çok set olduğundan balta sapından, çadır direğine kadar her şeyde kullanılır. Odun olarak en çok tercih edilendir. Yapraklarını her mal yer, gövdesinin içinde ve dallarında kuşlar, sincaplar yuva yapar ve tüner. Gölgesinde insanlar ve hayvanlar barınır. Tohumlarını hayvanlar yer, üzüm asmaları bu ağaçlara sarılmaya bayılır. Meşe, dalları ve gölgesi ile insanlara, hayvanlara ve bitkilere sığınaklık yapar, her şeyi korur ve bu özelliğiyle “ doğa dostu “ olarak adlandırılır. Bu özellikleri nedeniyle TEMA Vakfı tarafından meşe tohumu ekilmesine öncelik verilmiştir. Bin yıldan fazla bir ömrü olduğu bilinen bu ağaçların da türleri tehlikededir. Kesilmesi yasaklanmış ağaçlardandır. Meşe ağaçlarında “Ulu Ağaç “ diyebileceğimiz örnek çok azalmıştır. Bizim tespit edebildiğimiz bir örnek, Gökçeler mahallesindeki Mehmet OKAT’ın bahçesinde bulunan ve Goca Pelit adıyla bilinen ağaçtır. Gövdesi, bir kaç kişi el ele tutuştuğunda bile kavranamamaktadır. Korumaya alınması gereken bir tabiat varlığıdır. Meşe ağaçlarının mevcutları korunmalı, yenileri yetiştirilmelidir.
- Karaağaç ; Kazancı çevresindeki bahçelerde yetişen, sert gövdeli, siyah yapraklı ağaçlardır. Yapraklarını hiçbir hayvan yemez. Üzerinde asma bile barınmaz. Melokka adıyla bilinen, sarı, küçük ve sonbaharda yenilen bir meyvesi vardır. Şimdilerde çevrede görünmez olmuştur. Onunda türü tehlikededir.
- Sakız Ağacı ; Arazimizin genelinde kendiliğinden yetişen bir ağaçtır. Kızılburun çevresinde yoğun şekilde bulunurdu. Menengiç veya Sakızlak da denir. Meyvesi önceleri kızıl renkli, sonbaharda mavi renkli olur. Bu meyve çok yağlı ve hastalıklarda tedavi edici özelliklere sahip olup, ismi “ Çıtlık “ olarak bilinir. Ermenek pazarında yüksek fiyattan satılır. Bu ağaçlara, 1960 yıllarında devlet eliyle Antep Fıstığı aşısı yaptırılmış, fakat, zaman içinde, yetişen aşıların meyve vermediği görülmüştür.
- Çınar (Piladan ) Ağacı ; Sulak yerlerde ve dere kenarlarında yetişen, ulu ağaçlar niteliği kazanabilen ve kendiliğinde yetişen ağaçlardır. Uzun ve geniş gövdelerinden sandık tahtası yapılır, dalları odun ve sırık, direk, semer ve saban yapımında kullanılır. Anadolu’da ve Tarihimizde “Ulu Çınarlar” meşhurdur. Eskiden, her cami önüne ve çeşme başına bir çınar dikilirmiş. Aybaham’dan başlayıp, Göksu’ya kadar uzanan dere boyunca en çok Çınar ağacı yetişir.
- Söğüt Ağacı; Sulak yerlerde, pınar başları ve dere kenarlarında yetişir. Selvi Söğüt bir başka cinsidir. Kırılgan bir ağaç olduğundan odun olarak kullanılır. Genelde bir süs ağacı olarak kabul edilir.
- Kavak Ağacı ; Normal yani klasik kavak kereste yetiştirmek için dikilen ve sürekli sulanan bir ağaçtır. Son yıllarda Kanada kavağı diye bir tür yaygınlaşmıştır. Kendiliğinde yetişen Deli Kavak diye bilinen, gri renk yapraklı cinsi de vardır. Bu deli kavaklardan en ünlüsü, Aybaham (İnönü) pınarı yanında bulunan ve bin yıldan yaşlı olduğu söylenen ulu ağaç idi. Bu ağacın dibinde bir tahta vardı. Gelip geçen yolcular, bilhassa yabancılar, burada mola verirler, tahtada dinlenir, yemeklerini yer, namazlarını kılar ve istirahat ederlerdi. Yaklaşık 20 yıl önce bir kış günü kar ve rüzgar etkisiyle bu kavak ağacı kökünden yıkılmış, dibindeki tahtası da tahrip edilmiştir.
- Alıç Ağacı ; Küçük meyveleri olan, dikenli ağaçlardır. Buna benzer bir kaç ağaç türü daha vardır.
ÇALI TÜRÜ BİTKİLERİMİZ ;
Arazimize yayılmış şekilde ve farklı iklim bölgelerinde, değişik şekillerde yetişen çok sayıda çalı türü bitki mevcuttur. Başlıcaları ;
Karamık çalısı, dikenli, meyvesi olan ve kökünden boya yapılan bir bitkidir. Kürtlü çalısı, dallarından süpürge ve sopa yapılan sert bir çalı türü olup, özellikle, yaylada, Kürtlü yakası denilen yerde mevcuttur. Piynar çalısı, dikenli bir türdür. Develik çalısı, arık kenarlarında yetişir. Böğürtlen çalısı, arıklarda yetişen dikenli ve mor meyvesi olan bir türdür. Kuşburnu çalısı, dikenli ve meyvesi olan bir türdür. Kokar ağaç, Çaltı çalısı, Kafes Çıbığı çalısı, Sumak Çalısı ve Tepsi çalısı ile daha bir çok çalı türü sayılabilir.
(Gelecek Sayıda ; Coğrafyamızın Bitki Örtüsü devam edecek )
Derleyen : Av. Naci Sözen
( Kazancı Coğrafyasının Bitki Örtüsü )
Kazancı coğrafyasının sahip olduğu bitki örtüsünün, çeşitlilik ve yaygınlık olarak zenginliği, bilimsel incelemelerin yapılmasını ve nesilleri tükenmek üzere olan bitkilerin özenle korunmaya alınmasını gerektirecek bir seviyededir. Bitkilerimizi, orman niteliği kazanabilecek olan ağaçlar, muhtelif özelliklere sahip çalılar, sabit köklü bitkiler ve ekilip biçilen bitkiler olarak dört ana bölümde incelemeliyiz. Bitkilerimizi, insanlarımızın dikip büyüttüğü meyve verici ağaçlar ve ekip diktiğimiz bitkiler ile tabi ortamda kendiliğinden yetişen ağaçlar ve bitkiler olarak iki ana bölümde incelememiz de mümkündür.
ORMAN NİTELİKLİ AĞAÇLARIMIZ ;
- Ardıç Ağacı; Yaylalarımızda, özellikle Körkuyu, Yenicesu, Toras yaylaları ve çevreleri, Kabalak yaylası ve Karakovanlık boğazı mıntıkasında yetişen, arazinin güney yamaçlarını seven bir ağaçtır. Ardıçlar, zor üreyen, yavaş büyüyen ve asırlarca boyu süren ömre sahiptirler. Bazı ulu ardıç ağaçlarının bin yılın üzerinde yaşı olduğu söylenir. Bu ağaçlar, çiftçiler, çobanlar ve yaylacılar (göçerler, obalar, avcılar ) tarafından korunan, kutsal sayılabilecek kadar sevilen ağaçlardandır. Ardıçlar, nice kuşlara barınak ve yuva mekanı olmuşlar, gölgelerinde nice hayvan ve insanı, yağmurdan, yaştan ve sıcak güneşten korumuşlar, ürünleri ile insanların çok sayıda ihtiyacını karşılamışlardır. Tarımın klasik usullerle (karasaban, düven ve hayvan gücü) yapıldığı dönemlerde, her aile, hasat mevsimi, ekin tarlasının başına göçer, harman sonuna kadar, önceden belirlenmiş bir ardıç ağacının altını ev olarak kullanırdı. Bu ardıçlara, yurt ardıcı veya ev yeri ardıcı denirdi. Ardıçlar, tohumları (gilik denir) toprağa ekilerek fidan elde edilen ağaçlara benzemez. Yani, kendiliğinden veya ekmekle bitmez. Ardıç kuşu veya karga denen kuşlar ardıç tohumunu yutar, midelerinde bir müddet kalan ve değişime uğrayan tohumlar, bu kuşların dışkısı ile araziye düşer ve sonrasında filizlenerek ardıç fidanı olur. Bu nedenledir ki, arazide, ardıç ağaçları ile kaplı yerlerde bile ardıç fidanı görmek zordur. Bu güçlüğü aşmak için, ardıç tohumlarını suni ortamlarda filizlendirip araziye dikmek yönünde uğraşlar verilmektedir. Yetişmesi, büyümesi ve araziye ve diğer canlılara yararı nedeniyle ardıç ağaçlarının kesilmesi yasaklanmış durumdadır. Ardıç ağacı, düzgün gövdelerinden, uzun kiriş görevini yapacak tavan ağacı, tahtasından çeyiz sandığı, budaklı yerlerden pardı (yaylada sayvandların, köyde eski evlerin dam örtüsü), kabuklarından tavan döşemesi, dallarından yakacak olarak faydalanılır. Son dönemlerde, biçme motorları ve traktörü olan birkaç kişinin, yaylalarda ardıç bırakmadan kesip odun yaptıkları üzülerek anlatılmaktadır. Ardıçların, yağ ardıç adıyla anılan türleri de vardır. Tohumları ile yaprakları kaynatılarak şifa niyetine içilir. Kazancı arazisinin ulu ardıçları olarak, Art Beleni sıra ardıçları, Karakovanlık ardıçı, Kabalak’daki Koca Ardıç, Akbelen’deki kartalların tepesine yuva yaptıkları ardıçlar, Dinek ve Toras bölgesinde resimlere konu edilen ardıçlar sayılabilir. Kasabamızda incelemeler yapan ve Ermenek gazetesinde “ Dinek’in Yalnız Ardıçları “ adıyla dizi yazı yayınlayan Resim Sanatçısı Fatih KARAMANOĞLU Beyin yazılarını okumalıyız. Ardıç ağaçlarından iyi odun olur, dayanıklı tahta olur, bizde bir kaçını kessek ne olur gibi bahanelerle arazimizin süsü ve bereketi sayılan bu türün yok edilmesine seyirci kalınmamalı. Ölen kişilerin mezar içine ve kabir uçlarına bile (mezar taşı yerine) ardıçtan yapılmış kalın tahtalar konur. Bir bakıma, bu ağaçları kullanmaya, bebek iken, dalına kurulmuş salıncaklarda sallanmakla başlayan insanlar, mezarında bile bu ağaçlara muhtaçtır.
- Andız Ağacı ; Ardıç ağacına benzeyen, yapraklarının ucu dikenli olan bir ağaçtır. Bir türünün gilikleri küçük olup, bazı hastalıklar için kaynatılıp içilmesi tavsiye edilir. Anamur pazarlarında bardak ölçüsüyle bu gilikler satılır. Bir türünün gilikleri fındık büyüklüğünde olup, kaynatılarak “ Andız Pekmezi “ olarak bilinen ürün elde edilir. Bu pekmezden helva bile yapılır. Bir çok hastalığa iyi geldiği bilinen bu pekmez Anamur yaylalarında çok pahalı bir fiyattan satılır. Bu ağaçların yapraklarının hoş bir kokusu vardır. Bu yapraklar bile karın ağrısına iyi gelir diye kaynatılır ve suyu içilir. Bu ağaçlarında türleri tehlike altındadır.
- Ladin (Köknar) Ağacı ; Arazilerimizin kuzey yamaçlarında yetişir. Garain kuzeyi, Otlukoyak, Bozdağ, Popas yaylaları, Karakovanlık boğazı kuzey yamaçları, Yavşan boğazı ve Alaca yörelerinde çoktur. Bu ağaçların gövdesinden evler için öreğen yapılırdı. Dalları kışın kesilerek evlere taşınır ve keçilere (pür denir) yedirilir. Kozaklarında sakız toplanır ve kaynatılarak çiklet gibi lezzetle gevilen sakız elde edilir. Arazimizdeki ladinler acımasızca tahrip edilmiştir. Bu ağaçların yetiştiği yerlerden biri de Kızıltaş altındaki yerdir. Kazancıdan görülen bu orman çevremiz için bir nimet sayılmalıdır. Bu ağaç, Göksu vadisine bakan yamaçlarda, sadece Kayaönü köyü ve Kazancı (Kızıltaş)’da görülür.
- Çam ağacı ; Bu ağaç türü, sıcak yerlerde, köyden aşağıda kalan sahil dediğimiz arazide yetişir. Masırlık, Ayıoluğu, Balduvar, Göğesdos ve Göbedde yetişme bölgeleridir. Kasabanın hemen batısındaki Çığırganın Dere’nin yamaçlarında çam ağaçlarının varlığını sürdürmekte olması da şaşılacak bir durumdur. Çam ağacı da insanımız için çok yönlü fayda sağlar. Gövdeleri tahta, kereste, kiriş olarak kullanılır. Kolay yanar ve eskilerde kibrit yerine kullanılan çıra elde edilirdi. Dalları ve kozakları da yakacak olarak kullanılır. Bu ağaçlarda süratle yok edilmektedir.
- Sedir (Katran) ağacı ; Bu ağaçlar bizim arazimizde pek görülmezdi. Son dönemlerde, Taşönü yamaçları başta olmak üzere bir çok yere dikimi yapılmıştır. Gelecekte, yöremizde en çok yetişen ağaçlardan olmaya adaydır.
- Şimşir Ağacı ; Torosların en kıymetli ve sert ağacıdır. Yeşil ve parlak yaprakları vardır. Eski devirlerde bir çok kişi, kış mevsimi boyunca evinde bu ağaç gövdesinden tahta kaşık, çömçe ve benzeri ev eşyası yapardı. Bizim çocukluğumuzda, Bozdağ ve Payamlı tepelerine Şimşir ağacı kesmeye gidilirdi. Daha sonraları, bizim arazideki ağaçlar tükendiğinde, Elbalık dağına kadar olan Anamur arazilerine Şimşir kesmeye gidilir olmuş ve dağların tüm Şimşirleri yok edilmiş deniyor. Yeni nesiller, bu ağacı kitaptan okuyacak, belki de parklarda görebilecektir.
- Bozarmut ağacı ; Körkuyu ve çevresinde yetişir. Gri renkli yaprağını keçiler ve özellikle Yörüklerin develeri yerdi. Küçük ve sert armutları olur, kış mevsiminde yenecek olgunluğa gelirdi. Bu ağaçların yaşlı olanları odun yapılmış, genç olanlar değişik armut cinslerine aşılanmıştır.
- Meşe (Pelit) Ağacı ; Bu ağaç da aynen Ardıç ağacı gibi çok yönlü olarak fayda sağlayan, yetişmesi ve filizlendirilmesi zor, ömrü çok uzun olan bir türdür. Arazimizin her tarafında, Bozdağ’dan Masırlık sonuna kadar görmek mümkündür. Gövdesi çok set olduğundan balta sapından, çadır direğine kadar her şeyde kullanılır. Odun olarak en çok tercih edilendir. Yapraklarını her mal yer, gövdesinin içinde ve dallarında kuşlar, sincaplar yuva yapar ve tüner. Gölgesinde insanlar ve hayvanlar barınır. Tohumlarını hayvanlar yer, üzüm asmaları bu ağaçlara sarılmaya bayılır. Meşe, dalları ve gölgesi ile insanlara, hayvanlara ve bitkilere sığınaklık yapar, her şeyi korur ve bu özelliğiyle “ doğa dostu “ olarak adlandırılır. Bu özellikleri nedeniyle TEMA Vakfı tarafından meşe tohumu ekilmesine öncelik verilmiştir. Bin yıldan fazla bir ömrü olduğu bilinen bu ağaçların da türleri tehlikededir. Kesilmesi yasaklanmış ağaçlardandır. Meşe ağaçlarında “Ulu Ağaç “ diyebileceğimiz örnek çok azalmıştır. Bizim tespit edebildiğimiz bir örnek, Gökçeler mahallesindeki Mehmet OKAT’ın bahçesinde bulunan ve Goca Pelit adıyla bilinen ağaçtır. Gövdesi, bir kaç kişi el ele tutuştuğunda bile kavranamamaktadır. Korumaya alınması gereken bir tabiat varlığıdır. Meşe ağaçlarının mevcutları korunmalı, yenileri yetiştirilmelidir.
- Karaağaç ; Kazancı çevresindeki bahçelerde yetişen, sert gövdeli, siyah yapraklı ağaçlardır. Yapraklarını hiçbir hayvan yemez. Üzerinde asma bile barınmaz. Melokka adıyla bilinen, sarı, küçük ve sonbaharda yenilen bir meyvesi vardır. Şimdilerde çevrede görünmez olmuştur. Onunda türü tehlikededir.
- Sakız Ağacı ; Arazimizin genelinde kendiliğinden yetişen bir ağaçtır. Kızılburun çevresinde yoğun şekilde bulunurdu. Menengiç veya Sakızlak da denir. Meyvesi önceleri kızıl renkli, sonbaharda mavi renkli olur. Bu meyve çok yağlı ve hastalıklarda tedavi edici özelliklere sahip olup, ismi “ Çıtlık “ olarak bilinir. Ermenek pazarında yüksek fiyattan satılır. Bu ağaçlara, 1960 yıllarında devlet eliyle Antep Fıstığı aşısı yaptırılmış, fakat, zaman içinde, yetişen aşıların meyve vermediği görülmüştür.
- Çınar (Piladan ) Ağacı ; Sulak yerlerde ve dere kenarlarında yetişen, ulu ağaçlar niteliği kazanabilen ve kendiliğinde yetişen ağaçlardır. Uzun ve geniş gövdelerinden sandık tahtası yapılır, dalları odun ve sırık, direk, semer ve saban yapımında kullanılır. Anadolu’da ve Tarihimizde “Ulu Çınarlar” meşhurdur. Eskiden, her cami önüne ve çeşme başına bir çınar dikilirmiş. Aybaham’dan başlayıp, Göksu’ya kadar uzanan dere boyunca en çok Çınar ağacı yetişir.
- Söğüt Ağacı; Sulak yerlerde, pınar başları ve dere kenarlarında yetişir. Selvi Söğüt bir başka cinsidir. Kırılgan bir ağaç olduğundan odun olarak kullanılır. Genelde bir süs ağacı olarak kabul edilir.
- Kavak Ağacı ; Normal yani klasik kavak kereste yetiştirmek için dikilen ve sürekli sulanan bir ağaçtır. Son yıllarda Kanada kavağı diye bir tür yaygınlaşmıştır. Kendiliğinde yetişen Deli Kavak diye bilinen, gri renk yapraklı cinsi de vardır. Bu deli kavaklardan en ünlüsü, Aybaham (İnönü) pınarı yanında bulunan ve bin yıldan yaşlı olduğu söylenen ulu ağaç idi. Bu ağacın dibinde bir tahta vardı. Gelip geçen yolcular, bilhassa yabancılar, burada mola verirler, tahtada dinlenir, yemeklerini yer, namazlarını kılar ve istirahat ederlerdi. Yaklaşık 20 yıl önce bir kış günü kar ve rüzgar etkisiyle bu kavak ağacı kökünden yıkılmış, dibindeki tahtası da tahrip edilmiştir.
- Alıç Ağacı ; Küçük meyveleri olan, dikenli ağaçlardır. Buna benzer bir kaç ağaç türü daha vardır.
ÇALI TÜRÜ BİTKİLERİMİZ ;
Arazimize yayılmış şekilde ve farklı iklim bölgelerinde, değişik şekillerde yetişen çok sayıda çalı türü bitki mevcuttur. Başlıcaları ;
Karamık çalısı, dikenli, meyvesi olan ve kökünden boya yapılan bir bitkidir. Kürtlü çalısı, dallarından süpürge ve sopa yapılan sert bir çalı türü olup, özellikle, yaylada, Kürtlü yakası denilen yerde mevcuttur. Piynar çalısı, dikenli bir türdür. Develik çalısı, arık kenarlarında yetişir. Böğürtlen çalısı, arıklarda yetişen dikenli ve mor meyvesi olan bir türdür. Kuşburnu çalısı, dikenli ve meyvesi olan bir türdür. Kokar ağaç, Çaltı çalısı, Kafes Çıbığı çalısı, Sumak Çalısı ve Tepsi çalısı ile daha bir çok çalı türü sayılabilir.
(Gelecek Sayıda ; Coğrafyamızın Bitki Örtüsü devam edecek )
Derleyen : Av. Naci Sözen
Bağdat ve Basra Zindanlarında bir Kazancılı
KAZANCI HİKAYELERİ – (16)
BAĞDAT VE BASRA ZİNDANLARINDA BİR KAZANCILI
( Tepecik Mahallesinden Safiyenin Ömer’in Öyküsü )
Kazancı Kasabası, Tepecik Mahallesinde yaşayan Safiyenin Ömer isminde bir gazimiz vardı. Uzun süren savaşlara katılmış, yıllarca esir yatmış ve hastalanmış olmasına rağmen, köyüne dönmek nasip olmuş ve savaş sonrası, uzun yıllar mahallesinde ömür sürmüştür. Osmanlının son dönemlerinde, yani 1850 yıllarından itibaren her cephede savaşlar yaşanmış olup, bu cephelerin hepsinde Kazancılılar da bulunmuştur. Savaşlardan geri dönmeyenler, durumları bilinmediğinden, kimlikleri ve hayat hikayeleri yazılmadığından zamanla unutulup gitmiştir. Bu gün için, hikayelerini yazabildiğimiz kişiler, cephelerden köyüne dönebilenler ve bunların bizzat anlattıkları öykülerden ibarettir.
Bir zamanlar, İran haricindeki tüm Müslüman ülkeler, diğer bir deyişle, Ortadoğu coğrafyası, Mısır dahil, Osmanlı idaresindeydi. Batılı devletlerin, özellikler İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle bu bölgelerde isyanlar baş gösterdi. Yemen, Filistin, Sina ve Irak içlerinde Osmanlı ordusu, Araplar ve İngilizlerden oluşan kuvvetlerle savaşıyordu. Basra ve Bağdat yörelerinde iç isyanlar başlamış ve bu isyancılarla mücadele edilmesi amacıyla bu bölgede görev yapacak olan 36. Tümen teşkil edilmişti. Bu tümen 30 yıl boyunca bu bölgedeki isyanlar ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele ettikten sonra, bölge terk edilmiş ve bu Tümen Türkiye’ye çekilmiştir. Tümen, daha sonra Tugay seviyesine, müteakiben Alay seviyesine indirgenmiş ve nihayet uzun süre önce de lağvedilmiştir.
İşte, hikayemizin karhamı olan Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra isyanlarını bastırmak ve İngilizleri bölgeden atmak için kurulup görevlendirilen, 36. Tümen saflarına katılmak için askere alınmış bir neferdi. Konya toplanma bölgesi ve kısa bir temel eğitim safhası sonrası, dört bir yandaki cephelere katılmak için sevk edilen erler helalaşarak yollara düştüler. Zamanın şartlarında, Anadolu’yu geçip kavurucu çöl sıcakları ve kum fırtınaları ile boğuşarak Bağdat bölgesine varmak hiç de kolay değildi. Salgın hastalıklar, açlık ve eşkıya saldırıları kol geziyordu.
Bin bir güçlük ve zahmetten sonra birliklerine ulaştılar. Askerin giysisi, teçhizatı ve silahı coğrafik şartlar ve düşmanın imkanlarına göre çok yetersizdi. Sürekli gece baskınlarına ve tuzaklara maruz kalıyorlardı. Anadolu erlerinin çöl şartlarına alışması da mümkün görünmüyordu. Osmanlı ordusu içinde bulunan, Ermeni ve Arap asıllı erler de İngiliz saflarına kaçıp onlarla birlikte kendi devletinin askerine karşı savaşıyordu. Bu kalleşliklerden çarpıcı bir örneği Gazi Kasım Alisi’nin hayat hikayesinde anlatmıştık.
Bizim Tepecikli Ömer’in birliği tuzağa düşürülür ve topluca esir alınır. Esirler Bağdat kentinde oluşturulan esir kampına kapatılır. Çarpışmalar devam ederken, esirlerin cepheden daha uzak bölgelere taşınmasına karar verilir. Basra bölgesindeki İngiliz hakimiyetinde bulunan Esir Kampına doğru yola çıkarılırlar. Tesadüfe bakın ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, Irak işgali sırasında, İngilizler yine Basra bölgesine yerleşmişlerdir. Tarih değişir, zaman geçer, devir döner, fakat, İngiliz siyaseti ve hedefi aynen devam eder. Bölgenin petrol başta olmak üzere sahip olduğu yer altı enerji kaynakları o zamanlardan keşfedilmiş, bölgeye müdahale edilmiş, hatta, Anadolu paylaşılırken, bu bölgelere kolay ulaşılması için ilk başta İskenderun limanına asker çıkartılmıştır. Bu oyunlar, bu gün bile devam etmekte, çizilen hayali haritalarda kurulması amaçlanan sözde Kürt devletinin sınırları Mersin kentinden başlatılmaktadır.
Neyse, biz hikayemize dönelim. Bir çok arkadaşını, yolculuk sırasında, sıtma, tifo, verem, tifüs, cüzzam ve veba gibi hastalıklardan kaybeden Gazi Ömer, sağ kalabilen arkadaşlarıyla Basra’ya ulaşmıştır. İngilizlere teslim edilen Türk Askerleri derin ve karanlık zindanlara doldurulur. Günlerce güneş yüzü görmeyen erler, açlık ve işkencelerden zayıf düşerler. Askerlerde bit, kene ve pire salgını olduğunu bahane eden İngilizler, erlerimizi bir zindana toplayıp “ böceklerle mücadele edeceğiz “ diyerek, üzerlerine, özellikle başlarına zehirli ilaçları sıkarlar. Bir çok asker kör olur. Mısır zindanlarında da aynısını yaptıkları, askerlerimizi bir alana toplayarak, etraflarına daire şeklinde ateş yakıp, gülerek seyrettikleri, bazı erlerin diri diri yandıkları tarihi kayıtlarla sabittir. Bu vahşetlerin hiç hesabı sorulmamış ve de sorulmayacaktır. Çünkü, güçlü olan devletler yaptıklarında daima haklıdırlar.
Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra zindanlarında toplam 8 sene kalmış olup, bu süre içinde arkadaşlarının çoğunun öldüğünü ve öldürüldüğünü anlatmıştır. Araplar ve İngilizler ile yapılmakta olan savaşlar başka cephelere de yayılmış olduğundan, İngilizler, ellerindeki esirleri öldürmek kastıyla hareket etmişler ve son safhaya kadar iade etmemişlerdir. Nihayet, bütün cephelerdeki savaşlar sona erer ve Osmanlı birlikleri Irak topraklarını terk eder, Esirleri bir müddet daha kamplarda tutan İngilizler, ölüme direnebilen az sayıdaki askerimizi serbest bırakır ve ülkelerine dönebileceklerini bildirir.
Zindandan salıverilmek bir kurtuluş değildir. Askerleri, uzun ve öldürücü bir çöl yolculuğu beklemektedir. Bedenler zayıf ve hastadır. Bin bir tehlike ve zorluklar altında, aylarca yürürler. Bir çok arkadaşı da bu yolculukta can verir. Kısmet olur ve az sayıda asker Anadolu topraklarına ayak basar.
Zamanın şartlarında, sınırlardan içeri girilmekle sılaya ulaşmak aynı şeyler değildir. Kazancı coğrafyası daha çok uzaklarda ve aşacak nice zorluklar sırada beklemektedir. Bir deri bir kemik kalmış olan bu az sayıda asker ülkeye girişte bir müddet beslenir ve tedavi edilmeye çalışılır. Sıla hasreti dayanılmaz seviyededir. Bir çoğunun dönüşünden umut kesilmiş, hatta, bazılarının kayıp olarak künyeleri gelmiş ve nüfustan düşülmüştür. Gazimiz, kader arkadaşlarıyla son kez vedalaşarak ayrılır. Her kes kendi evine doğru bir istikamet belirleyerek yollara düşer. Gazi Ömer, aylar süren yolculuğunu, yarı aç, yarı tok vaziyette sürdürür. Bazı köy ve kentlerde, misafir odası veya köy odası denen yerlerde yatar. Karaman şehrine geldiğinde kendisini Kazancıda sayar. Kervansayar adıyla bilinen ve Ermenek istikametine gidecek yolcuların toplandıkları yer olan tarihi hana yerleşir.
Muhtelif yönlerden bu merkeze gelen yolcular Ermenek’ten gelecek kafileyi bekler. Sılaya dönüş yolculuğunun bu son etabı, kafileyi getiren katırcının kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Katırcı ve yolcuları hana ulaşır ve bir gün sonra yeni yolcularla katırcı yola çıkarlar. Yolculuğun üçüncü günü Tekeçatı ilerisindeki bir vadiye gelindiğinde, mevsimin kış önü olması nedeniyle karlı rüzgarlı tufana yakalanırlar. Yellibel adıyla bilinen boğaza varabilseler Ermenek çok yakın olacaktır. Fakat, ilerdeki tepeyi bu yağış altında aşmak mümkün olacak mı ? sorusunun cevabı verilemez.
Boğaz köylerden olan yolcular, bu tepeyi tırmanmadan, batıya doğru vadiyi takip edip Balkusan köyüne ulaşmalarının daha kolay olacağını iddia ederler. Tartışmalardan sonra, yolcular ikiye ayrılır. Yellibel (Ermenek) istikametine giden katırcı, Gazi Ömer ve bazı yolcular zor da olsa tepeleri aşıp şehre ulaşırlar. Gazi Ömer, birkaç günde Ermenek’te kalır ve kendisini bira toplar. Köyden haber alarak gelen akrabaları yardımı ve at sırtında sanki bir ceset gibi Kazancıya getirilir. Daha sonra, gruptan ayrılarak batıya gidenlerin, tipi ve soğuk altında dağlarda kayboldukları ve evlerine dönemedikleri söylenmiştir.
Kazancıdan ayrıldıktan tam 12 yıl sonra, sağ olarak tekrar baba ocağına dönmüş olmak ve sevdiklerine kavuşmak büyük mutluluktur. Çekilen cefalar, eziyetler ve acılar biraz olsun unutulur. Bu savaş anılarını anlatmaktan hoşlanmayan Gazi Ömer, uzun yıllar Kazancıda hayatını sürdürür ve gün gelince bu dünyadan göçüp gider. Her zaman dile getirdiğimiz gibi, bize bu cennet vatanı bırakmak için bedenlerini düşmana siper deden, ömürlerini cephelerde geçiren ve canlarını severek veren aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi hürmetle ve rahmetle anıyoruz.
(Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere… )
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
NOT : Yayınlanmış tüm yazılar “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
BAĞDAT VE BASRA ZİNDANLARINDA BİR KAZANCILI
( Tepecik Mahallesinden Safiyenin Ömer’in Öyküsü )
Kazancı Kasabası, Tepecik Mahallesinde yaşayan Safiyenin Ömer isminde bir gazimiz vardı. Uzun süren savaşlara katılmış, yıllarca esir yatmış ve hastalanmış olmasına rağmen, köyüne dönmek nasip olmuş ve savaş sonrası, uzun yıllar mahallesinde ömür sürmüştür. Osmanlının son dönemlerinde, yani 1850 yıllarından itibaren her cephede savaşlar yaşanmış olup, bu cephelerin hepsinde Kazancılılar da bulunmuştur. Savaşlardan geri dönmeyenler, durumları bilinmediğinden, kimlikleri ve hayat hikayeleri yazılmadığından zamanla unutulup gitmiştir. Bu gün için, hikayelerini yazabildiğimiz kişiler, cephelerden köyüne dönebilenler ve bunların bizzat anlattıkları öykülerden ibarettir.
Bir zamanlar, İran haricindeki tüm Müslüman ülkeler, diğer bir deyişle, Ortadoğu coğrafyası, Mısır dahil, Osmanlı idaresindeydi. Batılı devletlerin, özellikler İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle bu bölgelerde isyanlar baş gösterdi. Yemen, Filistin, Sina ve Irak içlerinde Osmanlı ordusu, Araplar ve İngilizlerden oluşan kuvvetlerle savaşıyordu. Basra ve Bağdat yörelerinde iç isyanlar başlamış ve bu isyancılarla mücadele edilmesi amacıyla bu bölgede görev yapacak olan 36. Tümen teşkil edilmişti. Bu tümen 30 yıl boyunca bu bölgedeki isyanlar ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele ettikten sonra, bölge terk edilmiş ve bu Tümen Türkiye’ye çekilmiştir. Tümen, daha sonra Tugay seviyesine, müteakiben Alay seviyesine indirgenmiş ve nihayet uzun süre önce de lağvedilmiştir.
İşte, hikayemizin karhamı olan Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra isyanlarını bastırmak ve İngilizleri bölgeden atmak için kurulup görevlendirilen, 36. Tümen saflarına katılmak için askere alınmış bir neferdi. Konya toplanma bölgesi ve kısa bir temel eğitim safhası sonrası, dört bir yandaki cephelere katılmak için sevk edilen erler helalaşarak yollara düştüler. Zamanın şartlarında, Anadolu’yu geçip kavurucu çöl sıcakları ve kum fırtınaları ile boğuşarak Bağdat bölgesine varmak hiç de kolay değildi. Salgın hastalıklar, açlık ve eşkıya saldırıları kol geziyordu.
Bin bir güçlük ve zahmetten sonra birliklerine ulaştılar. Askerin giysisi, teçhizatı ve silahı coğrafik şartlar ve düşmanın imkanlarına göre çok yetersizdi. Sürekli gece baskınlarına ve tuzaklara maruz kalıyorlardı. Anadolu erlerinin çöl şartlarına alışması da mümkün görünmüyordu. Osmanlı ordusu içinde bulunan, Ermeni ve Arap asıllı erler de İngiliz saflarına kaçıp onlarla birlikte kendi devletinin askerine karşı savaşıyordu. Bu kalleşliklerden çarpıcı bir örneği Gazi Kasım Alisi’nin hayat hikayesinde anlatmıştık.
Bizim Tepecikli Ömer’in birliği tuzağa düşürülür ve topluca esir alınır. Esirler Bağdat kentinde oluşturulan esir kampına kapatılır. Çarpışmalar devam ederken, esirlerin cepheden daha uzak bölgelere taşınmasına karar verilir. Basra bölgesindeki İngiliz hakimiyetinde bulunan Esir Kampına doğru yola çıkarılırlar. Tesadüfe bakın ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, Irak işgali sırasında, İngilizler yine Basra bölgesine yerleşmişlerdir. Tarih değişir, zaman geçer, devir döner, fakat, İngiliz siyaseti ve hedefi aynen devam eder. Bölgenin petrol başta olmak üzere sahip olduğu yer altı enerji kaynakları o zamanlardan keşfedilmiş, bölgeye müdahale edilmiş, hatta, Anadolu paylaşılırken, bu bölgelere kolay ulaşılması için ilk başta İskenderun limanına asker çıkartılmıştır. Bu oyunlar, bu gün bile devam etmekte, çizilen hayali haritalarda kurulması amaçlanan sözde Kürt devletinin sınırları Mersin kentinden başlatılmaktadır.
Neyse, biz hikayemize dönelim. Bir çok arkadaşını, yolculuk sırasında, sıtma, tifo, verem, tifüs, cüzzam ve veba gibi hastalıklardan kaybeden Gazi Ömer, sağ kalabilen arkadaşlarıyla Basra’ya ulaşmıştır. İngilizlere teslim edilen Türk Askerleri derin ve karanlık zindanlara doldurulur. Günlerce güneş yüzü görmeyen erler, açlık ve işkencelerden zayıf düşerler. Askerlerde bit, kene ve pire salgını olduğunu bahane eden İngilizler, erlerimizi bir zindana toplayıp “ böceklerle mücadele edeceğiz “ diyerek, üzerlerine, özellikle başlarına zehirli ilaçları sıkarlar. Bir çok asker kör olur. Mısır zindanlarında da aynısını yaptıkları, askerlerimizi bir alana toplayarak, etraflarına daire şeklinde ateş yakıp, gülerek seyrettikleri, bazı erlerin diri diri yandıkları tarihi kayıtlarla sabittir. Bu vahşetlerin hiç hesabı sorulmamış ve de sorulmayacaktır. Çünkü, güçlü olan devletler yaptıklarında daima haklıdırlar.
Gazi Safiyenin Ömer, Bağdat ve Basra zindanlarında toplam 8 sene kalmış olup, bu süre içinde arkadaşlarının çoğunun öldüğünü ve öldürüldüğünü anlatmıştır. Araplar ve İngilizler ile yapılmakta olan savaşlar başka cephelere de yayılmış olduğundan, İngilizler, ellerindeki esirleri öldürmek kastıyla hareket etmişler ve son safhaya kadar iade etmemişlerdir. Nihayet, bütün cephelerdeki savaşlar sona erer ve Osmanlı birlikleri Irak topraklarını terk eder, Esirleri bir müddet daha kamplarda tutan İngilizler, ölüme direnebilen az sayıdaki askerimizi serbest bırakır ve ülkelerine dönebileceklerini bildirir.
Zindandan salıverilmek bir kurtuluş değildir. Askerleri, uzun ve öldürücü bir çöl yolculuğu beklemektedir. Bedenler zayıf ve hastadır. Bin bir tehlike ve zorluklar altında, aylarca yürürler. Bir çok arkadaşı da bu yolculukta can verir. Kısmet olur ve az sayıda asker Anadolu topraklarına ayak basar.
Zamanın şartlarında, sınırlardan içeri girilmekle sılaya ulaşmak aynı şeyler değildir. Kazancı coğrafyası daha çok uzaklarda ve aşacak nice zorluklar sırada beklemektedir. Bir deri bir kemik kalmış olan bu az sayıda asker ülkeye girişte bir müddet beslenir ve tedavi edilmeye çalışılır. Sıla hasreti dayanılmaz seviyededir. Bir çoğunun dönüşünden umut kesilmiş, hatta, bazılarının kayıp olarak künyeleri gelmiş ve nüfustan düşülmüştür. Gazimiz, kader arkadaşlarıyla son kez vedalaşarak ayrılır. Her kes kendi evine doğru bir istikamet belirleyerek yollara düşer. Gazi Ömer, aylar süren yolculuğunu, yarı aç, yarı tok vaziyette sürdürür. Bazı köy ve kentlerde, misafir odası veya köy odası denen yerlerde yatar. Karaman şehrine geldiğinde kendisini Kazancıda sayar. Kervansayar adıyla bilinen ve Ermenek istikametine gidecek yolcuların toplandıkları yer olan tarihi hana yerleşir.
Muhtelif yönlerden bu merkeze gelen yolcular Ermenek’ten gelecek kafileyi bekler. Sılaya dönüş yolculuğunun bu son etabı, kafileyi getiren katırcının kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Katırcı ve yolcuları hana ulaşır ve bir gün sonra yeni yolcularla katırcı yola çıkarlar. Yolculuğun üçüncü günü Tekeçatı ilerisindeki bir vadiye gelindiğinde, mevsimin kış önü olması nedeniyle karlı rüzgarlı tufana yakalanırlar. Yellibel adıyla bilinen boğaza varabilseler Ermenek çok yakın olacaktır. Fakat, ilerdeki tepeyi bu yağış altında aşmak mümkün olacak mı ? sorusunun cevabı verilemez.
Boğaz köylerden olan yolcular, bu tepeyi tırmanmadan, batıya doğru vadiyi takip edip Balkusan köyüne ulaşmalarının daha kolay olacağını iddia ederler. Tartışmalardan sonra, yolcular ikiye ayrılır. Yellibel (Ermenek) istikametine giden katırcı, Gazi Ömer ve bazı yolcular zor da olsa tepeleri aşıp şehre ulaşırlar. Gazi Ömer, birkaç günde Ermenek’te kalır ve kendisini bira toplar. Köyden haber alarak gelen akrabaları yardımı ve at sırtında sanki bir ceset gibi Kazancıya getirilir. Daha sonra, gruptan ayrılarak batıya gidenlerin, tipi ve soğuk altında dağlarda kayboldukları ve evlerine dönemedikleri söylenmiştir.
Kazancıdan ayrıldıktan tam 12 yıl sonra, sağ olarak tekrar baba ocağına dönmüş olmak ve sevdiklerine kavuşmak büyük mutluluktur. Çekilen cefalar, eziyetler ve acılar biraz olsun unutulur. Bu savaş anılarını anlatmaktan hoşlanmayan Gazi Ömer, uzun yıllar Kazancıda hayatını sürdürür ve gün gelince bu dünyadan göçüp gider. Her zaman dile getirdiğimiz gibi, bize bu cennet vatanı bırakmak için bedenlerini düşmana siper deden, ömürlerini cephelerde geçiren ve canlarını severek veren aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi hürmetle ve rahmetle anıyoruz.
(Başka bir Kazancılı Hikayesinde buluşmak üzere… )
Derleyen : Av. Naci SÖZEN, Aralık 2007 / ANKARA
NOT : Yayınlanmış tüm yazılar “ nacisozen.blogspot.com “ adresindedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)